Anton Çehov’un Vişne Bahçesi Adlı Tiyatrosunun İncelemesi

Vişne bahçesi, Anton Çehov tarafından 1903 yılında kaleme alınan trajikomik bir eserdir. Eser, Batı dünyasında en fazla ilgi gören ve pek çok kez sahnelenen bir oyundur. Oyunun ilk gösterimi Moskova Sanat Tiyatrosunda Çehov’un doğum günü olan 17 Ocak 1904 tarihinde yapılmıştır. Çehov, konusu itibariyle de dikkat çekici bir konu ele almıştır.  Yalnızca bir ailenin çöküşünü ele almış demek yanlış olsa gerek çünkü bunun yanı sıra feodal bir düzenin yıkılmakta olduğu Çarlık Rusya’sında yaşanan değişimi de gözler önüne sermiştir.

Eseri özetlemek gerekirse;

Çiftlik sahibesi Lübov Andreyevna’nın borçları yüzünden aile yadigarı ve içinde vişne bahçesinin bulunduğu çiftlik satışa çıkarılıyor. L. Andreyevna ise Fransa’dan kardeşi, kızı Anya ve uşağı ile çiftliğe geri döner. Çiftlik evinde ise L. Andreyevna’nın üvey kızı Varya ve yaşlı bir uşak yaşamaktadır. Ayrıca eskiden L. Andreyevna’nın ailesine hizmet etmiş bir ailenin çocuğu olam Lopahin de L. Andreyevna’yı görmek için çiftlik evindedir. Lopahin ise kendini işine adamış, zengin bir tüccardır. L. Andreyevna ve kardeşi Leonid Gayev her ne kadar çiftliği geri almak isteseler de bu mümkün değildir çünkü çok fazla borçları vardır ve çiftlik için istenen parayı karşılayamamaktadırlar. Uzun bir zaman vişne bahçesi için çareler aramış olmalarına rağmen bahçenin satılmasına engel olamamışlardır. Açık artırmaya çıkarılan vişne bahçesini satın alan kişi ise Lopahin’dir. Lopahin, vişne bahçesine yazlık evler inşa ettirip bu evleri İngilizlere kiralamayı düşünür. Böylece çiftlik boşaltılır ve herkes yeniden kendi düzenini kurmak için çiftlikten ayrılır.

Eserde bazı simgelemeler ve ayrıntılar olduğu için kısa bir özet geçme gereği hissettim. Şimdi bu ayrıntılara bir göz atalım;

Çehov, eserinde büyük bir ölçüde Çarlık Rusya’nın sosyal yapısına, değişen sosyo-ekonomik hayatına, yükselen burjuva hayatı ve yok olmaya başlayan aristokrat kesimi ele alır ve ince göndermelerde bulunur. Bu nedenle oyunun bazı bölümleri sansüre uğrayarak yayımlanmıştır. Oyunun odak noktası olan vişne bahçesi eski ve feodal yaşamın bir simgesi olarak ön plana çıkmıştır.

4 perdelik olan bu oyunu ilk kez Ataol Behramoğlu tercüme etmiştir. Daha sonraları ise farklı yayınevleri de tercüme ederek basılmıştır. Ayrıca eser, birkaç farklı isimle de beyaz perdeye taşınmıştır. Buradan da anlaşılabileceği gibi eser, oldukça yoğun bir ilgi görmüştür.

Sonuç olarak, Çehov’un çoğu eserinde olduğu gibi bu eserde mutluluk ve hüzün bir yerde bana kalırsa da Çehov’un eserlerinin bu denli sevilmesinin sebeplerinden biri de budur. Vişne Bahçesi’nde de kişilerin karakter analizleri ve psikolojik durumları biz okuyucuya çok iyi aktarılmış, herhangi bir karakter o an ne yaşıyorsa, hissediyorsa aynı duyguları bizler de hissediyoruz. Ayrıca, eserin bu kadar ilgi görmesinin sebeplerinden biri de Çehov’un yaptığı ince göndermelerde son derece başarılı olmasıdır zaten eseri zevkli kılan da budur.

Küçük bir tiradla yazımı sonlandırıyorum:

“Ah bahçem benim!

Karanlık, berbat sonbahardan, soğuk kıştan

Sonra sen yine canlı, mutluluk dolusun;

Göklerdeki melekler seni bırakıp gitmedi.”

Keyifli okumalar…

Reklam

Romeo ve Juliet Kitap İncelemesi

Wıllıam Shakespeare, 1564’te İngiltere’de doğmuştur. Varlıklı bir ailede dünyaya gelen Shakespeare, babasının Kasaba Belediye Meclisi’nde bir yıllık başkanlık yapması sonucunda oyun yazarı olma yolunda ilk adımını attı diyebiliriz. Bu dönemde babası gezici tiyatro topluluklarına sağladığı destekle oğlunun tiyatroya ilgisini fark etmesine vesile olmuş ve dünya edebiyatına başarılı bir yazar kazandırmıştır.

Her toplum kendine özgü bir kimlik ve kültüre sahiptir. Ancak kültürler arası etkileşim sonucunda benzer kültürel ögelerde taşınmaktadır. Wıllıam Shakespeare’de bu etkileşimi oldukça başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Eserlerinde kesin yargılar yerine kendi kimliğine ait olmayan, bütün halklarda görebileceğimiz kimlikler üzerine gözlemlerini anlatmıştır. Bu özelliğiyle eserlerine evrensellik kazandırmış, dünya çapında yankı getiren bir yazar olmuştur. Romeo ve Julıet oyunu da bu bakımdan önemli bir anlam taşır.

Güzellik nesnenin kendisindedir ve seyirsellikle bağımsızdır anlayışı ortaçağla birlikte geçerliliğini kaybetmiş ortaçağda bu beğeni yargısı seyirselliğe dönüşmüştür. Shakespeare de oyunlarını okunması için değil sahnelenmesi için yazmıştır. Serbest dönem dediğimiz bağımsız olduğu zamanlarda yazdığı Romeo ve Julıet, geçmişten günümüze en çok okunan eserlerden birisidir. Günümüze kadar kırka yakın dile çevrilmiş ve birçok kez sahnelenmiştir. Romantik bir tragedya olmasının yanı sıra insan ilişkilerindeki gerçekçiliği anlatma konusunda da başarılı bir yapıt olmuştur. Oyunun yazılış tarihi tam olarak bilinmemektedir. Ancak ilk basımı 1597’dir. İlk basımındaki yanlışlıklardan dolayı düzeltilerek yeni basımları yapılmış ve günümüzdeki halini almıştır. Konu olarak neredeyse her toplumda görülen bizde de hem kitaplara hem de filmlere konu olan birbirine düşman iki ailenin çocuklarının aşkı anlatılmıştır. Alışılmış bir konu olmasına rağmen Shakespeare’in oyunu anlatış tarzı, edebi üslubu okurlar tarafından büyük ilgi görmüştür. Kitabın çevirmeni Özdemir Nutku’da “Ancak bir yapıtın ölmezliği işin öyküsünde değil, öykünün yazarı tarafından ele alınışında var olur.” diyerek bu konuya değinmiştir.

Öykümüz İtalya’nın Verona kentinde geçmektedir. Romeo’nun ailesi Montague’ler ve Julıet’in ailesi Capulet’ler arasında geçmişlerinden o güne dek süren bir düşmanlık vardır. Fakat bu düşmanlık çocuklarının duygularını yıkmaya engel olamamıştır. Verilen bir balo davetinde birbirlerinin kim olduğundan habersiz ilk kez karşılaşmış olan Romeo ve Julıet, bu ilk karşılaşmada onların sonunu getirecek olan aşklarına kavuşurlar. Sevgileri ailelerinin düşmanlığının çok ötesindedir. Birbirlerini geceyi aydınlatan bir ışık gibi görürler. Ve gözleri, kendilerini karanlıktan kurtaran aşklarından başka hiçbir şey göremez olmuştur. Ayrı kaldıkları zaman dilimleri onlara yıllar gibi gelir. Çok geçmeden ailelelerinden gizli, dadı ve papazın yardımlarıyla evlenirler.  Bu evlilik hem kavuşma hem de ayrılık olmuştur onlara. Çünkü iki ailenin de yeğeni can vermiştir düşmanlık uğruna. Verona sokaklarında verilen bu canlar, diğerlerinin de habercisidir. Henüz yeni kavuşan aşıklar düşmanlığın son bulmasını canlarıyla öderler. Birbirlerinin olmadığı bir dünya zindandan farksızdır onlar için. Ve bu zindanda yaşamaktansa en iyisi ölümdür canlarına. Aileleri Romeo ve Julıet’in ölümünden sonra anlar bu düşmanlığın fayda getirmeyeceğini. Paylaşırlar acılarını birbirlerinin kollarında. “Daha acıklı bir öykü yoktur, bunu böyle bilin. Bu öyküsünden, talihsiz Romeo ve Julıet’in.”

Shakespeare’in sürükleyici, merak uyandırıcı ve dili kullanış tarzı bakımından oyunları çok büyük ilgi görmüş, çevresindeki yazarları da etkilemeyi başarmıştır. Stefan Zweig’ın “Shakespeare’den önceki her şey ona hazırlıktır, Shakespeare’den sonraki her şey ise ucuz birer taklit.” sözleri onun ne kadar büyük bir yazar olduğunu ifade etmektedir.

Sheakspeare’in Hamlet’i

Hamlet, William Shakespeare tarafından 1599–1601 yılları arasında yazılan temasında trajediyi işlediği bir tiyatrosudur. İngiliz edebiyatının en etkileyici eserlerinden biridir ve Dünya edebiyatında da yerinin ayrı olduğu söylenebilir. Pek çok ülkede defalarca sahnelenmiş beş perdelik bir oyun olan Hamlet’in sahnelenmesi son derece uzundur. Ayrıca dil özellikleri bakımından da zaman zaman anlaşılması güç kelime ve cümlelere rastlıyoruz. Yaşam ve ölüm, varlık ve yokluk, hırs, intikam gibi kavramları konu edinen Hamlet’in konusuna bir göz atalım:

Hamlet’in hikâyesi eski kuzey masallarına bağlanmaktadır. Yani özgün bir konu değildir ve kaynağı başka eserlere dayanmaktadır. Danimarka’da geçen oyunda Prens Hamlet’in kral olan babasını öldürdükten sonra tahta geçen ve annesi Gertrude ile evlenen amcası Claudius’tan nasıl intikam aldığını anlatır. Konusu kısaca bu şekildedir fakat olayların nasıl başladığını anlamak için biraz daha detaylı inceleyelim:

Hamlet, mutsuz ve öfkelidir. Bunun sebebi sadece babasının ölümünden kaynaklanmaz. Kendisinin de söylediği gibi babası öleli henüz iki ay olmuşken annesi Gertrude ile amcası Claudius’un evlenmesi onu daha da öfkelendirmiş ve melankolik bir ruh haline bürünmüştür. Ayrıca Hamlet’in de bir takım şüpheleri vardır. Babasını öldürenin amcası Claudius olduğunu düşünür fakat bu nasıl ispatlayacağını nasıl intikam alacağını bilemez. O bunları düşünürken mezarında rahat uyuyamayan babasını ruhu Danimarka surlarında her gece dolaşmaktadır. Hayaleti gören kişiyse Hamlet’in dostu Horatio’dur. İnançları gereği ölülerin ruhlarının dolaşması iyiye işaret değildir. Ülkede kara bulutların dolaştığını düşünen Horatio bu durumu hemen Hamlet’e bildirir. Bunun üzerine Hamlet gece yarısı hayaletin geleceği saatte surlara çıkar ve onunla konuşur. Hayalet her şeyi anlatır. Olaylar tam da Hamlet’in düşündüğü gibi olmuştur. Yani amcası Clauduis, babasını uykusundayken kulağına zehirli bir sıvı akıtarak öldürmüştür. Bütün bunları öğrenen Hamlet’in kanı çekilir ve orada intikam alacağına yemin eder.

Olaylar her ne kadar iktidar mücadelesi, entrika gibi gözükse de devletteki çürümüşlük, yolsuzluk olayların altında yatan asıl sebeptir. Çürümenin başı Claduius’tur yani devletin kendisidir. O zamanın anlayışına göre kralların Tanrı tarafından göreve getirildiğine inanıldığından Claudius’un ağabeyini öldürmesi sadece krala karşı işlenmiş bir suç değildir. Aynı zamanda Tanrı’ya karşı da suç işlemektir. Tabi ülkede ki çürümüşlüğün tek nedeni kralın zehirlenerek öldürülmüş olması değildir. Tahta geçen Claudius’un devletin nasıl yönetileceğinden bir haber olması, zevk ve sefa düşkünü olması ve meşru olmayan yönetimidir.

Buradan sonrası spoiler!

Sonuna doğru gelecek olursak:

Bir gün hamlet ve annesi konuşurken başmabeyinci Polonius bir perde arkasından onları gizlice dinler. O sırada birinin kendilerini dinlediğini fark eden Hamlet hançerini çekerek Polonius’a saplar. (Kral Claudius olduğunu zanneder.) Polonius orada ölür daha sonra Polonius’un oğlu olan Leartes durumu öğrenir ve Hamlet’i öldürmek ister. Kral Claudius, Hamlet’i öldürmesi için Leartes’e yardım eder ve bir tuzak kurarlar. Hamlet ve Leartes arasında bir düello düzenlenir fakat Leartes’in kullandığı kılıcın ucu zehirlidir. Kral da Hamlet’e vermek için zehirli içki hazırlar. Düello sorasında Leartes Hamlet’i yaralar, kraliçe yanlışlıkla içkiyi içer ve ölür. Daha sonra zehirli kılıcı eline geçiren Hamlet hem Leartes’i hem de Kral Claudius’u öldürür.

Sonuç olarak, Hamlet’in konusunun sıradan ve basit bir konu olmadığını, görünenin dışında çok farklı bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Oyunun sonu beni oldukça şaşırtmış ve üzmüş olsa da kurguya hayran kaldım diyebilirim. Kesinlikle okunması ve anlaşılması gereken bir yapıt olduğunu düşünüyorum.

Küçük bir tiradla yazımı sonlandırıyorum:

Yüreğim, katılaşma, taş olma sakın, yüreğim!
Neron’un canavarlığı girmesin içine.
Bırak sert olmasına sert, ama insan kalayım.
Hançer gibi konuşayım, hançer olmadan.
Dilim de, içim de iki yüzlü olsun bu işte:
Sözlerim canını ne kadar yakarsa yaksın.

Keyifli okumalar diliyorum…

Moliere’in “Cimri”si Üzerine

Dünyanın en büyük komedi yazarı diyebileceğimiz Moliére, Cimri adlı eserinde Paris’in o dönemki burjuvasının paraya olan düşkünlüğünü Harpagon karakteri üzerinden gözler önüne serer. Aşırı zengin olmasına rağmen cimriliğinden ödün vermeyen Harpagon’un söylemleri ve davranışları, mizahi ve bir o kadar da alaycı bir üslupla kaleme alınmıştır.

Harpagon, zengin olduğu kadar cimri bir adamdır. Paralarını ve altınlarını taparcasına sever. En çok paralarının eksilmesinden ve bitmesinden korkar. Bu konuda atların yemlerini azaltacak ve hayvanların aç kalmasına sebep olacak kadar ileri gider. Paralarını kasada saklamayı güvenli bulmadığından onları bir sandığın içine koyar ve bahçeye gömer. Bundan da kimseye bahsetmez. Çünkü çocukları Cléante ve Élise dahil kimseye güvenmemektedir.

Harpagon’un uşağı, Valére isminde bir delikanlıdır. Valére, Harpagon’un kızı Élise’i suda boğulmaktan kurtarmış ve Élise’le birbirlerini sevmişlerdir. Aşklarını korktukları için herkesten saklarlar. Valére kaybolan ailesini aramasına rağmen Élise’e olan sevgisinden orada kalmayı ve babası Harpagon’un uşağı olmayı tercih eder.

Harpagon’un oğlu Cléante ise Marine adında bir kızı sever. Mariane, annesiyle yaşıyordur, durumları iyi değildir. Cléante, sevgilisine maddi anlamda yardım etmeyi ister ama babasının cimriliği yüzünden elinden bir şey gelmez.

Bir gün Harpagon, çocukları Cléante ve Élise’i yanına çağırır ve onlarla konuşması gereken bir şey olduğunu söyler: Cléante ve Élise’i evlendirmeye karar vermiştir. Harpagon, Élise’i Anselme isminde ellili yaşlarında bir senyör ile evlendirmeyi istediğini söyler. Çünkü Senyör Anselme, Élise’i çeyizsiz almayı kabul etmiştir. Élise babasına bu evliliğin olmayacağını söylese de Harpagon bu evliliğin olması gerektiği konusunda ısrar eder. Yaşanan tartışma sonucu kimin haklı olduğunu açıklaması içinse Valére’i görevlendirir. Valére, istemese de Harpagon’un haklı olduğunu söyler. Cléante ise dul bir kadınla evlenecektir.

Harpagon, en sonunda kendisinin aşık olduğunu ve evlenmek istediğini söyler. O kişi Mariane’dir. Kendisi Mariane’nin de zengin olduğunu düşünüyordur. Fakat Cléante’un da Mariane’yi sevdiğini bilmemektedir. Cléante, bu durumda uşağı La Fléche’ten yardım ister. Uşağına bir tefeciden borç alması gerektiğini söyler. Fakat La Fléche’in bulduğu tefeci Cléante’un babası Harpagon’dan başkası değildir.

Cléante, Mariane’ye durumu anlatır. Mariane, Cléante’a kendisini sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini söyler. Daha sonra Cléante, babası Harpagon’a Mariane ile aralarında bir ilişki olduğunu açıklar. Fakat Harpagon, Mariane ile evlenmeye kararlıdır. Ancak Cléante’un da Mariane’den vazgeçme niyeti yoktur. Mariane ile Cléante, düzenci bir kadın olan Frosine’le bu evliliğin bozulması için anlaşırlar. Frosine, Harpagon’a onunla evlenmeyi isteyen zengin bir kadın olduğunu söyleyecektir. Bu arada, efendisi Cléante’u bu sıkıntılı durumdan kurtarmayı planlayan La Fléche, Harpagon’un sakladığı paraları bulur ve çalar. Harpagon, paraların çalındığını fark edince deliye döner ve polise gider. Harpagon’un arabacısı ve aşçısı olan Jacques Usta, Valére’den hoşlanmadığı için paraları Valére’in çaldığını söyler. Bunun üzerine Harpagon oklarını Valére’ye yöneltir.

Valére, bu konu hakkında hiçbir şey bilmemektedir. Harpagon’un, Élise ile olan aşkını öğrendiğini ve kendisini bu yüzden suçladığını sanar. Sonunda Harpagon, bu ilişkiyi öğrenir ve karşı çıkar. Çünkü ona göre Valére beş parasız bir uşaktır. Bu durum karşısında Valére, aslında soylu bir aileden geldiğini fakat ailesini bir deniz kazasında kaybettiğini ve babasının soylu Thomas d’Alburcy olduğunu söyler. Bunları duyan Mariane, kendi başından geçenleri anlatır. O da bir deniz kazasından annesi ile kurtulmuş ve beş parasız kalmıştır. Bütün bunların sonucunda Valére’nin, Mariane’nin abisi olduğu anlaşılır. Orada bulunan Senyör Anselme ise mutluluktan çılgına döner. O, aslında Thomas d’Alburcy’dir. Kazadan tüm parası ile birlikte kurtulmuştur. Kazadan sonra ise ismini değiştirmiştir. Böylece Senyör Anselme’in Valére ve Mariane’nin babası olduğu ortaya çıkar.

Sonunda Cléante, paranın kendisinde olduğunu söyler. Geri vermesinin tek şartı Harpagon’un Mariane’den vazgeçmesidir. Harpagon, bu duruma çok mutlu olmuştur. Çünkü Valére ve Mariane, soylu ve zengin bir ailenin çocuklarıdır. Élise’in Valére ile, Cléante’un da Mariane ile evlenmesine izin verir ve tüm düğün masraflarını Senyör Anselme’e yükler.

LA FLÉCHE

Burada sökmez onlar. Paradan yana bu adamı gevşetecek olanın alnını karışlarım. Para dedin mi taş kesilir, taşoğlu taş; karşısında gebersen kılı kıpırdamaz. İyilik, namus, şeref meref bir yana, para bir yana, kısacası. Para isteyen birini gördü mü Azrail’i görmüş gibi olur. Ha para istemişsin, ha can evine girmiş, yüreğine hançer saplamış, bağırsaklarını söküp çıkarmışsın bu herifin.