Beyin Biz Miyiz, Beyinsiz Miyiz? ”Sıcak Kafa” Kitap/Dizi İncelemesi

İnsanların dört temel becerileri içinde ilk geliştirdikleri beceri dinleme becerisidir. Henüz anne karnındayken işitme sürecimiz başlar. Devam eden süreçlerde konuşmayı daha sonra okumayı ve en son olarak da yazma becerimizi geliştiririz.

Gün içerisinde dinlediğiniz şeylerin listesini yapmayı denediğinizde aslında bu işin pek de kolay olmadığını fark edeceksiniz. Peki, dünyayı dinleme ve konuşma yoluyla yayılan bir virüs ele geçirseydi hayatımız nasıl bir yöne evrilirdi dersiniz?

Dil bilimin önemli dallarından biri olan semantik dil bilim, zaman içinde anlam değişiklikleri ile dilin yapısı, düşünce ve anlam arasındaki karşılıklı bağlantı gibi konular üstünde duran bir bilim dalıdır. Kullandığımız sözcükler dilin somut ve yüzeysel yapısını oluşturur. Bu ögenin zihinde uyandırdığı soyut anlam yüküne ise kavram adı verilir. Bu akademik terimlerden neden bahsettiğimi soracak olursanız kitabın dayandığı temel konu semantik bir virüsün insanlarda mantıksız ve hiçbir anlam içermeyen kelimeler ile konuşmalarına neden olan ARDS isimli bir hastalık yüzünden yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduklarını söyleyebilirim. Öncelikle kitabın konusuna kısaca değinelim.

Kitabın başkarakteri olan dil bilimci Murat Siyavuş dünyayı saran bu virüse çare arayan bilim insanlarından oluşan bir gruba dâhildir. Ancak yaşanan bazı olumsuz olaylar sonucunda bu grup ortadan kaldırılır. Yaşadığı bu olumsuz deneyim sonucunda yalnız yaşayan annesinin yanına sığınan Murat vaktinin büyük bir çoğunluğunu sadece belli başlı programların yayımlandığı televizyonu izlemekle geçirir. Virüsün çıktığı ilk anda insanlar abuklayan insan videolarını birbirlerine göndererek yayılım hızını arttırmışlardır ve bu yüzden internet kapatılmıştır. Kitapta değinilen bir diğer ilginç nokta ise insanların bu hastalığın kitaplardan yayıldığına inanmalarıdır. Artık insanlar kitap okumayı bırakmışlardır. Bu kısım bana kitapların düşman olarak görüldüğü ve yakılarak yok edildiği Fahrenheit 451 romanını getirdi.

İnsanlar Neden Dinler?

Kitapta bu soruya cevap olarak ‘’Merak’’ denilmiştir. İnsanlar arasında dinleme ve konuşma yoluyla yayılan bu hastalığa çözüm olarak ‘’Merakınızı kontrol altına alın, dinlemeyin!’’ sloganları ülkenin her yerine yayılmıştır. Peki, dinleme alışkanlığımızı nasıl kontrol altına alacağız derseniz de kulağınıza takacağınız ses geçirmez özellikteki kulaklıklar çare olarak gösterilmiştir.

Kitapta yer alan bir kısımda Kuzey Kore’nin nasıl toplu abukladığından bahsediliyor ve bu kısım kapalı kutu şeklinde yaşayan bu ülkeye güzel bir eleştiri olmuş diyebilirim. Anlatılanlara göre ülkenin başkanı konuşma yapmak ve salgın hakkında bilgi vermek için kürsüye çıkar. Başkanı dinlemek zorunlu tabii 🙂 kimse hastalığı kaptığını bilmiyor. Böyle bir hastalıktan haberleri var mı o bile belli değil. Ve başkan tüm televizyonlardan da canlı verilen konuşmasını yapmaya başlar. Pardon abuklamasını… Tüm ülke tertemiz toplu bir şekilde abuklar.

Hastalığa Bir Çözüm Yolu Var Mı?

Bu konuda farklı ülkelerden bilim insanları grupları çalışmalar yapmaya başlamıştır. Ancak bilindiği üzere abuklayan bir hasta üzerinde incelemeler yapmak oldukça risklidir ve çoğu araştırmacının da çözüm yolu ararlarken abuklamasına neden olmuştur. Murat Siyavuş ile aynı araştırma grubunda yer alan Nörolog Özgür karakteri oldukça zeki biridir ancak çözüm yolu ararken bir yandan da madde kullanımına devam etmesi ve kafasının dağınıklığı işleri çok zorlaştırmıştır. Özgür ilk yaptığı deneylerini Behzat karakteri üzerinde denemiştir. Bu karakter oldukça entel, edebiyata meraklı ve Osmanlı Türkçesine hakim bir kişidir. Özgür’ün yaptığı deneyler sonucu konuşmayı tamamen kesmiştir. Bununla da yetinmeyen Özgür farklı deneyleri Murat üzerinde denemekten de geri durmamıştır.

‘’Sıcak Kafa Neden Sıcak?

Özgür’ün yaptığı deneyler sonucu yan etki olarak başkarakterimizde sadece kafa bölgesinde oluşan ciddi bir ısınma söz konusu oluyor. Çok fazla düşünmemeye çalışan ve nasıl bir durumda olduğunu anlamak için abuklayan insanların seslerinin olduğu kayıtlar dinleyen karakterimiz hiçbir şekilde bu hastalıktan etkilenmiyor. Murat bunun kendisine verilen bir armağandan ziyade bir ceza olarak görüyor ve kendisini bu duruma getiren kişi olan Özgür’ü kendisini eski haline getirmesi için bulmaya karar veriyor.

Kitapta beni en çok etkileyen kısımlardan biri de hastalığın işaret diline de sıçramış olması. Sağırlar ve dilsizler okulunda nasıl olsa onlar duymuyor ve konuşmuyor diye düşünerek bu insanları umursamamışlar ve iki dil arasında aracı olan yani hem konuşup dinleyen hem de işaret diline hakim kişilerin abuklamasıyla hastalık işaret diliyle de yayılmaya başlamıştır.

Şimdiki zamanı yakalayamıyorsunuz, hep peşinden koşuyorsunuz. Ve bir de bakıyorsunuz ki o zaman çoktan geçmiş olmuş. Şimdiki zamanı yakalayabilir misin?

SICAK KAFA DİZİSİNE ELEŞTİREL BAKIŞ

Aralık ayının ilk haftası yayımlanan dizinin çekimleri yaklaşık olarak üç yıl sürmüştür. Distopik İstanbul’u görmek bana farklı bir haz verdi. Kitap ile dizi arasında farklılıklar bulunuyor ancak değinilen temel konu aynı. Afşin Kum tarafından kaleme alınan kitap 192 sayfadan oluşuyor. Kitap diziye aktarıldığında normalde kitapta bulunmayan karakterler ve bazı olaylar eklenmiş.

Dizide Salgınla Mücadele Kurumu (SMK) salgını bahane ederek yönetimi ele geçiriyor ve bu yönetim ile halk arasında oluşan Artı bir isimli grubun çatışmalarını görüyoruz. Murat’ın hem kendi ile hem çevresi ile çatışmaları diziyi akıcı kılıyor. Kullanılan bazı motiflerin diziye renk katığını da belirtmek isterim bunlara da değineceğim.

Değinmek istediğim başka bir konu ise altıncı seviyede (yani en yüksek seviyede) ARDS hastası olan Haluk’un zamanında abuklamasına yol açtığı Murat ile arasında sebebini tam bilmediğimiz bir zihinsel bağ söz konusudur. SMK ajanları tarafından aranan karakterimiz ajanların onu kıstırması sonucu köşeye sıkışır. Uzun zamandır ağzını açmayan Haluk sadece dört kelime kullanarak ”Söz Varmaya, Kulak Olmaya” kulaklıkları dahi takılı olan ajanları kemik titreşimi sonucu abuklatmayı başarır. Sözünü ettiğim bu kısım bana bir kaç ay önce okuduğum ve incelemesini de yaptığım Dune romanında yer alan kelimelerin gücünü kullanarak insanlara hükmeden Bene Gesserit Rahibelerini hatırlattı.

Bilinç Akışı Tekniği ve Abuklama

Abuklayan insanların konuşmaları bana bilinç akışı tekniğini hatırlattı. Zihnimizden geçen düşünceleri hiçbir mantık akışı içinde olmadan söylediğimizde abuklamanın nasıl bir şey olduğunu kendi üzerinizde görebilirsiniz. Hem kitapta hem dizide değinilen başka bir konu da abuklayan bir insanı neden dinleriz sorusudur. Buna cevap olarak ‘’Öğrenmeden aldığımız haz.’’ yanıt olarak verilmiştir. Bir insanın öğrenmeden aldığı hazzı kesersek o insan nasıl bir canlıya dönüşür? Sokakta sadece yürüyen birbirleri ile iletişime geçmeyen insanlar olduğunu düşünün. İnsanı insan yapan öğrenme becerileri değil midir?

Dizide Kullanılan Motifler

Kardelen Motifi: Doğanın öldüğü mevsimde yaşamın inadı kardelen… Dizide Murat ve aşık olduğu Şule karakteri arasında sıklıkla gördüğümüz kardelen çiçeği Murat’ın otobüs durağında Şule’yi ilk gördüğü anda kaldırımda taşların arasından çıkmış bir şekilde karşımıza çıkıyor. Yine başka bir bölümde SMK tarafından aranan karakterimiz teslim olacakken duvarın dibinde bir kardelen görür ve kaçmaya karar verir. Yani kardelen yani umut yani ışık…

Sarı Renk Motifi: Dizide Haluk karakterinin sarı renk tulum giymesi, dizi afişinin sarı renk ağırlıkta olması örnek verilebilir. Sarı renk psikolojide güneş ışığının ve altının rengidir; varlığı, yaşamı, zekayı, arzuları ve ruhsal gelişimi simgeler… 

Beyin ve Ağaç Dalları Motifi: Haluk ile Murat arasındaki zihinsel bağı göstermek için sıklıkla bu motifin kullanıldığını görüyoruz. Orman, ağaçlar, ağaç dalları, beyin, beynin içerisindeki damarlar arasında sürekli bir analoji kurulduğunu söylemek mümkün.

Çok uzağa distopik bir dünyaya gitmemize gerek yok aslında. Sokağa çıkıp çevreye şöyle bir baktığımızda da abuklayan insanlar görmek mümkün. Hayatın olağan akışı içinde kaybolduğumuz şu zamanlarda sevdiklerinizle olabildiğince sohbet edip küçük bir çocuğun size anlatmak istediklerine kulak verin. Şu anı yakalayalım ve bugünün yarının dünü olduğunu unutmayalım.

Reklam
Şarkılarla Yaşıyoruz

İlkokul öğretmenim “Şimdi herkes geriye dönsün ve tarih şeridini incelesin.” dediğinde 9 yaşımdaydım. “Herkes tarih şeridini incelesin ve gelecek çağa hangi ismin verilebileceğini tahmin etsin.” Hepimiz benzer cevapları vermiştik: Uzay Çağı, Bilgi Çağı, Teknoloji Çağı vs. O zamanlar, geleceğe dair hayallerimiz uçan arabaların icat edilmesinden ve oturup dakikalarca, saatlerce yemek yemek yerine kapsül şeklinde haplar yutacak olmamızdan ibaretti. İnsanın bir hap yutup da doyacak olmasını havsalam almamıştı. Ne olursa olsun yemek yemek için her zaman vaktim vardı galiba o zamanlar. Her neyse… İcat edilince görecektik.  Aslında herkes hayal ediyor diye ben de uçan arabaların nasıl bir şey olabileceğini hayal etmiştim. Derya’ya “Ama zaten uçak diye bir şey varken uçan arabalara neden gerek olsun ki?” diye sorduğumda “Düşünsene arabalar uçuyor. Haydi bir hayal et. Çok güzel değil mi?” gibi şeyler söylemişti. Bu kadar da vizyonsuz olunmaz ki!  Neyse ben Jetgiller’i seyretmeye devam edeyim.

Bir gazetenin sürmanşetinde “Ateş Çağı” başlığını gördüğümde ise 22 yaşımdaydım. Yıllar geçmiş ve dünya değişmişti. Her şey bize vaat edilenden çok farklıydı. Dünyanın gelmiş geçmiş en hakiki distopyasını yaşıyorduk ve distopyalar ütopyalaran daha gerçekçiydi. Hayatımızın arka planında “Biz büyüdük ve kirlendi dünya.” çalıyordu artık. Ya da daha kötümser olmak gerekirse “Dünyanın sonuna doğmuşum.” gibi şeyler de çalabilir.

Belli bir yere kadar bir rutin hâlinde seyreden hayatımız bir gün aniden bir kaosa sürüklenmeye başladı. “Nerede o eski bayramlar!” ya da “Nerede o eski Ramazanlar.” diye hüzünlenirken bir gün öncesinde yaşadıklarımızın bile aslında ne kadar kıymetli olduğunu düşünmeye başladık. O zaman da radyolarda “Elbet bir gün buluşacağız. Bu böyle yarım kalmayacak.” çalıyordu. Sonra, bizim adına “felaket” dediğimiz daha bir sürü şey oldu. Yangınlar, seller ve adını dahi anmak istemediğimiz şeyler. Her geçen gün bu yaşananların son bulmasını ve eski hayatımıza geri dönmeyi diledik. Her yeni güne bambaşka umutlarla başladık ve Cem Karaca söyledi: Bugün sen çok gençsin yavrum/ Hayat ümit neşe dolu/ Mutlu günler vaat ediyor/ Sana yıllar ömür boyu/ Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni/ Doğarken ağladı insan/ Bu son olsun, bu son.

Aslında yaşanan ve yaşanılacak olan her şey ihtimal dahilindeydi belki de. Biz sadece adına “düzen” dediğimiz şeye çok fazla alıştığımız için çok sarsılmıştık.

Belki coğrafyamız belki de yaradılışımız gereği hep iyi olana, mutluluk verene sarılıyoruz. Zor zamanlarda yaşamak için yaratılmış gibiyiz bir yandan da. Nerede birinin canı yansa hemen onun yanına koşuyoruz kendi acımızı unutup. Gene de güzel olanı görüyoruz bir yolunu bulup.

Kastamonu’dan Tuğba Hanım sıradaki şarkıyı tüm sevenlerine armağan etmiş. Dinleyelim efendim: Hiçbir kere hayat bayram olmadı ya da/ Her nefes alışımız bayramdır/ Bir umuttu yaşatan insanı…

Fahrenheit 451 Roman / Film İncelemesi

Şimdiye kadar birçok distopik eseri inceledik, filmler değerlendirdik.  Tam bir distopik bilimkurgu filmi olan Fahrenheit 451’i es geçmek olmaz. Öncelikle kitabın isminden başlayalım. Bir sıcaklık birimi olarak kullanılan terim, kâğıtların yanarak tutuştukları sıcaklık derecesinden esinlenilerek bulunmuştur. Kitap 1953 yılında çıkmıştır. Yazarı Ray Bradbury’dir. Kitabın dili sade, açık ve anlaşılırdır. Akıcı bir şekilde okunabilir.

1950’li yıllar yani kitabın çıktığı dönem soğuk savaş yıllarıdır. Kaosla geçen seneler, Amerika ve Sovyet Rusya arasında kıyasıya mücadelenin olduğu dönemlerdir. Bu yıllarda radyo ve televizyon evlere girmeye başladı. Bunun sonucunda da insanlar artık zamanlarının büyük çoğunluğunu televizyon başında geçirmeye başladılar. Yazar Bradbury bu yıllarda insanların zamanlarını bu şekilde geçirmelerinden etkilenir ve insanların bu şekilde televizyon seyretmeye devam etmeleri durumunda ileride ellerine kitap dahi almayacaklarını söyler. Bu olay sonucunda da Fahrenheit 451 romanını ortaya çıkar.

‘’Yakmak bir zevkti.’’

Kitabın dayandığı temel düşünce yakmanın bir zevk olduğu ve cehaletin mutluluk olduğudur. Felsefede geçmişten günümüze birçok filozof mutluluğun farklı tanımlarını yapmıştır. Örneğin; Nietzsche’ye göre mutluluk anlıktır yani geçicidir. Buddha’ya göre ise mutluluk yolun kendisidir. Mutluluğu aramak insanoğlunun yüzyıllardır peşinde olduğu bir şeydir. Fahrenheit 451’e göre ise mutluluk cahilliktir.

Kitapta geçen dünya geleceğin Amerika’sıdır. Olaylar günümüzden farklı, ileri bir teknolojide geçmektedir. Bu dünyada yaşayan insanlar evlerin içerisinde bulunan kameralar ile yedi yirmi dört izleniyorlar. Bir bakıma televizyonun içindelermiş gibi gözetleniyorlar. Bu dünyada tek amaç insanların mutluluğudur. Kitaplar gerçekleri anlatır ve bizlerin duymak, bilmek istemeyeceği olayları görmemize sebep olurlar. Bu yüzden kitaplar gereksizdirler ve insanları mutsuzluğa sürüklemektedirler.

Bizim dünyamızdaki itfaiyecilerin temel görevi yangın çıkması durumunda yangına müdahale ederek yangını söndürmektir. Ancak Fahrenheit 451 romanında itfaiyecilerin görevi kitapları yakmak, yok etmektir. Herhangi bir evde kitap bulunduğu ihbarı gelmesi durumunda hemen alev silahlarını alarak olay yerine giderler, evi kitaplardan arındırırlar ve kitapları orada yakarlar.

Kitabımızın başkarakteri küçükken babasını kaybetmiştir. Kendisi de bir itfaiyecidir. Her gün kitap bulunan evlerin tespit edilip ihbar edilmesiyle olay yerine giderler, kitapları yakarlar ve mutlu bir şekilde evlerine dönerler. Bir gün başkarakterimiz Guy Montag’a on yedi yaşındaki Clarisse hayatını değiştirecek bir soru sorar. Mutlu musun? Montag bu soru karşısında durur ve düşünür. Hiçbir şey hissetmez. Her şeye sahiptir. Mesleği, evi, itibarı her şeyi vardır ancak neden hâlâ mutlu değildir? Hayatı sorgulamaya başlar. Her gün yakmaya gittiği kitapların içerisinde ne vardır? Kitapları bu kadar tehlikeli kılan özellik nedir? İnsanlar arasında klasik bir düşünce vardır. ‘’Yasak olan caziptir.’’ Başkarakterimiz Montag’da bu duruma düşer. Bir gün yine kitap ihbarı aldıkları eve giderler ve evde bulunan yaşlı kadın kitapları için yanmayı göze alır. İşte bu noktadan sonra Montag için her şey değişmeye başlar. Daha fazla düşünmeye, sorgulamaya başlar. Kitaplar uğruna yanılacak şeyler midir?

Kitaptaki totaliter rejimin temel amacı insanları mutlu etmektir. Baskı, gözetlenme, uyku hapları, herkesin birbirinden soyutlandığı bir dünya bunların hepsi insanların iyiliği içindir. Düşünen insan mutsuzdur. Bu yüzden insanları düşünmeye, sorgulamaya iten her şey yok edilmelidir düşüncesine sahiptirler.

‘’Kitapları yakabilirsiniz, fikirleri asla’’ İnsan düşünen bir varlıktır. Hayatımız sorgulama üzerine kuruludur. Bilgini güç olduğu ve buna sahip olan insanların toplumları çok kolay bir şeklide manipüle etmeleri, bilgiyi güç olarak kullanan insanlardan neden bu kadar çok korkulduğunun açık bir göstergesidir. Distopik bilimkurgu romanı Fahrenheit 451 bizlere farklı bir pencereden bakma imkânı sağlıyor.

Fahrenheit 451 Filmi / 2018

Fahrenheit 451 daha önceden 1966 yılında ‘’Değişen Dünyanın İnsanları’’ ismiyle de filme uyarlanmıştır. Bu kısımda 2018 yılında tekrardan uyarlanan filmini kısaca inceleyeceğiz. Bilim kurgu/dram türündeki film kitaptan bazı noktalarıyla ayrılıyor. Örneğin kitapta yer alan bazı karakterlerin filmde yer almaması gibi. Filmin günümüze yakın bir tarihte çekilmiş olması kitaptaki anlatılan teknolojiye daha fazla benzetilmiştir. Özellikle siyah tonunun ağırlığı bizleri korku, şüpheye ve tedirginliğe düşürmeye yetiyor. Fahrenheit 451 kitabını okuduktan sonra mutlaka filmini de izlemenizi öneririm.

Keyifli okumalar, keyifli seyirler…

1984 Kitap İncelemesi

1984… Bu tarihte geçmeyen ama bu tarihi ve günümüzü öngörebilen bir distopya.

“Savaş Barıştır

Özgürlük Köleliktir

Cahillik Güçtür”

İşte tam da baş karakterimiz Büyük Birader’in dediği gibi. Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya sürekli savaş halinde olan üç büyük güç. Aynı ideoloji ve sistemle yönetilen bu devletlerin yaşam şekilleri. Kısacası onlar için savaş barıştır.

Asıl adı Erich Arthur olan George Orwell tarafından yazılan 1984, distopik ve bilim kurgu romanıdır. Kitap, içerik olarak geçmiş dönemlerde yaşanmış toplumsal olaylara karşı eleştiri niteliği de taşır. Günümüzde hala var olan makam, statü gibi olguların önem sırası, astlık ve üstlük düzeni çoğu toplumda görülen bir yapıdır. Bu düzen bireylerin yaşam koşullarını ve tarzlarını belirler. Avrasya, Doğu Asya gibi Okyanusya’da hiyerarşik düzeni korumak amacıyla savaşı yaşam şekli haline getiren bir devlettir. George Orwell, bu yaşamı tüm çıplaklığıyla ele alır ve en ince ayrıntısına kadar okuyucuya sunar. Zaman zaman olaylara karşı karakterlerin düşünce ve hareketleri romanı gerçekçi kılan önemli unsurlardandır.

Tanrılaştırılmış bir lider olan Büyük Birader, Okyanusya sokaklarında, evlerde bulunan tele ekran adı verilen televizyonlarda kısacası her yerde var olan partinin yöneticisidir. Tele ekranlar aracılığıyla insanlar sürekli gözetim halindedir. Kendi evinizde bile yalnız değilsinizdir. Düşünceleriniz, hareketleriniz, mimikleriniz her şey kontrol altında tutulur. Çünkü partinin amacı sizin düşüncelerinize bile sahip olmaktır. Eğer parti karşıtı bir düşünceye sahipseniz, dikkat edin düşünce suçundan dolayı düşünce polisleri tarafından her an tutuklanabilirsiniz. İç partide yer alan kesim, toplumda lüks dediğimiz koşullara sahip olan tabakadır. Dış parti ise orta kesim denilen, bakanlıklarda çalışan, bazı imtiyazlara sahip olan memur kesimidir. Toplumun en alt tabakasını ise proleterler denilen kesim oluşturur. Proleterler diğer kesimler gibi tele ekranlarla izlenmez. Çünkü onlar özgürüdür. Tek dertleri geçimlerini sağlamak, yaşama devam etmektir. Zaten çalışmaktan düşünmeye vakit bulamazlar ve bu yüzden partiye göre zararsızdırlar. İngsos yani İngiliz Sosyalizmi olarak adlandırılan sistemle yönetilen Okyanusya, yeni söylem denilen bir dille konuşur. Eski konuştukları dil, yani ingilizce ise artık eski söylem olarak adlandırılır. Düşüncelerle birlikte dilde değiştirilmiştir. Bir dilin milletler için ne kadar önemli olduğu kitaptan çıkarılacak en önemli sonuçlarda bir tanesidir. Millet olarak var olmanın en temel koşulu diline sahip çıkmaktır. Geçmişte yaşanılan olaylar ancak dil sayesinde korunabilir. Atatürk’ün de dediği gibi “Dil bir milletin hafızasıdır”. Çiftdüşün olarak adlandırılan kavram ise olmamış bir şeyi olmuş gibi kabul etmektir. Bir bakıma insanların kendi düşüncelerini yeni baştan oluşturma işlemi de denilebilir.

Winston’da bir dış parti üyesidir. Fakat bir süre sonra bu katı, nefret ve kinle kurulu düzeni sorgulamaya ve düşünmeye başlar. İçten içe partiye karşı olumsuz düşünceleri açığa çıkar. Nefret haftalarının birinde, partiye çok bağlı görünen fakat öyle olmayan Julıa’yla bir ilişkiye başlar. İnsanlar arasındaki ilşkiler de yasaktır. Duygusallığa hiçbir şekilde izin verilmez. Tek gerçek vardır o da partiye bağlılıktır. Evlilikler bile izin alınarak ve sadece partiye birey yetiştirmek amacıyla yapılır. İnsaniyetin yok edildiği bir toplumda, insanlar için duygularını açığa çıkaracak Nefret haftaları düzenlenir. Bu haftalarda Büyük Birader, partiyi yıkmak isteyen kardeşlik gurubu hakkında söylemlerde bulunur. Winston ve Julia bir süre sonra, düşünce polisi tarafından tutuklanır. Çeşitli şekillerde, bilinçleri kaybolana kadar işkencelere maruz kalırlar. En sonunda birbirlerine bile ihanet ederler. Yapılan bu işkenceler sonunda partiyi ve Büyük Birader’i kabullenir ve serbest bırakılırlar.

Kitap insanı derinden sarsan bir anlatıma sahiptir. Kesinlikle okunulması gereken başlıca yapıtlardan bir tanesidir. Toplumsal hiyerarşinin, çalışma gücünün, baskı altında yaşamanın ve özgürlüğün ne demek olduğu, ne derece önem taşıdığı çıkarılacak sonuçlardan sadece birkaçıdır. Son olarak kitabı özetleyecek bir alıntıyla yazımı sonlandırmak istiyorum.

“1984, aynı zamanda, günümüz toplumlarında gücü elinde tutmak, iktidarı sürdürmek adına uygulanan yönetsel, dinsel, dilsel, ulusal, ahlaksal, eğitsel baskılar, zorbalıklar, dayatmaların karanlığı içinden kulağımıza çalınan bir sis çanıdır.”