E- Kitap mı? Baskı Kitap mı?

Asırlar öncesinden günümüze kadar gelen matbaa tarihi ile birlikte birçok kitap, insanların ellerinde kendilerine yuva buldu. Çok yakın bir tarihte ise teknolojinin hızlı gelişimi ile birlikte E-kitap denilen bir kavram çoğu insanın zihninde yerini aldı. Şüphesiz bir şekilde yüzyıllardır insanlığa kılavuz ve yoldaş olan kitaplar bir kelebeğin kozasından çıkması gibi şekil ve formunu değiştirirken onların sadık dostları, akıllarında ve sosyal ortamlarında sarsıcı bir tartışmaya istemeden dahil oldu. Bu taştırmanın cevap bekleyen sorusu ise “E- Kitap mı? Baskı Kitap mı?” sorusudur.

Kısaca matbaa ve basım tarihi

Matbaanın ilk kullanımını MS birinci yüzyılın ikinci yarısında Uzakdoğu’da görmekteyiz. İlk başlarda kalıp kelimeler ile kâğıda baskılar yapan matbaa makineleri, daha sonra harflerin demirle şekil alması ile birlikte tekli vuruşlarla baskı yapan matbaa makinelerine doğru evrilmiştir. Böylelikle insanlık seri ve hızlı basım tarihine ilk adımlarını atarak kitaplara daha kolay erişim sağlamaya başlamıştır. Basım yapılan kitaplara baktığımızda ilk baskı kitapların dini kitaplar olduğunu görmekteyiz. O dönemlerin radikal din düşüncelerinde özelikle kutsal kitapları olan dinlerin baskı yaparak dinlerini yaymaları da matbaa ve basım ile daha kolay hale gelmesi ise yadsınamayacak bir gerçektir. İyi yönden bakarsak aslında kutsal kitapları olan dinlerin en iyi arkadaşı matbaadır. Dini kitaplar ardından insanlar edebi ürünlerle de matbaayı buluşturarak yazın, basım ve edebiyat alanına yeni soluk getirmiştir.

Nedir Bu E-Kitap?

Teknoloji, asrın büyük adımı. Gündelik hayatımıza adapte olan teknoloji takılarımızdan cüzdanımıza, alışverişimizden yediklerimize kadar bize yardımcı olur hale geldi. Tabii ki insanlığa hizmet eden bu müessese insanlığın kadim arkadaşı olan kitaplara da yeni bir görünüş getirdi. E-kitap dediğimiz bu görünüş ve biçim çoğu teknolojik aletle kullanılabilir durumdadır. Masaüstü ve dizüstü bilgisayarlar, tabletler, akıllı telefonlar, elektronik kitap okuyucular gibi görüntü destekli aygıtlar ile erişim sağlanan kitaplara E-kitap ismini vermekteyiz tam açılımı ise Elektronik Kitap. Eğer konuyu biraz daha irdelersek bu süreç 90’lı yıllarda ortaya çıkmış ve bazı iniş çıkışlarla özellikle 2010 sonrasında üzerine düşünülen ve insanlığa hitap eden bir olay olmuştur. Günümüzde çoğu internet erişimi olan aygıtlarla bu hizmetten yararlanılabilmektedir. Ayrıca bu konu hakkında bilgi vermek gerekirse çoğu insan PDF dosyalarındaki kitapları E-kitap sanmaktadır. Lakin elektronik kitaplar için farklı yazılım ve uzantılar gereklidir. Buna destek olarak: Epub, Mobipocket, eReader, HTML örnek gösterilebilir.

Sorunun Cevabı

İrdelediğimiz başlıklar altında baktığımızda aslında bu sorunun yani “E- Kitap mı? Baskı Kitap mı?” sorusunun birden fazla yanıtı var. Nasıl mı? Şöyle baskı kitaplar çoğu insanın yıllardır kullandığı ve kült eserlerin ilk basımlarına hitap eden bir olgu. İnsanlar basılı kitaplara yani somut olarak kitaplara dokununca bağ kurduklarını söyleyebiliyorlar. Lakin diğer bir yandan baktığımızda ise basılı kitaplar insanlara zorluk yaratabiliyor. Mesela her bir kitap sayfası için binlerce ağaç kesimi ile birlikte binlerce mesai içeren bir çalışma gerekiyor. Bunla birlikte basımı esnasında da zorluklar maalesef göz ardı edilemeyecek düzeyde olmakla birlikte çevre zararı kısmı da ayrı bir sorun yönü bu açıdan baktığımızda E-kitaplar bizlere birçok yönden fayda sağlıyor. Sayfalara ihtiyaç olmadığı için hem doğaya zarar vermiyor hem de fazladan mesaiye ihtiyaç doğurmadan insanlığa zarar vermiyor. Lakin E-kitap farklı bir açıdan da insanın göz sağlığına zarar vermekle birlikte bazı telif suçlarına da sebebiyet verebiliyor. Bence lafı fazla uzatmadan şunu söylemek gerekli; ihtiyaçlar doğrultusunda her ikisi de kullanılabilir. EEE! Kitap hepsi neticede.

Reklam

Tefrika Hikâye: Tutunamayanlar Bölüm 4: Son…

Sevgili Okur,

“Çivisi çıkmış.” dedikleri dünyanın çivilerini yerine çakmaya çalıştıkça ellerim kana bulandı. Kafamın içinde bir dünya derdi taşımaktan da yoruldum artık. “Yoruldum, bıktım, usandım.” denmez ama hâlimi kime şikâyet edeceğimi de bilemiyorum. Bildiğim tek bir şey varsa yılmak, yıkılmak ya da durmak gibi şeylerin benim gibilerin lügatinde hiç olmadığıdır.

İçimde kaynayan mahşer beni uykularımdan uyandırıyor. Coşkumdan yerimde duramıyorum. Olmalı, diyorum. Tutunacak bir dal, beni kendine çekecek bir ses, gözüm gördüğünde içimde neşeli bahar şarkıları çaldıran bir güzellik elbette bir yerlerde var olmalı. Ben bu kadar umutla nasıl yaşıyorum?  

Ahir ömrümde, çocukların gözlerinin nasıl ışıldadığını gördüm. Sonra, gençlerin gözündeki ferin nasıl söndüğüne şahit oldum. Gözlerinin ışığı yitmemiş olanı nerede görsem tanırım. Sen de öğren onların kim olduğun sevgili okur. Bir çocuk merakı taşırlar onlar içlerinde. Heybelerinde hep güzellikler vardır. Bu güzelliği dağıtmaktan da elbette ki yüksünmezler. Yetişkin demenin ne olduğunu ise hâlâ anlayamadım. Nereye yetişiyoruz biz? Vardık mı? Bildiğim bir şey varsa o da hepimizin yolda olduğudur.

Hacı teyzeyle kesişti yolum, yolumuz. O genç kızın gençliğiyle Hacı’nın yolları kesişti. Bu öykü gönlüme nereden düştü bilinmez. Eksik parça ne zaman tamamlanır? Yürünen yollar nereye varır? Okunan öyküler ne anlatır? Yukarıdaki cümleleri bir bütün oluşturacak şekilde sıralayamazsak ne kaybederiz? Bu ve bunun gibi sorular hangi sınavda çıkar? Hayatın karşıma çıkardığı sorulardan yalnızca birkaçı.

Benim hafızam zayıftır. Yazdıklarımı sen hatırla.

Bana postalanan öyküde bu kadarı yazıyordu. Bu genç kız kim? Hacı teyze kim? Nerede yaşadılar? Öyküleri nasıl başladı, nasıl bitti? Bunların hiçbirini bilmiyorum. Final yapamadan ekranlara veda eden diziler gibi beni merakta bırakan bu öykü hayatıma nasıl giriverdi ben de bilmiyorum. Bir tek şey biliyorum yalnız: Hayat yanı başımızda. Peki ya sen neredesin sevgili okur!

 

Serinlik Mahallesi

Asfalt nedir bilmeyen mahallenin çocuklarıydık bizler. Arnavut kaldırımlı sokakların siyahtan taşlarını sayarak geçti günlerimiz. Mahalleyi mahalle yapan taş kaldırımlardır aslında. Çünkü onlar komşuya, bakkala, kahveye, aşka götürür sizleri. Biraz dikkatli bakarsanız eğer onlara, aralarındaki tozun toprağın kir olmadığını göreceksiniz. O tozun toprağın anılar olduğunu gördüğünüzde ise başınızı kaldırıp bakarsanız mahalleye, her bir suret her bir bina size çok daha tanıdık gelecek.

Serinlik Mahallesi emekli asker Seyfi Bey’in oturduğu apartmanla başlayıp Çerkez ablanın eviyle son bulurdu. Son bulmazdı da aslında biten sadece binalardı, nitekim içinde ölmeyecek demet demet anıları saklıydı. Şimdilerde göçen gidenler sokağına döndü ama ben hâlâ o cıvıltı günlerini hatrımda tutarım. Mahalle ortasında bulunan kahvehanede atılan tavla zarının sesi kulaklarımda mesela. Birbirlerine espriler yaparak işini yapan Kasap Feyyaz ile Bakkal Seyit’in sesleri sokakta capcanlı hâlâ. Sokak ortasında top oynayan çocukların ince sesleriyle ettiği o masum küfürler de…

Küçücük bir mahalle gibi görünse de sakinlerine yetiyordu, herkes birbirine kaldırımlar kadar bağlıydı. Bir kişi eksilse o bağdan yerine bulamazdınız kimseyi. Mahalleyi birbirine katıp karıştıran Serpil abla mahallelinin ağızındaki haliyle Cazgır Serpil bile kopsa o bağdan yerine hiç kimseyi koyamazdınız. Herkesin şekil almış isimleri vardı kısaca. Ben mahallede herkesi olması gerektiği kadar severdim. Yan komşumuz Necla ablayı daha çok severdim mesela. Onu hep Alpay’ın Fabrika Kızı şarkısındaki kız sanırdım. Annemin en yakın arkadaşıydı. Annem ahretliğim derken ve ismini söylerken ayrı bir tonda seslenirdi adeta. Necla abla izinli olduğu günlerde annemle arka balkonda çay içerlerdi. Orada sık sık birbirlerine destek olur, arada dedikodularını sıkıştırır ve bir demlik çayla iki sigarayla günü akşam ederlerdi. Necla ablayı benimle çok ilgilendiğinden ve bize çok geldiğinden severdim ama bir de tütün fabrikasında çalıştığı için çok severdim. Her ay anneme bir karton sigara getirirdi, bana da o kartondan nasiplenmek düşerdi. Ara sıra iki üç dal fazla alırdım. Ya gece camdan tüttürmek için ya da arkadaşlarla arka sokaklarda gezinirken içmek için. Gerçi yine böyle bir yürüyüş sırasında Cazgır Serpil’e yakalanmıştık. Dedikodu hızını ilk orada anlamıştım. Daha işten eve dönmemiş olan babamın bu durumdan nasıl haberi olmuştu hâlâ düşünürüm. Serpil abla mahallenin magazin kamerası gibiydi, hiçbir şey bulamazsa alt komşuları yeni evlenmiş Sedat ağabey ile Nazan ablanın kavgalarını anlatır dururdu. Malum dedikodu paparazi bir davranıştır. Ve bence en çok dedikoduyu kendi hayatını yaşayamayan insanlar yapar. Belki de Cazgır Serpil’in yaşayamadığı onlarca şey vardır…

O şirin mahallenin akşamları başka olurdu. Hele ki bir de yaz akşamıysa her balkondan bir çay kokusu gelirdi. Balkonların sarı ışıkları mahalleyi aydınlatırdı. Esnaf eve gitmek için değil de eve gitmemek için yavaş çalışır, kahvehaneden dolu dolu kahkahalar yükselirdi. Çocuklar mesela akşam ezanını hatırlamadan oyunlarını oynamaya devam ederdi, aşıklar sevdiklerini son bir kez daha görebilmek için evine giden yolun yönünü değiştirirdi. Bu kişilerden biri de Kemal ağabeydi çünkü mahalleyi kasıp kavuran bir aşk efsanesi vardı. Leyla ile Mecnun’u tanımadan Sevgi ile Kemal’i tanıdık bizler. Kemal abi uzun boylu, hafif esmer, saçları gür ve bakımlı, kıyafetleri özenli hem bir mahalle ağabeysi hem de hastaların şifacısı mesleğini seven bir eczacıydı. Sevgi Abla ise aile baskısından bunalmış, ev hapsinde günlerini geçiren, hasta dedesine ilaç almak için bir de mutfak eksiklerini tamamlamak için dışarı çıkan orta boylu, çakır gözlü, kısa saçlı kaküllü, her şeye rağmen sevecen ve güler yüzlü bir kadındı. Kemal Ağabey’in aşkı eczaneye ilaç almaya gelen Sevgi ablayı gördüğünde başlamıştı. O günden sonra Kemal ağabey Sevgi ablayı görebilmek için türlü bahanelerle Sevgi ablanın evinin kapısını çalar olmuştu. Tabii zamanla Cazgır Serpil’in de etkisiyle oluşan bu aşk, mahallenin kulağına düşüverdi. Çok zaman geçmeden de Sevgi ablanın babası Seyfi amcaya haber ulaşmıştı. Ardından hiç unutmam bir akşam eczane tarafından sesler gelmeye başladı. Kimi camdan kimi kapıdan atıverdi kendini ben de çıkmıştım. Görünürde bir kavga yoktu ama yüksek sesler bir yerden geliyordu. Seslere doğru yaklaşınca eczanenin içinde ilk gördüğüm şey Seyfi amcanın iki eli havada karşısında iki büklüm olmuş Kemal ağabeye bağırmasıydı. O akşam esnafın da olaya el atmasıyla çok büyümeden bazı meseleler rafa kaldırıldı. Fakat ilerleyen günlerde her şey çok değişmişti. Saklı kalması gereken şeylerin ortaya çıkmasından sonra insanlar gözleriyle anlatır bazı şeyleri.

Mesela bir adam bakışıyla tokat atabilir bir başka adama. Bir kadın mesela öldürebilir bir adamı gözünü kaçırarak yürürken. Ve anahtar kilde oturdu mu peşi sıra yıllar geçerken açılır kapının kilidi. Biz de yıllar sonra anladık o aşkın çaresiz savruluşunu. Meğerse Seyfi amcanın kızgınlığı Kemal ağabeye değil, Kemal ağabeyin rahmetli babası Orhan amcaya imiş. Vakti zamanından kendi aralarında yaşanan sûhân-ı ruh bir aşk hikayesinden kalma kinden kaynaklanmış bu kızgınlık. Neticede zaman dozu düşük bir ilaçtır, yani kısa vadede olmasa da uzun süreler sonunda Kemal ile Sevgi’nin de ilacı oldu. Hatta zamanın da bir meyvesi var, onun da adı Orhan Seyfi desem.

Şimdilerde geçerken mahallenin asfalt yolundan; çocukluğumdan, gençliğimden kalan duvarlarda bir boya dükkanlarda bir tabela mahallede tanıdık bir arkadaş evlerden gelen bir ses arıyorum. O hiç bitmeyecek gibi yaşayan mahalle şimdilerde anılarını yaşatacak insan arıyor. Mahalle artık küskün sakinlerine, ne eski neşesi var ne de heyecanı. Altmışlarına yaklaşmış ihtiyar bir ben gibi alışamıyor yeniye belki de değişime. Eminim onun da kaybettiklerinden gözleri yaşlanıyor sisli bir sonbahar sabahında. Nefesi kesiliyor, geceleri korkuyor çok tanıdık bir saat arasında ölmekten. Asfalt ona ağır geldi. Yeni binalar bilenmiş çelikten bir bıçak gibi sapandı göğsüne, yağmur damlaları artık muhteriz değil canı acıyor sağanaktan. Her şeyden sonra geleceklerden önce oda eminim şunları düşünüyor:

Kötü günler, kötü hatıralar, kötü zamanlar insanlarca hep unutulmak istenmiştir fakat iyi günler de iyi zamanlar da iyi hatıralar da unutulmalı. Hatta hiç bahsedilmemeli kötüler gibi. Çünkü insan kötüyü düşünürse geleceğe, iyi düşünürse geçmişe umut bağlıyor. Lakin önemli olan andır. Anı kıymet bilerek yaşamaktır. İnsanlar hep bunu unutuyor, kaybediyor ve üzülüyor. Sonra da ölüyor.   

İstanbul

Yağmurlu Bir İstanbul Akşamı

Hep suçluluk duydum ben,

Dinlediğim ezgilerden, söyleyemediğim şarkılardan.

Sonra sesimi açtım, bu sefer de

Sesim kötü müdür diye hüngür hüngür ağladım.

Mahzunluğun kızıydım sanki.

İçemediğim çayda kaldı aklım hep.

Yağmur yağarken Güneş’i özlerdim.

Kar varken açan çiçekleri.

Kulağım hiç söylenemeyen türküdeydi benim hep.

Şiirlerimi bile insanların istediği gibi yazdım hep.

Ey gökyüzü!

Sen söyle şimdi nerede bu insanlığın yüzü?

Musikisini dillendiremediğim Itri’de mi?

Piyanoyla sokaklarda çalamadığım Gülnihal’de mi?

Bir türlü kaçıp gidemediğim şehirlerde mi?

Korkup yaşayamadığım gizli aşklarda mı?

Yoksa rayihasını doyasıya içine çekemediğim

Yağmurlu bir İstanbul akşamında mı?

Ey gökyüzü!

Sen düşünür müsün hiç

Yağmur yağdırırken insanlar ıslanır mı diye?

Buzul çağın virüsü bu!

Kokuşmuş, çürümüş bir şehir…

Bir türlü dönemeyen plaklar,

Kavuşamayan kumrular,

Bir kayada ötemeyen iki keklik!

Ve ıslak toprak kokusuna derinsiz,

Asfaltta kalan salyangoza kör beşerler!

Ey yağmurlu İstanbul akşamı!

Kahve ve hanımeli rayihalarıyla dolu bahçelerden

Mazot kokulu caddelerine geldim!

Sana geldim…

Sana gelirken pek çok yoldan geçtim.

Ağaçlar, ormanlar, gri soğuk bir hava

Issızlığını benim eski günlerimden almış gibi.

Ama “denizkızları gerçektir” dedi bir düş prensesi.

Oysa radyoda elbet bir gün buluşacağız”dan sonra

Hep “sana yetişemedim” çalardı.

Bolu’dan geçen yollara bakar bakar

Koca bir “Ah” çekerdim…

“Hep” derdim

“Hep sonradan gelir aklım başıma…”

Ey yağmurlu İstanbul Akşamı!

Şimdi Güneş açmışsın sen,

Gittiğim yol azalmış, bitmiş;

Semalarında martılar kol kola,

Marmara’da balıklar çığlık çığlığa,

Mavi büyük jipler,

Mendil satan çocuklar,

Şişman, yüklü Arap kadınlar

Mini etekli kızlar, gülüşen oğlanlar,

Bira içen gençler,

Eyüp Sultan’da namaz kılmaya gelenler,

Ayasofya’ya başı açık olduğu için giremeyenler,

Şarkılar, türküler, uzun geceler…

Ve tüm kalabalığın dilinde aynı manifesto:

“Tanrı!”

Ah İstanbul; dinsin yağmurun!

Ben geldim.

Meşhur Masalların Orijinalleri Serisi – 1

Kurbağa Prens:

Yıllar önce bir kral varmış ve bu kralın birbirinden güzel kızları varmış. Kralın her doğan kızı bir öncekine göre daha da güzelmiş. En son doğan kız da güneşi bile kıskandıracak bir güzellikteymiş. Bu kızın en büyük hobisi gün boyunca kralın kalesinin yakınındaki bir kuyuya gidip yanında oturmak, zaman zaman da altından topuyla oynamakmış. Günün birinde kızcağız yine kuyunun yanında altın topuyla oynarken top elinden kayıp düşmüş ve kuyunun içine girmiş. Bundan sonra kız ağlamaya başlamış, öyle çok ağlamış ki gözyaşları taşları eritecek kadarmış. Daha sonra kız yakınlarından “neden ağlıyorsun? bir sorun mu var?” seklinde bir soru duymuş. arkasına donup bakınca da oldukça çirkin bir kurbağa görmüş ve kurbağaya “topum kuyuya düştü, kuyu çok derin olduğu için onu oradan çıkartmam mümkün değil” demiş.

Kurbağa kıza “topu kuyudan çıkartırım ama bunun karşılığında bana ne vereceksin” deyince kız “istediğin kadar altın, hazine, kıyafet, zenginlik veririm” demiş. kurbağa da “bunların hiçbirini istemiyorum ama topu çıkartırsam benim en iyi arkadaşım olacaksın, aynı kaptan yemek yiyip aynı yatakta uyuyacağız, hep beraber gezeceğiz” demiş ve kız da bir yandan bunu kabul etmiş ama bir yandan da “bu kurbağa kendini ne sanıyor, onunla beraber hayatimi geçireceğimi mi düşünüyor” diye düşünmüş. Birazdan kurbağa topu kuyudan çıkartınca topunu alan kız koşabildiği kadar hızlı bir şekilde koşarak kurbağadan kaçmış ve sözünü yerine getirmemiş.

Birkaç gün sonra kız sarayda oturup yemek yerken kapısı çalınmış ve kapıyı açtığında karşısında kurbağayı görmüş. Kız kurbağayı görünce kapıyı suratına kapatmış ve odasına çekilmiş. Daha sonra kral kızının endişe içinde olduğunu görünce ona ne olduğunu sormuş. Kız olan biteni anlatınca da babası “kurbağaya verdiğin sözü tutmak zorundasın” demiş. Kız da gidip kapıyı açmış ve kurbağayı odasına kabul etmiş. kurbağa yemek masasına atlayıp kızın az önce yemeğini yemekte olduğu tabağın kenarına gelmiş ve o tabaktan yemeye başlamış. Kız her ne kadar kurbağayı durdurmak istese de babası “verdiğin sözü tutmak zorundasın” deyip müdahale ediyormuş.

Kurbağa kıza “karnım doydu ve uykum geldi, beni yatağına taşı da uyuyalım” deyince kız kabul etmemiş ama babası yine ona verdiği sözü tutması gerektiğini hatırlatmış ve kız çaresiz olarak babasının emrine uymuş. Kız kurbağayı odasına götürmüş ama yatağına almamış. Kurbağa da “beni yatağına almazsan seni babana şikayet ederim” deyince sinirlenip kurbağayı tuttuğu gibi duvara fırlatmış. duvara yapışan kurbağa bir anda çok yakışıklı bir prense dönüşmüş (not: bu masalın daha çok bilinen ama asıl olmayan versiyonunda kız kurbağayı öpüyor ve kurbağa prense dönüşüyor). Kurbağa yakışıklı bir prense dönüşünce kızın fikri değişmiş ve prensle evlenmeye karar vermiş. Babası da onay verince evlilik gerçekleşmiş ve kız prensin sarayına taşınmaya karar vermiş.

Prensin Henry adında bir yardımcısı varmış. Taşınma işinde yardımcı olmak için at arabasını alıp kralın sarayına gelen Henry prensin kurbağadan insana dönüştüğünü görünce sevinmiş çünkü zamanında prens kurbağaya dönüşünce üzüntüden kalbi parçalanacak kadar ağrımış. O da kalbi parçalanmasın diye göğsünün bulunduğu yere üst üste 3 zırh giymiş. prens ve prenses yolculuk ederken bir çatırtı duyulmuş. prens at arabasının tekerleklerinden birinin kırıldığını düşünmüş ama bu Henry’nin giydiği üç zırhtan biriymiş. Daha sonra diğer iki zırh da patlamaya başlamış. Eski efendisine kavuşan Henry o kadar mutluymuş ki kalbi büyümüş ve giydiği zırhları çatlatacak kadar güçlü olarak atmaya baslamış. Masal burada sona ermiş….

Bir Kitaba Tutuldum! Kitap İncelemesi

“Dil, insanların binlerce yıllık deneyim ve birikiminin taşıyan benzersiz bir kültürel varlıktır.”Türk dünyasında ise dil, Kâşgarlı Mahmut’un çalışmaları ile kendini göstermiştir. Yabancılara Türkçe öğretimi hususunda ilk ciddi dil çalışmaları ile bilinen en değerli eseri Dîvânu Lügâti’t-Türk, tarih sahnesinde yerini almıştır. Bu mükemmel eser, kuşkusuz Türk dünyasının en kıymetli mücevheri, Türklüğün kültürel hazinesidir. Açıkçası bu eseri okumak, her sözcüğün anlamını yorumlamak, Türklük bilincini aşılamada ve yaşatmada en güzel örnektir. Eser sadece dil bakımından olmaksızın içeriğinde edebiyat, tarih, folklör ve sosyoloji bakımından zengin bir yapıya ev sahipliği yapmaktadır. Türk dilinin güzelliğine, zenginliğine ve dönemin içinde barındırdığı kültürel kimliğe hayran kalmamak elde değil. Peki, bu eser günümüze gelmeyi nasıl başardı ve şu anda nasıl himaye edilmekte? Gelin birlikte kültürel mirasımızın kapısını aralayalım.

Dönemin ünlü bilginlerinden Ali Emîrî Efendi, 1912 yılında Dîvân’ın tek nüshasını yok olmaktan kurtarmış, Kilisli Rıfat ise bu nüshayı yayımlayarak Türk dünyasına neşretmiştir. Günümüzde ise eserin tek nüshası İstanbul’daki Millet Kütüphanesinde himaye edilmektedir.
Gelin Dîvânu Lügâti’t-Türk’ün serüvenlerle dolu hikâyesini Doç. Dr. Feyzi Ersoy’un kaleme almış olduğu ‘’Bir Kitaba Tutuldum’’ adlı didaktik eserinde ne anlatıyor birlikte dinleyelim.

Yazar, romanın konusunu okurlara iki zaman diliminde anlatıyor. Geçmişte yaşanan olaylar 1912’lerin İstanbul’unda, günümüzde yaşanan olaylar ise 2017’nin Türkiye’sinde geçiyor. Geçmişe gittiğimizde başkahraman olarak Ali Emîrî Efendi’yi, günümüzdeyse emekli bir Türk dili profesörü olan Aykut hocayı görüyoruz. Romanın başlangıcı, Millet Kütüphanesinden çalınan Dîvânu Lügâti’t-Türk’ün kaybolması ile başlıyor. Profesör, yaşanılan olayları yakın arkadaşı olan bir Türkolog profesör ve iki asistanı ile sıkı bir takibe alıyor. Takip sürerken eserde Divân hakkında bazı bilgilendirici konulara da yer veriliyor. Kitapta Divân’ın girişinden sözler de yer alıyor.

Dîvânu Lügâti’t-Türk- Millet Kütüphanesi

Evet, şimdi de sizinle geçmişe, 1912’lerin İstanbul’una yolculuk edelim. Hepimiz biliriz ki Ali Emîrî Efendi yaklaşık bin yıl önceden Kâşgarlı Mahmut’un mirasını ulusa kazandırmış çok değerli bir bilgindir. Kitapta Ali Emîrî, Divân’ın tek nüshasına erişmiş ve bu olaylar ise kısaca şu sırayla gerçekleşmiştir:
Ahmet Nazif Paşa’nın yeğeni olan Handan Hanım, pek değerli eseri, Divân’ı, ömrünün sonuna dek saklaması için paşadan emaneten alır. Eseri uzun bir süre muhafaza ettikten sonra hem sağlığı hem de maddi durumu bozulmaya başlar. Handan Hanım, amcazadesinin ölmeden önce zor durumda kalırsa Divân’ı altın para ile otuz liradan satabileceğini hatırlar. Büyük bir hassasiyetle eseri sakladığı yerden çıkarır ve içi buruk bir şekilde sahaflar çarşısına satmaya götürür. Sahaflardan Burhan Efendi, kitabı görüp inceler. Fakat Handan Hanım’ın söylediği miktarı çok bulur, eğer biraz beklerse hükümetteki tanıdıklarına kitabı gösterebileceğini söyler. Uzun uğraşlar sonucunda Burhan Efendi kitabı satamayıp Ali Emîrî Efendi’ye götürür. Ali Emîrî bir süre sonra kitabı satın almayı başarır. Kilisli Rıfat hariç uzun bir süre kitabı hiç kimseye göstermez. Ali Emîrî neşredilmesi için kitabı Kilisli Rıfat’a verir ve kitap bu sayede yayımlanır. Diğer taraftan günümüz İstanbul’unda Aykut hoca, meslektaş arkadaşı ve asistanlarıyla kaybolan Dîvân’dan gelecek güzel haberi beklemeyi sürdürürler.

Feyzi Ersoy’un gözünden Dîvân’ın bulunuş hikâyesini dinlerken büyük bir heyecan ve merak siz okurlara hâkim olacak. Kitabın içeriğine dair birçok detay ve bilgi bulunsa da okumayan okurlar için çok fazla bilgi vererek heyecanını kaçırmak istemiyorum.

‘’Bir Kitaba Tutuldum’’ romanını okurken kitaplığımda Dîvânu Lügâti’t-Türk’ü görmek, sözlüğün her detayını irdelemek ve o dönemin kültürel, sosyolojik yanlarını anlamak istedim. Kültürel mirasımıza sahip çıkmak ve tarih bilincinin farkında olmak bize düşen görevlerin en başında geliyor. Geçmişin ve geleceğin arasındaki köprüyü görmek adına bu güzel eseri baştan sona bitirmek şarttır. Nihat Sami Banarlı “Türkçenin Sırları” adlı eserinde Türk dilinin imparatorluk dili olduğunu ifade eder. Hemen ne dediğine bir göz atalım.

Türk dili herhangi küçük ve başkalarına mahkûm bir millet dili değil, tarihin daha ilk anlarından başlayarak bir imparatorluk dilidir. Her dil, imparatorluk dili olamaz çünkü her millet imparatorluk kuramaz. Bunun için büyük millet olmak lazımdır. Büyük milletlerin dili de tabiatıyla, büyük vatanlarda işlenmiş, büyük dil olur.

Eserde geçen bu bölüm Türkçenin zenginliğini genç kuşaklarla tanıştırmayı hedefleyen önemli bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Başka dilleri öğrenmeye merak salsak da kendi dilimizi, benliğimizi ve kimliğimizi unutmamamız gerekmektedir.

Dilimizin koca bir miras olduğunu anlamak ve kavramak için en değerli kaynağı Dîvânu Lügâti’t-Türk’ü, ardından Türkçenin Sırları’ını ve akabinde Bir Kitaba Tutuldum romanını okumanızı tüm kalbimle tavsiye ediyorum. Dil bilincini aşılayan ve aşılamaya devam eden tüm yazarlara ve bilim insanlarına minnetle…
Kitaplarla kalın.

Aşk-ı Memnu Roman İncelemesi ve Dönem Zihniyetinin Romana Yansımaları

Aşk-ı Memnu (Yasak Aşk) Halit Ziya Uşaklıgil’in realizm akımın etkisiyle kaleme aldığı Türk edebiyatının dönemlerinden olan Servet-i Fünun döneminde yayımlanmış ve büyük yankı uyandırmış bir romandır. Gerek işlenen konu gerek yazarın üslubu son derece dikkat çekmiştir.  Kanaatimce dönemin zihniyetinin, yaşayış tarzının en güzel yansıtıldığı bir romandır Aşk-ı Memnu. Kimi araştırmacılara göre Nihal’in öyküsü, kimi araştırmacılara göre ise Bihter’in öyküsüdür. Gelin bu romanı daha detaylı inceleyelim:

Romanın zihniyetine bakacak olursak; Servet-i Fünun dönemi II. Abdülhamit dönemine denk düşer ve bu dönemde uzun yıllar baskıcı, sansürcü bir yönetim hâkimdi. Bu yüzden “Toplum için sanat” anlayışının yerini “Sanat için sanat” anlayışı almıştır. Bu anlayışın da etkisiyle yazarlarımız kendi iç dünyalarına yönelmişler, sıkıntılı, buhranlı eserler ortaya çıkarmışlardır. Hatta yazarların büyük çoğunluğunda İstanbul’dan kaçma, kurtulma düşüncesi hâkimdir. Bu düşünce yapısını da Uşaklıgil roman kahramanımız olan Behlül’e “Behlül kaçar” şeklinde yansıttığını söyleyebiliriz. İşte Aşk-ı Memnu romanımız da bu anlayışlar çerçevesinde yazılmıştır.

Gelelim mekân unsuruna; romanda mekân son derece kısıtlıdır. Olayların büyük çoğunluğu yalıda ve Ada’da geçer, karakterler de kendi halinde yaşarlar. Zaman zaman o dönemki İstanbul’un eğlence ve mesire yerlerinden bahsedilir fakat bu mekânların üstünde durulmaz.

Zaman unsuru; olaylar 19.yüzyılın ikinci yarısında geçmektedir. Dönemin toplumsal yapısı ve yaşam tarzı bize bu yargıyı çıkarmamızı sağlamaktadır. Romanda kronolojik zaman kullanılmıştır. Olaylar birbirini takip eder ve olayların anlatıldığı süre iki yıl gibi bir süreyi kapsamaktadır. Ayrıca romanda sık sık geriye dönüşler yapılmıştır sanıyorum ki bundaki amaç karakterleri biz okuyuculara daha iyi anlatmak ve onların psikolojilerini daha iyi anlamamızı sağlamaktır. En belirgin geriye dönüş ise, Bihter’in evliliğinin üstünden bir yıl geçtikten sonra kendiyle hesaplaşıp çocukluğunu hatırladığı kısımdır.

Romanda tema; Bence bu romanda tek bir temadan bahsetmek olmaz evet ilk aklımıza gelen tema yasak aşk fakat bunun yanı sıra yozlaşma, kıskançlık, intihar, yalnızlık da temaya dâhil edilebilir. Ayrı ayrı ele almak gerekirse;

Yasak aşk: Bu tema romanda yaşanan yasak aşkın insanların hayatının üzerindeki yıkıcı ve yaralayıcı etkisini gözler önüne sermiştir.

Yozlaşma: Uşaklıgil bu romanıyla geleneksel Türk aile yapısının çöküşünü, ahlaki değerlerin yok oluşuna dikkat çekmiştir. Bunu üç karakter üzerinden anlatmıştır: Firdevs Hanım, Bihter ve Behlül.

Kıskançlık: Bu tema romanın genelinde işlenmiştir, bu duygunun ne kadar güçlü bir duygu olduğunu, önlenemez olduğunda sonucun büyük bir yıkıntıya yol açtığını görüyoruz.

İntihar: Romanın sonunda okuyucu etkileyen intihar olayıdır. Eminim ki pek çoğumuzun hafızasına yer edinmiş sahnelerden biridir intihar sahnesi.

Yalnızlık: Romanımızın en önemli temalarından biridir. Karakterlere baktığımızda hep yalnız olduklarını ve kendi iç dünyalarında yaşadıklarını görüyoruz.

Romanda dil ve anlatım; Kullanılan dil tipik bir Serveti Fünun döneminin dilidir yani ağır, sanatlı, süslü söyleyişlere bolca verilmiş. Tabii Uşaklıgil bunu romana titizlikle uygulamıştır.  Ayrıca bir cümlenin bir paragraf olduğunu, uzun ve sıralı cümlelerin de çok olduğunu belirtmek gerekir.

Peki, Aşk-ı Memnu romanı realizm akımıyla mı romantizm akımıyla mı yazıldı?

Bu sorunun cevabını şöyle verebilirim: Realizm akımı toplumsal konuların işlendiği romanlarda daha sık kullanılır. Bu bakımdan da birçok eleştirmen Aşk-ı Memnu’nun konusunun toplumsal olduğunu savunur ama giriş kısmında da bahsettiğim üzere Servet-i Fünun döneminde toplumsal konulara eğilmek pek mümkün değil. Bu yüzden Aşk-ı Memnu için kesinlikle realist bir romandır diyemeyiz. Çünkü içinde romantik unsurlara da rastlanır. Realist romanlarda bu romanda olduğu gibi kadere ve tesadüflere yer verilmez. Fakat bu duruma Aşk-ı Memnu ’da rastlıyoruz. Örnek vermek gerekirse; Nihal’in Behlül ile Bihter’in arasındaki ilişkiyi öğrenmesi tesadüf sonucu gerçekleşir.

Sonuç olarak; Aşk-ı Memnu, Batı edebiyatında gördüğümüz Madam Bovary ile çok benzeyen kurgusu ve konusu bakımından çok başarılı bir eserdir. Eleştirmenlere göre de Aşk-ı Memnu, Uşaklıgil’in en başarılı romanlarından biri olarak kabul edilir. Eser, topluma değil bireye dönük bir romandır. Karakterlerin psikolojik tahlilleri biz okuyuculara çok iyi yansıtılarak onların içinde bulunduğu ruh durumuna da bire bir tanık olduk.

Romanın çok başarılı bir eser olduğu su götürmez bir gerçek zaten. Bugün hâlâ üzerinde pek çok araştırmalar ve tartışmalar yapılmaktadır. Bence bir bakıma da ölümsüz bir roman diyebiliriz. Eminim ki bu romanı ölümsüz kılacak şey dili ve üslubudur.

Keyifli okumalar dilerim…

Yeni Cennet Dünyaya Hoş Geldiniz – Ütopya

Ünlü İngiliz filozof Thomas More’un Ütopyası karşınızda. Dünya edebiyatı için önemli bir eser olan Ütopya kitabı 1516 yılında yazılmıştır. Kitabın bu kadar önemli olmasının sebebi Ütopya kavramının tanımını ilk defa Thomas More yapmıştır. Platon’un Devlet kitabı da bir ütopya olarak kabul edilmiştir. Ancak Ütopya romanı ütopya kavramını tanımlayan ilk kitaptır. Ütopya kavramını Thomas More ‘’iyi yer’’ ve ‘’yok yer’’ olarak tanımlamıştır. Kavramı iki farklı şekilde kullanan More kurduğu hayalî dünyayı güzel, iyi, yaşanılması mümkün yer olarak düşünmüştür. Diğer tarafta ise yok yer olarak tanımlaması ise işin acı gerçeğidir. Asla olmayacak olan, hayali, gerçekleşmesi mümkün görünmeyen yer olarak açıklamıştır. Bu durum Ütopya kavramının ne kadar çarpıcı bir gerçekliği olduğunu bizlere göstermiştir.

Distopta’nın tam zıttı olan bu kavram bizleri yaşadığımız dünyadan alıp bambaşka bir gerçekliğe ışınlıyor. Peki, nedir bu distopya? Ütopya yaşanması mümkün, güzel yer iken distopya tam tersini anlatır. Distopik bir toplum otoriter – totaliter bir devlet modeli, insanların yaşamaktan keyif almadıkları, baskı altında oldukları bir toplumu karakterize eder. Birçok distopik roman yazılmıştır. Örneğin; Fahrenheit 451, Cesur Yeni Dünya, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Körlük distopik romanlara güzel örneklerdir. Saydığımız örneklerdeki kitaplar olumsuz, kimsenin yaşamayı istemeyeceği bir toplumu bizlere anlatır. Ancak Thomas More’nun hayalini kurduğu Ütopya bizi yeni cennet dünyaya götürür. Kitabı okurken ‘’Gerçekten böyle bir yerde yaşamak ister miydim?’’ sorusuna belki de insanların büyük bir çoğunluğu evet cevabını verir. Gelin şimdi Ütopya nasıl bir yermiş beraber bakalım.

Thomas More ‘nun Ütopya’sı iyiliklerle dolu bir toplumu ifade ediyor. Kötülük yapmak diye bir şey yok. Öyle bir toplum düşünün ki paranın hiçbir değeri yok. Hatta altın o kadar değersiz bir şey ki kölelere kolye olarak takılıyor. Kitapta geçen bir pasajda ‘’Nasıl oluyor da, bir eşek kadar bile kafası işlemeyen zenginin biri sırf altını var diye bir sürü insanı köle gibi kullanabilir? ’’  diyerek işin aslını özetliyor aslında. Böyle güzel bir toplumda, bir ütopyada kölelik kavramı neyin nesi derseniz? Ağır bir suç işleyen insanlar köle olarak kullanılıyor. Ütopyalıların yaşadığı Ütopya şehri ismini Kral Utopus’tan alıyor. Kral Utopus’tan önce yoksulluk içinde, kötü şartlarda yaşayan bölge halkı kralla birlikte bambaşka bir hayata geçiyorlar. Kral Utopus yarımada şeklinde olan bölgeyi ele geçirince şehri düşmanlardan korumak için karayla birleşen kısmı kazıtarak yarımadayı ada şekline getiriyor. Mülkiyet kavramının olmadığı Ütopya şehrinde ortak mülkiyet kavramı vardır. Toplam elli dört şehirde oluşan Ütopya’da bütün şehirler birbirine eşit uzaklıktadır ve hepsi birbirinin aynısıdır. Başkent ise şehirlerin tam ortasında yer almaktadır. Bu şehirlerde yaşayan aileler on yılda bir yer değiştiriyorlar. Sebebi de elbette ki mülkiyet kavramının oluşmamasıdır. Halk istediği dini seçmede özgürdür. Tanrı ismi elbette var fakat nasıl ibadet edeceği tamamen kişiye kalmış. Ütopya ülkesinde hiç kimse dininden ötürü kötülenmiyor. Ütopyalılar törenlerde hayvan kurban etmiyorlar. Yaşasınlar diye can veren Tanrı, hayvanların kanının akıtılmasından hoşlanmaz düşüncesine sahiptirler. Dünyada rahat, sevinçli, hiçbir kaygı olmadan yaşamak kadar güzel bir şey olamaz.

Roman iki bölümden oluşuyor. Thomas More ilk önce kitabın ikinci kısmını yazıyor daha sonra birinci kısma geçiyor. Kitabın birinci bölümünde daha çok hikâyeleştirilmiş kısımlar bulunuyor. Gezmeyi seven Rapfael Hythloday isimli kurmaca karakter Thomas More ve arkadaşı Peter Giles’a Ütopya ülkesini anlatıyor. İkinci kısımda ise Ütopya’yı tüm özellikleriyle bize anlatıyor. Yazar Ütopya romanını Latince olarak yazıyor. Reform hareketine karşı olması sebebiyle ve Kral VIII. Henry ile ters düşmesi sonucunda ölümünden çok sonra bin beş yüz elli bir yılında kitap İngilizceye çevrilmektedir. Ütopya kitabı çok hacimli bir eser değildir. Bu kitabı mutlaka okumanızı öneririm.

1984 Kitap İncelemesi

1984… Bu tarihte geçmeyen ama bu tarihi ve günümüzü öngörebilen bir distopya.

“Savaş Barıştır

Özgürlük Köleliktir

Cahillik Güçtür”

İşte tam da baş karakterimiz Büyük Birader’in dediği gibi. Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya sürekli savaş halinde olan üç büyük güç. Aynı ideoloji ve sistemle yönetilen bu devletlerin yaşam şekilleri. Kısacası onlar için savaş barıştır.

Asıl adı Erich Arthur olan George Orwell tarafından yazılan 1984, distopik ve bilim kurgu romanıdır. Kitap, içerik olarak geçmiş dönemlerde yaşanmış toplumsal olaylara karşı eleştiri niteliği de taşır. Günümüzde hala var olan makam, statü gibi olguların önem sırası, astlık ve üstlük düzeni çoğu toplumda görülen bir yapıdır. Bu düzen bireylerin yaşam koşullarını ve tarzlarını belirler. Avrasya, Doğu Asya gibi Okyanusya’da hiyerarşik düzeni korumak amacıyla savaşı yaşam şekli haline getiren bir devlettir. George Orwell, bu yaşamı tüm çıplaklığıyla ele alır ve en ince ayrıntısına kadar okuyucuya sunar. Zaman zaman olaylara karşı karakterlerin düşünce ve hareketleri romanı gerçekçi kılan önemli unsurlardandır.

Tanrılaştırılmış bir lider olan Büyük Birader, Okyanusya sokaklarında, evlerde bulunan tele ekran adı verilen televizyonlarda kısacası her yerde var olan partinin yöneticisidir. Tele ekranlar aracılığıyla insanlar sürekli gözetim halindedir. Kendi evinizde bile yalnız değilsinizdir. Düşünceleriniz, hareketleriniz, mimikleriniz her şey kontrol altında tutulur. Çünkü partinin amacı sizin düşüncelerinize bile sahip olmaktır. Eğer parti karşıtı bir düşünceye sahipseniz, dikkat edin düşünce suçundan dolayı düşünce polisleri tarafından her an tutuklanabilirsiniz. İç partide yer alan kesim, toplumda lüks dediğimiz koşullara sahip olan tabakadır. Dış parti ise orta kesim denilen, bakanlıklarda çalışan, bazı imtiyazlara sahip olan memur kesimidir. Toplumun en alt tabakasını ise proleterler denilen kesim oluşturur. Proleterler diğer kesimler gibi tele ekranlarla izlenmez. Çünkü onlar özgürüdür. Tek dertleri geçimlerini sağlamak, yaşama devam etmektir. Zaten çalışmaktan düşünmeye vakit bulamazlar ve bu yüzden partiye göre zararsızdırlar. İngsos yani İngiliz Sosyalizmi olarak adlandırılan sistemle yönetilen Okyanusya, yeni söylem denilen bir dille konuşur. Eski konuştukları dil, yani ingilizce ise artık eski söylem olarak adlandırılır. Düşüncelerle birlikte dilde değiştirilmiştir. Bir dilin milletler için ne kadar önemli olduğu kitaptan çıkarılacak en önemli sonuçlarda bir tanesidir. Millet olarak var olmanın en temel koşulu diline sahip çıkmaktır. Geçmişte yaşanılan olaylar ancak dil sayesinde korunabilir. Atatürk’ün de dediği gibi “Dil bir milletin hafızasıdır”. Çiftdüşün olarak adlandırılan kavram ise olmamış bir şeyi olmuş gibi kabul etmektir. Bir bakıma insanların kendi düşüncelerini yeni baştan oluşturma işlemi de denilebilir.

Winston’da bir dış parti üyesidir. Fakat bir süre sonra bu katı, nefret ve kinle kurulu düzeni sorgulamaya ve düşünmeye başlar. İçten içe partiye karşı olumsuz düşünceleri açığa çıkar. Nefret haftalarının birinde, partiye çok bağlı görünen fakat öyle olmayan Julıa’yla bir ilişkiye başlar. İnsanlar arasındaki ilşkiler de yasaktır. Duygusallığa hiçbir şekilde izin verilmez. Tek gerçek vardır o da partiye bağlılıktır. Evlilikler bile izin alınarak ve sadece partiye birey yetiştirmek amacıyla yapılır. İnsaniyetin yok edildiği bir toplumda, insanlar için duygularını açığa çıkaracak Nefret haftaları düzenlenir. Bu haftalarda Büyük Birader, partiyi yıkmak isteyen kardeşlik gurubu hakkında söylemlerde bulunur. Winston ve Julia bir süre sonra, düşünce polisi tarafından tutuklanır. Çeşitli şekillerde, bilinçleri kaybolana kadar işkencelere maruz kalırlar. En sonunda birbirlerine bile ihanet ederler. Yapılan bu işkenceler sonunda partiyi ve Büyük Birader’i kabullenir ve serbest bırakılırlar.

Kitap insanı derinden sarsan bir anlatıma sahiptir. Kesinlikle okunulması gereken başlıca yapıtlardan bir tanesidir. Toplumsal hiyerarşinin, çalışma gücünün, baskı altında yaşamanın ve özgürlüğün ne demek olduğu, ne derece önem taşıdığı çıkarılacak sonuçlardan sadece birkaçıdır. Son olarak kitabı özetleyecek bir alıntıyla yazımı sonlandırmak istiyorum.

“1984, aynı zamanda, günümüz toplumlarında gücü elinde tutmak, iktidarı sürdürmek adına uygulanan yönetsel, dinsel, dilsel, ulusal, ahlaksal, eğitsel baskılar, zorbalıklar, dayatmaların karanlığı içinden kulağımıza çalınan bir sis çanıdır.”

“Otuz Milyon Kelime” Kitap İncelemesi

“Otuz Milyon Kelime” kitabının müfredatı doğuştan üç yaşına kadar küçük çocukların dil çevresini zenginleştirmek için tasarlanmıştır. Dil öğrenme mekanizmasıyla dünyaya gelen çocuklar zengin bir çevrede yetişirlerse ve ebeveyn yeterli desteği sağlarsa hayat boyu etkilerini görmek mümkündür. Doğuştan gelen potansiyellerimizin ve konuşma kimliğimizin gerçekleştirilmesinde dil ortamı büyük öneme sahiptir. Çünkü yaşamın ilk yıllarında ana dili öğrenme sürecinin temelleri atılır. Çocuğun ilk yıllarından itibaren sesleri anlamlandırabilmesi için kelimeler bakımından zengin bir dünyada yaşaması gerekir. Dil ortamının olması ileriki yıllarda matematik, müzik ve görsel sanatlar gibi pek çok becerini gelişmesinde de önemli rol oynar.

Ailenin çocuklarıyla iletişime girmesi, onlarla konuşması, desteklemesi, yanlışlarını düzeltmesi ve çocuğun ihtiyaçlarına cevap vermesi çocuk üzerinde her anlamda olumlu bir etki yaratır. Çocuğa negatif yaklaşmak, baskıcı tutum sergilemek ve yetersiz erken dil ortamı ileriki yaşamını etkiler. Bunun yanında sosyoekonomik faktörlerin de etkili olduğu söylenebilir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki yüksek sosyoekonomik düzeye sahip ailelerde kelime sayısı, çocuklarına yanıt verme alışkanlıkları ve sözlü onay göstermeleri düşük düzey aileye göre çok daha fazla. Üç yaşın sonuna kadar işitilen toplam kelime sayısı arasındaki fark ise 32.000.000 kelime.

Ebeveyn tutumu yadsınamaz bir gerçektir. Ebeveynin çocuğuyla nasıl ve ne kadar konuştuğu, resmi konuşmaların yanında ekstra konuşmalar yapabilmesi, söylediği her kelimenin sadece bir kelime olmadığını kavraması, çocuğuyla kitap okuması, ona hikayeler anlatması ve ona her daim sevgiyle yaklaşması dil öğrenimi süreci için gerekli hususlardır. Bir çocuğun yaşamını şekillendirmek bizim elimizdedir. Unutulmamalıdır ki bebekler akıllı doğmaz, onlarla konuşan ebeveynler onları akıllı yapar ve zekaya şekil verebilir.

Kar Kitap İncelemesi

Orhan Pamuk, Türk edebiyatının önemli yazarlarından biri. Bunun sebebi sadece Nobel Edebiyat ödülü almış olması değil, bugüne kadar kırkın üzerinde eser vermiş olması. Pamuk, Nobel Edebiyat ödülüyle bu başarısını taçlandırmıştır. Şimdi beraber Orhan Pamuk’un ilk ve son siyasi romanım dediği “Kar” romanını inceleyeceğiz. Başlangıçta kitaplarının içinde başka kitaplar, başka sanat eserlerini bir içgüdüyle yazan Orhan Pamuk zamanla bunu bir alışkanlık haline getirmiştir. Nitekim “Kar” kitabında başkarakterimiz Ka bir kente gelmesiyle şiir kitabı yazmaya başlar ve bu şiir kitabının adı da “Kar”dır.

Kitap, sosyolojik tespitleriyle ön plana çıkıyor. Yirmi yıl önceki Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu aynı zamanda Kars’ta yaşayan insanları ve geçirdiği zaman zarfındaki durumlarını çok iyi bir şekilde anlatıyor. Kitap kırk dört bölümden oluşuyor. Kitabın belli bölümlerinde Ka’nın yazdığı şiirlerin isimlerini görüyoruz ancak şiirlerin içeriklerini bilmiyoruz. Kitabın gri ve pastellerin bulanık tonlarını kullanan beyaz-siyah ve cennet-cehennem gibi zıtlıkların yanı sıra kar tanesi diyagramının çok boyutlu simetrisi, gerçekliğin karmaşıklığının temel indirgenemezliğine işaret ediyor.

Roman on iki sene boyunca Frankfurt’ta sürgün hayatı çeken, entelektüel sayılabilecek Ka’nın Kars’a gelişi ile başlar. Kars’ta yaşayan kızlar nedensiz bir şekilde intihar ederler. Bunu araştırmak için gazeteci kimliğiyle Kars’a giden Ka kısa süre sonra şeyhlerin ve eski komünistlerin siyasi İslamcılara dönüşen bu yabancı dünyasına hapsolur. Eski lise arkadaşı olan ve aynı zamanda ona karşı duygular hissettiği İpek’in de orada olduğunu öğrenir. Soğuk ve karlı hava koşulları Kars’a ulaşımı engeller. Ka istemeden de olsa Kars’ta kalmak zorunda kalır ve olaylar gelişir.

Kitap, Ka’nın bağımsız bir gözlemci olarak bakış açısı ile aşkınlığı bulma konusundaki kişisel arayışı arasında gidip geliyor. Kitap yayınlandığı tarihten bu zamana eleştiri konusu olmuştur. Kar kitabını okurken Türkiye’nin on beş yirmi yıl içinde nasıl bu kadar çabuk değişmiş olabildiği de beni düşündüren diğer bir konu. Orhan Pamuk kitabın son sözünde Kar kitabını yazdıktan sonra Kars’a bir daha hiç gidemediğini de dile getiriyor. Bu kitabı okurken kendinizi çok farklı bir Türkiye’de bulacaksınız. Mutlaka okumanızı öneririm.

Çizgili Pijamalı Çocuk Kitap İncelemesi

Cani Hitler, en güçlünün ayakta kalma ideolojisi uğruna binlerce insanı toplama kamplarında katlettirmiş, genç yaşlı, zengin fakir demeden tarihin tozlu sayfalarına ırkçılığın resmini, döktüğü kanlarla, yaktığı canlarla resmetmiştir. Tarihin kara kaplı geçmişine tanık olacağımız en güzel eserlerden birisi “Çizgili Pijamalı Çocuk”tur.

Çocuk kitabı kategorisinde olan fakat yetişkinlerin de muhakkak okuması gereken önemli hikayelerin başında geliyor. Gelin birlikte kitabımızı kısaca tanıyıp yorumlayalım.

Çizgili pijamalılardan Schumer, Polonya’da Autwitz toplama kampına düşen çocuk esirlerden sadece birisidir. Ölü ruhunu yarı yaşayan bedeninde canlandırmaya çalıştıkça eksilen, oldukça cılız, 9 yaşında mutsuz bir çocuktur. 15 Nisan 1934’te dünyaya gözlerini açar ve koca bir hiçliğin içine sürüklenerek gelir. Tesadüf odur ki, Bruno da Schumerle aynı gün doğar.
Bruno Berlin’de yaşamaktadır. Fakat Nazi güçlerine bağlı bir asker olan babasının terfi almasından dolayı Auswitz yakınlarında bir eve taşınırlar. Bruno bu durum karşında hiç hoşnut olmaz ve sürekli eski evlerine gideceğine dair hayaller kurmaya başlar. Fakat bu uzun sürmeyecektir. Bir gün keşif yapma amacıyla gizlice evden çıkar ve dikenli tel örgüleri görünceye dek yürümeye devam eder. O da ne? Yaşıtlarında bir çocuk. Bunca zamandır arkadaşlarından ayrı ve yalnız zaman geçiren Bruno bir arkadaş bulmanın sevinciyle sessizce dikenli tellere doğru yürür ve Schumer ile tanışır. Bazı günler her zaman yaptığı gibi gizlice evden çıkıp arkadaşının yanına gider ve bunu 1 yıl sürdürür. Tâ ki eski evlerine tekrar döneceklerini öğrendiği güne dek. Bunu Schumer’e söylemek güç olacaktır.
Ama Schumer’in de Bruno’ya söyleyeceği kötü bir haber vardır. Babasının kaybolduğunu ve onu hiçbir yerde bulamadıklarını söyler. Bunun üzerine Bruno dikenli tellerin diğer tarafına geçecektir. Son kez bir maceraya atılmak, keşif yapmak isteyen iki çocuk sonraki gün için sözleşirler.
Bruno sözleştikleri saatte tellerin altından sürüklenerek geçer ve bunca zamandır karşısında olduğu Schumer’in şimdi tam da yanındadır. Koşarak babayı aramaya koyulurlar. Fakat beklenmedik bir olay gelişir ve Bruno bir daha dikenli tellerin diğer tarafına asla geçemez. Böylelikle iki arkadaş sonsuza dek birlikte olurlar.

Bazı yetişkinlerin kararları, çocukların sonlarını düşünmeden ve nasıl etkileneceklerini bilmeden atılmış bencilce adımlardır. Savaşın karanlık gölgesi çocukların üzerine bir çığ gibi düşer her defasında. Kitapta da anlatılan ötekileştirmeyi, insanları insan kategorisine sokmadan ayrıştırmayı görmemek imkansızdır. Holokost milyonlarca masuma yapılan planlı bir katliamdır. Naziler, Yahudileri “asalak haşarat” olarak görmüş, dünya üzerinden büyük bir nefretle silmek istemişlerdir. Ve Yahudi ırkının kökünü kurutmayı bir hak olarak görmenin yanı sıra sorumluluk olarak görmüşlerdir.

Çizgili Pijamalı Çocuk” için bir çocuk kitabı demek zor geliyor bana. Okurken tarihin penceresinden Yahudi soykırımını izlemek, Führer’in benzersiz ırk ideolojisine bağlılığından binlerce insanı yok ettirmesini gözlemlemek acı bir deneyimdi benim için. Sırf ırkından dolayı dışlanan, hor görülen ve acı çektirilen masumların hikayelerini kıyısından izlemek bile oldukça kötü hissettirdi. Birisi Alman diğeri Yahudi bir çocuğun dikenli tellere aldırmadan birbirlerine sıkıca bağlandıkları ve korkusuzca dost oldukları anlarda ise içimin ısındığını hissettim.
Çizgili Pijamalı Çocuk, duygu geçişlerini mükemmel şekilde yansıtarak bizi o zamanlara götürüyor. Zamanın akışına darbe vuran acı çığlıkları sessizce haykıran çocuklar bu hikayenin en masumları oluyor. Hikayenin içinde, dışında, sonunda, başında hep bir tarafında kendinize ait bir yer bulacaksınız.
Okumanızı ve filmini seyretmenizi içtenlikle tavsiye ederim. Yazımın sonunu kitaptan en sevdiğim cümle ile bitireceğim.

“Buraya isteğim dışında getirildin, tıpkı benim gibi. Eğer bana sorarsan hepimiz aynı gemideyiz ve gemi su alıyor.” (Sayfa 58)

Kitaplarla kalın…