Ailerons : It provides roll control of the aircraft. Ailerons move in the opposite direction of each other. They are controlled by the right-left movement of the lever or stick in the cockpit.
Spoilers : The lifting force acting on aircraft is called lift. It is used to reduce the lift force. They are controlled by the speed brake. speed breakers.
Flaps : They increase the bearing force of the wings. It helps to increase the lifting force by increasing the wing area during landing and take-off.
Rudders : It allows the nose of the aircraft to turn right or left.
Elevators : Rudders : It allows the nose of the aircraft to turn right or left. The location of the elevators on the aircraft is the trailing edge of the horizontal stabilizer.
Slats: Used to set the angle of attack. As the angle increases, the friction and lift force increase.
Landing Gear : Mechanical systems that allow the aircraft to taxi, take off and land on the ground. They work with hydraulic system.
ENGINE TYPES : There are 2 types of engines. There are piston-tube and turbine engines. Piston tubes use petrol and diesel. turbine engines can be divided into 5 types.
Turbojet : uses warplanes, loud sound, high fuel consumption, produces thrust from exhaust gas.
Turbofan : used in passenger aircraft. The thrust is provided by the bypass and the exhaust gas.
Turboprop : used in cargo planes. The goal is to rotate the propeller. The thrust is produced from the propeller. It provides an advantage in terms of fuel consumption.
Turboshaft : used in helicopter systems.
APU : auxiliary power unit. produces air , provides power from pneumatics . It generates electricity.
Air conditioning functıons:
freshness : It changes the air in 3-5 minutes.
cleanliness : It cleans the harmful parts in the air with the filter.
correct temperature : keeps the air between 18°-30°.
correct humidity : Used to prevent corrosion.
pressurization : adjusts the appropriate pressure in the cabin.
“Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var.” -Mevlana
Sevgili dost, Kalbinin kırgın yağmurlarını dindiren bir bulut olsaydım şayet gözlerinin gökkuşağına dans eden çocuklar çizerdim hiç durmadan. Bir ney üflerdim dünyanın nazlı çehresinden. Yorgun ellerine bir buse kondurup kalbinin derinliklerine, derdinin ümit ettiği bahçelerine al yazmalı güller dikerdim.
Kaybolmuş gibi hissettiğin nice anlar nice zamanlar vardır. Ellerini en çok o zaman arar kalbin. Kalbinin neşeli sokakları bir gülümsemenle yağmurlarını sunar ülkemin bereketli solgun topraklarına. Toprağın kamburunu düzelten bir çiftçidir dirençli haykırışın. Şimdi durup biraz soluklan. Şu uluorta yerde yalnız başına duran koca çınarın gölgesi var ya hani az ötede. Gördün değil mi? Kurumuş dalları ile yapraklarını sermiş yere bir sofra gibi. En güzel nimetlerini sunuyor sana gel, otur, soluklan diye. Silerken gözyaşlarını, bir derviş selamı ile muradın gerçekleşmiş o ulu çınarın dalları altında. Dervişin selamı kimden dersin? Uzak diyarların dergâhında yetişen, maşuğunu arayıp da hep meşk ile büyüten ve “Ne olursan ol yine gel” diyen o güzel gönüldaş Mevlana Celaleddin Rumi’den.
Derviş çınarın altında. Yürümüş gelmiş uzun yollardan. Uzun uzun yolculuklar yapmış da en uzunu kendini araması ile geçmiş. Kaşları hafif yukarı kalkık, gözleriyse bir garip dilencinin umudu ile parıldamakta. Sesi müşfik bir eda ile tınlıyor. Büyük bir sükunetle topluyor eteğini, diz çöküyor dünyanın gamlı cazibesine. Bir hayli sabırlı, sakin, huzur dolu ve oldukça tahammülü. Ruhî bir mânâ ve mânevî olgunluğa erişme tefekkürü ile incecik bir tebessüm ediyor iki dudağının arasından. Dile gelip dökülüyor sözleri yaşlı çınarın gözyaşlarına.
“Can konağını aramadaysan, cansın; Bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin, Bir damla su arıyorsan susun, Zulmün peşindeysen zalimsin, Aşkı arıyorsan aşıksın, Gönlün neye kapılmışsa O’sun sen..”
Gönlün bir canın emaneti. Can cananın kadim hediyesi Hediye umudun nazlı yaresi. Hadi tut ellerinden, kaldır yerdeki seni. Tut dervişin eteğinden.
Şimdi başka diyarlara yolculuk etmeye gidiyor içindeki can. Peşinden git ruhunun. “Neyin peşinden gidersen osun sen”
Aç gönlünü ve gök dolsun gözlerine. Aynı Erdem Beyazıt’ın Aşk Risalesi’nde söylediği gibi, “Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir. Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir. Toprak gibidir sen ki bulut gibisin ay gibisin güneş gibi bazen.”
Bir hayli derin ve heybetlidir sözlerin. Ay gibi parlak, güneş gibi sıcaksın artık. Haydi kalk gidelim. Nefeslendik çınarın saye/sinde.
“Tûti-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil Çerh ile söyleşemem âyinesi sâf değil”
Nef’i
Nef’i ne demiş, ne söylemiş? Yoksa gönlümüze düşen sözlerin dilimizden, aklımızından geçtiği yol başka mıydı? Gönül ne söylerse dil de onun peşinden mi giderdi? Akıl olmazsa gönül hep doğruyu söyler miydi? Ne demiş Nef’i: “Ben mucizevî şekilde konuşan bir papağanım. Ağzımdan çıkanlar, uluorta sözler değildir. Felek ile söyleşemem; çünkü aynası saf ve parlak değildir.”
Felek söyleşsin dursun uluorta şu meydanda. Sen âlem-i misâlde bir papağansın. Sen mucizenin adısın. Yaradan’a canan, gönlüne vuslatsın. Bu yüzdendir ki papağanlar feleğin şaşkınlığından uzak en güzel âlemlerde söylesinler sözlerini. Sesinin yüreğine kulak ver ve ince bir tebessümle yürü dergâhın nazlı çehresine. İşte o zaman peşinden gittiğin yolun mucizesisin. Gönlünün dervişi, sözlerinin terbiyecisi, nefsinin rehberisin. Sen ki mucizenin ta kendisisin.
Nasıl olmuştu? Ses miydi beni uyandıran, sesler mi? Yoksa hiç susmayacak sessizliğe çağrı mıydı? Alevleri avuçlamış kadar sıcak mıydı yüreğim, yoksa yeryüzü eksi yüz derece olmuş; ruhum mu çekilmişti derinliklere? Tam olarak nasıl bir histi ki bu? Bilmiyordum. Daha önce tanıdığım ama fazla samimi olmadığım biriydi. “Aslında ölüm de kendi başına biri miydi?” Ölüm neydi ey dost?
Yoksa yaşamla bir kardeş miydi? Yaşamla ölüm kardeş miydi sahi? Ölüm yaşamın kalbini ondan izin alarak yavaşça mı söküyordu? Yoksa iki kardeş bizimle bir oyun mu oynuyordu? Ölüm neydi ey dost? Nuri Pakdil’ce de ölüm pek manidardı. “Ölüm, bir odadan başka odaya açılan küçük, ama ‘aydınlık’ pencere miydi? Bir türlü bitmeyen bir inşaat mıydı, yoksa işçiler bu yapıyı bir gün bitirebilecekler miydi? Yapı bitince de hepimiz; ama tüm dünya, oraya mı taşınacaktık? Bu yeni evimize alışabilecek miydik? Gelenlerle dolup taşar mıydı evin içi?” Ölüm neydi ey dost?
Neredeydi şu an tam olarak, bana ne zaman gelecekti, ne hissedecektim tam o anda? “Her canlı bir gün ölümü tadacaktı.”; lakin o tat acı mıydı değil miydi? “Ölümle; insanlar bir bilgeliği, tam olarak algılamış mı olurlardı? Herkes, o sessiz oturuşta, acaba, biraz da kendi ölümünü mü düşünürdü? Ölüm hiç yorulmaz mıydı? İnsan mı büyüktü ölüm mü büyüktü? Tanrı bu ikisini sürekli birbiriyle savaştırıyor muydu? Bunun sonunda kesin bir yengi var mıydı? Öte dünya, bu yengiden sonraki bitimsiz ışık mıydı? Yoksa bitimsiz karanlık da yok muydu?” Hangi ervahlarla uğraşıyordu şu an ölüm ve nasıl daima kazanıyordu? Asla yenilmeyen tek savaşçı olmanın bahtiyarlığıyla sarmalanan bir ‘şeydi’ bu ölüm. Manidarlık kazandırmaya dilim yetmediği için şey demek kâfi belki de. Ya da bana soru cümleleriyle roman yazdıracak kadar insanı arafa sürükleyen bir fırtına demeliydim.
En çok kime vuruyordu peki bu fırtına, yaşayana mı yoksa onu yaşayana mı? Eksiklik mi veriyordu bize yoksa yapbozun bir parçası gibi hayatımızı mı tamamlıyordu? “Renkli miydi, bu bir kefen rengi miydi?” Dedem giderken onu götüren arabaya bakan annemin gözlerinde mi saklıydı yoksa ölüm? Özlem kelimesiyle dost mu olmuştu da bizi bu kadar yaralıyordu? Neden özlemek zorundaydık? Özlüyorsak neden kavuşamıyorduk?
Ölüm neydi ey dost? 3 sene. Her şeye alışılır da buna da alışılır mı? Ne garip ‘şeydi’ şu ölüm. Garipti. Gözünü açtığında aslında nice gözlerin kapandığını mı fısıldıyordu biz acizlere? “Ölüm odanın boşalıvermesi miydi?” dedemi hiçbir şey olmamış gibi götürenler kadar mı yoksa onlardan daha da mı acımasızdı? Acımasızdı. Neden ardındakileri mezar denen yerde öylesine bir toprağa konuşturacak kadar acımasızdı? “Güneşli bir gün müydü?” Ben yanılıyordum, sıcacıktı belki de ölüm. İçine çekerken nasıl bir sıcaklık kaplıyorsa insanı dünyadan da soğukluğu def ediyordu, kıymet bilmeyenlere ders veriyordu. Ayazda üşüyen ellerin sohbetle ısınması gibiydi, biz üşürken yüreğimizi ısıtıyordu. Öyle bir garipti. Ölüm neydi ey dost?
Gönlümüzü alıyordu ve bir yerlere taşıyordu, tarifi zor bir yerlere, karanlık bir yerlere. Işığın kıymetini bilip güneşe daha sıkı sarılmamızı sağlıyordu; yeniden karanlık olacağını bilsek bile. Ölen kişinin arkasına bıraktığı öylesine bir hırkayı öpmek kadar garip bir ‘şeydi’ şu ölüm. Öyle garipti. Ruhumu alıp bir sürahinin içine tıkıyordu sanki; memleketimden sürgüne gidiyor gibi bir veda kokusu sarıyordu burnumu. Güneşin her gün batıp doğduğunu bilsem bile o günü arıyordum ben. Kıymet mi bilmiyordum yoksa?
Bir insan kaç kere ölürdü yaşamında sahi? Sevdiği öldüğünde de ölür müydü? “Ölüm çok dallı budaklı bir kurum muydu?” diye bundan demiştir Pakdil belki de. “Ölüm kaç türlüydü? Bizim evde de kimse yok muydu? Yoksa yanımda birkaç çocuk mu vardı? Kalabalığın üzerinde yeşil örtü olan bir ‘şeyi’ telaşla dışarı çıkardıklarını mı görüyordum? Adeta göğe doğru yükselen bu şey neydi? İnsanlar da, göğe doğru uzanmış elleriyle, bu yeşil örtü altındakini göğe uçmasın diye mi tutuyorlardı? Bu kadar çok el nasıl bir araya gelebilmişti? Pencereye yığılarak ağlamaya mı başlamıştım? Bir gün ağlamamın nedenlerini anlayabilecek miydim? Nasıl olmuştu? Tam o anda mı bakmıştım?” diye de boşa dememiştir; ölüme mana kazandırmama yardım eden Nuri Pakdil, teşekkür ederim. Belki de sadece, şair ruhluların bitmeyen sorularını lâl gibi bırakan bir dosttu ölüm. Ey ölüm dost muydun sen?
“Benim hayranlığımdan inlerdi şehir. Ben atlara ve uzaklara hayrandım.”
Erbain, İsmet Özel
Olmak istediğim son yerde dahi değildim sanki. Daha doğrusu bir yerde miydim? Ayaklarım yere basıyordu. Ya varlığım? Neydi bu uçsuz bucaksız varlık hissi? Evet hem varlık hem de bu varlık öyle uçsuz bucaksızdı ki ben içinde kayboluyordum. Ürkütücüydü. Sanki varlığım ayaklarımın altındaki çölde bulunan her bir kum tanesi içinde oradan oraya sürükleniyordu. Varlığım küçücük kum tanelerine çarparak kendini arıyordu.
Ben kum tanelerini düşünürken düşüncelerime ket vuran bir ses belirdi. Bana doğru gelen her neyse rüzgarı da varlığına katmış geliyordu. Bağrında zifiriyi taşıyormuşçasına siyah bir at…Yanımda durdu, dururken kum tanelerini üstüme savurdu. Bu kez de gözlerim kum tanelerinin varlığından ürktüler. Gözlerimi zorla kırpıştırıp yavaşça açtım. Gördüğüm manzara sanki bir tabloydu. Gökyüzü ile çölün renginin birbirine karışmamasının mucizevi görüntüsü önünde tüm görkemiyle yeleleri savrulan bir at…Sanki rüzgar atın yelelerine değil de simsiyah yeleleri rüzgara hükmediyordu. Bense sadece gözlerimi kırpıştırıyordum. Çünkü bazen karşımızdaki görüntü öylesine güzeldir ki korkusuzca gözlerini dikip bakmak gücü gelmez insana. İnsan gözü güzellik karşısında aciz kalır. İlahi gücün muazzam varlığını sorgular insan…
Belki de insan bu zamana kadar asıl güzelliği sadece çölde aradığı için bulamıyordu. Peki ya çölün üzerini örten karanlık gökyüzü? Derin ve karanlık çöl gecelerinde semada aramış mıydı ki hiç? Arayış içerisine girmeden güzeli görmeyi bilseydi bulurdu belki. Başını kaldırıp göğe bakması kafi gelecekti belki de.
Ellerimi iki yandan usulca atın yelelerine doğru uzattım. Korkmadan ve korkutmadan. Şairin dediği gibi, “Ben atlara ve uzaklara hayrandım.” Acaba o yüzden mi uzakların kokusunu getiren bu at beni bulmuştu? Öyleyse ne güzeldi. Yalnız değildim. İznini alırcasına, incitmeden ata bindim. Bana varlığımı hatırlatmıştı. Sanki yıllardır birlikte yol gitmişçesine ait hissettim kendimi ona. Varlığımdan rahatsız olmadı ve ben de ona yön göstermedim. Ne tarafa giderse onunla birlikte gidiyordum ben de.
Ne garip bir histi nereye gidiyor olduğunu bilmemek. Daha doğrusu gittiğin yolda seni nelerin beklemediğini bilmeden gitmek. Düşündüm de, hayat bu değil miydi zaten hiçbir zaman bizi tam olarak neyin beklediğini bilmiyor ama ilerliyorduk. Marifet ilerlemekte miydi yoksa bizi ilerlemeye iten sebeplerde miydi? Her şeyin bir sebebi var mıydı yoksa biz mi olsun istiyorduk? Kayboluyordum sanki ve bu bana çok iyi geliyordu. Atın yeleleri parmaklarımın arasında geçiyordu, rüzgarsa benim saçlarımın arasından. Öylece düşüncelerim içinde kendimi yola değil de yoldaşıma bıraktığımı fark ettim.
İnsan bazen de minik bir kum tanesi misali oradan oraya savrulmalıydı, bırakmalıydı kendini kainata. Yorulduğumu hissettim. Bu güzel atın sırtına uzandım, başımı bıraktım. Belki yorgunluğum beni sırtında taşıyan bu güzel ata karşı bencillikti ama benim yorgunluğum fiziki değildi ki. O beni sırtında taşıyor bense dünyayı sırtımda taşıyordum sanki. Hiç bilmediğim yerlerde bile beni hiç bırakmayan düşünceler vardı. Sanki bir kemanın telleri benim içimde geriliyor, esniyor ve ortaya bir ses çıkarıyorlardı. Gözlerimi kapattım. At hızlanmaya başlamıştı. Sadece benim duyabildiğim rüzgara meydan okuyan nal sesleri vardı. Rüzgara meydan okurcasına dört nala gidişi beni korkutmak bir yana aksine gülümsetmişti. Uzun zamandır böylesine özgür hissetmemiştim. Gözlerimi açmaktan korkuyordum bu anın büyüsü bozulur diye. Ama açmalıydım. Nereye gidiyorduk? Neden hızlanmıştı? Benim gibi onu da bekleyen bir hikâyesi mi vardı? Bekleyeni yoksa bu hız niyeydi ki?
Gözlerimi açtım artık hava kararıyordu. Çölün acımasız ve ani hava değişimi bunu iyi bir şekilde hissettiriyordu. Biz ise öylece ilerliyorduk. Hiç yorulmamış gibi. Ama yorulmaması mümkün değildi ki. Belki de sadece ilerlese dahi ilerlediği yolun dermanı kalmadığını anlamasına ihtiyacı vardı. İnsan gibi. İnsanın nefes alıp, yaşıyor oluşu onun yaşamaktan yorulmadığının bir kanıtı olabilir miydi? Artık gece inmişti ucu bucağı görünmeyen bu yere. Birden beni donduran bir şeyi fark ettim ve bu güzel ata kendimce “Gece” diye hitap etmeye karar verdim. Sanki birisi şuan bizi uzaktan izlese gecenin gökyüzüyle bütünleşmesinden dolayı onu ayırt edemez sadece beni görür gibiydi. O kadar vardı ki.
Yaratılan her varlık bir düzene ne kadar ait olabiliyor, bir parçası olabiliyordu. Muazzamdı. Yaratılanlardan bir insan başaramamıştı bunu. Oysa insan yaratılışı itibariyle hep varlığını, nereye ait olduğunu sorgulayandı. Bense ilk kez gecenin üstünde resmen gökyüzünde süzülürken nereye, kime, neden ait olduğumu düşünmeyi istemedim. İlk kez bu kadar düşünmeye gerek duymadım. Hem de bu koca belirsizlik içerisinde. Gece hızlandıkça benim kalp atışlarım da hızlanıyordu. Korkudan değil, neyle karşılaşacağımı bilmemekten, bilinmezlikten. Öte yandan bu duygu iyi de geliyordu. Özgür hissettiriyordu ruhuma. O güzel söz yankılandı kalbimin her odasında “Derman arardım derdime. Derdim bana derman imiş.” Fakat şuan Gece’nin dermana ihtiyacı vardı. Saatlerdir yoldaydık. Hiç durmamıştı. Derin nefes alış verişlerini sanki ben ciğerlerimde hissediyordum. Yorulduğu için üstünden inmeye çalıştığım her hamlemde bana izin vermiyordu. Çok güzel bir attı ve ben bir kez daha atlara hayran kaldım. Ay sanki bu çölde bizden başka varolan tek şeydi. Yolumuzu görmemizi sağlayan da oydu. Gerisi zifiri karanlık…Tek istediğim Gece’nin dinlenmesiydi. Hani o çöl hikayelerinde anlatılan meşhur su birikintisi neredeydi? Yoksa Gece benim hikâyemde sadece bir serap olarak mı kalacaktı?
Ayak topuklarımı karnına bitiştirdim ama durmadı. Demek ki vakti değildi durmanın. Zorlamadım. Çünkü bu yol bana onunla gelmişti. Ben yorulmasını istemesem de o yorgunluğuna rağmen durmuyordu. Vardır bir sebebi dedim. Yol, yolu bilene emanet edilmeliydi.
İlerde farklı bir siluet dikkatimi çekti. Karanlıktan dolayı ne olduğunu seçemiyordum. Anladığım tek şey bu karanlıkta kendini belli edecek kadar aydınlık olduğuydu. O sırada Gece’de benim gördüğümü görmüş olacaktı ki son nefeslerini de ona ulaşmamız için harcar gibi hızlandı.
Çölde uçuyor gibi bir hisse kapılmak mümkün müydü? Şayet mümkünse yaşadığım buydu. Ama içimi garip bir his kapladı. Varlığını fark ettiğimiz şey her ne ise az kalmıştı görmemize ama neydi bizi bekleyen? Az evvel ayın önüne geçen bulutlar yavaş yavaş çekilmeye başladım. Derince bir nefes aldım. Gece yavaşladı, yelelerini savururken ben karşımızdaki görüntüye bakıyordum. Beyaz bir at…Gece’nin aksine bembeyaz bir at. Gece durdu. Ben durması için bir hamle yapmadığım halde. Bu kez ürkütmeye çalışmadan inmek için bir hamle yapmadım. Çünkü karşımdaki görüntü beni öylesine ürkütmüştü ki bunu düşünememiştim o an. Bu at yaralıydı. Yaralı gövdesini bıraktığı yer küçük bir kan göleti oluşturmuştu. Gece, ben üzerinden indikten sonra beyaz atın yanına yaklaştı ve onunla aynı pozisyonda yanına uzandı. Sanki ben orada değildim. Aralarında anlayamadığım bir iletişim geçiyordu. O an anladığım tek şey gecenin gözlerindeki karanlıktı. Bunu da bilmek için aralarındaki iletişimi bilmeme gerek yoktu. Gerçek en çok da kalbin gördüğüydü.
Yaralı atları vururlardı. Vurulmazlarsa…Vurulması gerekiyordu öyle mi? Düşüncelerimde kaybolduğum için yeni fark ediyordum. Gece belki de son nefesleriyle zorlanarak ayağa kalkmış ve hemen arkalarındaki su birikintisinden su içiyordu. Bir yandan da sürekli beyaz atın yanına gelip başıyla onun başına yaslanıyor, kaldırmaya çalışıyordu onu. Bir yudum su da o içsin diye. Gözlerim dolmuştu ve donmuştum. Şimdi o kumları yerle bir eden çöl, rüzgarı esse beni savuramazdı. Öyle mıhlanıp kalmıştım olduğum yere. Ben de Gece gibi su içmek istiyordum. Vicdanım izin vermiyordu içmeme. Ama bu yaralı ata haksızlık olmaz mı diyordu vicdanım. Yarası iyileşemeyecek kadar derin açılmış atların vurulmaktan başka kurtuluşları yok muydu? Vurulmak ve kurtuluş…Bu iki kelime beynimin iki zıt ve birbine uzak noktasında zonkluyordu. Gece’nin su içmeye devam ettiğini gördüm. Gözlerini beyaz attan ayırmadan. Arada nefeslenip onun yanına gelip acıyla kişnemekten vazgeçmeden. Acı hiç var olmayan bir lisanda da en çok kullanılan dilde de aynıydı…
Çölün rüzgarı kulağıma şöyle fısıldadı sanki: “Derman arardım derdime. Derdim bana derman imiş.”
Ayak bileklerimden, göz kapaklarıma uzanan ani ürpertiyle uyandım. Perdeyi araladım. Uyumadan hemen önce ayın ışığı pencereme vuruyordu. Şimdiyse şafak sökmeye başlamıştı. Gökyüzü zifiri karanlığını günün ilk aydınlığına bırakma anındaydı…
“Derman arardım derdime. Derdim bana derman imiş…”
“Yaşayan ve düşünen bir evrende yaşamaktayız.” -Spinoza-
Evren ilk varoluşundan itibaren binlerce gizemi bünyesinde barındırır. Bilinmeyen gezegenler, bilinmeyen boyutlar, kara delikler ve daha keşfedilmeyi bekleyen binlerce sır… Çözülememiş bunca sırrın yanı sıra zamanın başka bir evren için de aktığını düşünün. Kulağa inanılası gelmiyor değil mi? Gelin hep birlikte biz de bu gizemin bir ucundan tutalım. (:
Paralel Evren Nedir?
“Çoklu Evren” olarak da bilinen paralel evren, sonlu ve sonsuz var olan evrenlerin hipotezsel bütününü oluşturur. Bu evren var olan her şeyi (zaman, fizik kuralları, mekan evrendeki enerjiler vb.) içinde barındırır. Paralel evrenin bir diğer adı da alternatifevrendir. Ayrıca pek çok çalışma sonucunda bilim insanları tek bir paralel evrenin olmadığı, birden çok paralel evren olabileceği sonucuna varmışlardır. Paralel evren ile ilgili yürütülen pek çok çalışma vardır ama en önemli çalışmaları yürüten NASA olmuştur. Kurulduğu tarihten bu yana evrenle ilgili onlarca bilinmeyeni ortaya çıkaran NASA, paralel evren araştırmalarıyla da zaman zaman gündeme gelmektedir.
Teorinin Doğuşu:
Çoklu evren, her evrenin doğasını ve evrenler arası kurulmuş olan bütün ilişkileri içermektedir. Paralel evrenler; fizikte, psikolojide kozmolojide, astronomide, dinde, felsefe gibi alanların tümünde hipotezler kurulmasını sağlamıştır. Paralel evren terimi ilk kez Amerikalı psikolog ve felsefeci WilliamJames tarafından 1895 yılında kullanılmıştır. Bundan yıllar sonra ise Amerikalı fizikçi Hugh Everett çoklu evren teorisi ele alınmış zamanla kuantum fiziği alanında ilgi çekici ve çok tartışılan bir olgu haline gelmiştir. Kuantum fiziğinden türetilen çoklu evren teorisine göre dünya üzerindeki canlıların alternatif kopyalarının yaşadığı çoklu evrenler bulunmaktadır. Ancak bazı araştırmacılar bu durumun bütün evrenlerde geçerli olmadığını savunmaktadır. Bazılarına göre ise bu alternatif klonlar ait oldukları gerçek kimliklerin yaşamlarının birebir aynısına sahiptirler. Yani kendi hayatınızın aynı zaman dilimi içerisinde klonunuz tarafından da yaşandığını düşünün. Tüyler ürpertici değil mi?
Nasa’dan Çoklu Evren Açıklaması:
NASA paralel evren ile ilgili yıllardır şaşırtıcı çalışmalar yürütmektedir. NASA’nın yaptığı son çalışmalardan birinde şaşırtıcı sonuçlar elde edilmiş ve insanlığa heyecan verici açıklamalar sunulmuştur. Peter W. Gortham öncülüğünde, Hawaii Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada ulaşılan veriler çoklu evrenin gerçek olabileceği iddialarına sebep olmuştur. Peter W. Gorham öncülüğündeki araştırma grubu Antarktika bölgesinde yer alan buzulların yüksek enerji içeren nötrinolarla etkileşime girdiğinde yaydığı radyo dalgalarını tespit eden özel bir biçimde tasarlanmış, özel maddeden yapılan bir balon kullanmıştır. Bilim insanları balonun üçüncü kez uçuşunun sonuçlarını balonu önceki uçuşları ile kıyaslamıştır. Bu kıyaslama sonucunda balonun önceki uçuşlarından elde edilen verilerin sonuçları incelendiğinde sinyalin uzaydan değil de daha çok yerin altından geldiği tespit edilmiştir. Tüm bu verilere göre parçacıkların zamanda geriye yolculuk edebildiği ve bunun paralel evrenlerin varlığına kanıt olabileceği öne sürülmüştür. Çoklu evreni işaret eden diğer bir olgu da Büyük Patlama teoridir. Tüm bunlara rağmen pek çok bilim insanı çoklu evren teorisine kuşku ile bakmaktadır. Yine de NASA’nın yürüttüğü bu çalışma ile birlikte çoklu evren olgusuna inanan bilim insanı sayısında hatrı sayılır bir artış meydana gelmiştir.
Sicim Teorisi
Sicim teorisi kuantum fiziği ile Einstein’ın genel görelilik kuramını birleştiren bir teoridir. Sicim kuramına göre evrendeki tüm maddeler sicim adı verilen titreşimli, atomatlı parçacıklardan oluşmaktadır. Sicimler titreşerek proton ve nötroları oluşturur. Sicim teorisi 6 boyuttan oluşur. Bu boyutların beşincisi ise paralel evrenler boyutudur. Bu boyutta zamanın işleyişinde bir kırılma yaşanır. Bu kırılmanın sonucunda sicimler farklı titreşimlerde bulunarak paralel evrenleri meydana getirir. Pek çok fizikçi bu teorinin kanıtlanabilirliğinin düşük olması nedeniyle teoriyi kaydadeğer görmemektedir. Çünkü sicim denilen parçacıklar ışığın en küçük dalga boyundan bile daha küçüktür bu nedenle günümüzde bu parçacıkları inceleyebile ek bir cihaz bulunmamaktadır. Günümüz biliminde evreni açıklayan iki farklı teori vardır. Birincisi Albert Einstein’ın genel görelilik kuramı, diğeri ise evrendeki maddeleri ve atomları inceleyen kuantum fiziğidir. İşte bu iki teori eş zamanlı olarak, bir bütün halinde incelendiğinde insan oğlunun evreni bütünüyle anlaması ve evrenin sır kapılarını aralaması mümkün olacaktır.
Şermin Yaşar, 10 Mayıs’ta bizlere bir “Kelime Müzesi” açacağını haber verdiğinde çok heyecanlanmıştık. “Kelime Müzesi mi? Harika fikir! Çok heyecanlı! Nasıl yapacak acaba? Bence çok güzel olacak!” gibi şeyler söyledik birbirimize. Evet, hakikaten nasıl olacaktı, nasıl yapacaktı? Türkiye’de daha önce böyle bir müze görmemişti kimse. Ama işin içinde Şermin Yaşar’ın olduğunu bildiğimiz için de pek umutluyduk. Sonucun zaten çok güzel olacağından emindik. Kendisi yolun başındayken şunları söylemişti yaptığı bir paylaşımla: “Bir hayalle yola çıktım. Şuraya evlatlarımızın elinden tutun da getirin, dilimizi sevin, çocuklarımıza da sevdirin, okudukça, gördükçe, gezdikçe şaşırın diye bir müze kurma gayretindeyim.”
Kelime Müzesi taaa haberi duyduğum o ilk günden beri sanki benim müzemmiş gibi hissettirdi bana. Hazırlık sürecinde yapılan paylaşımlarda ipuçları yakalamaya çalıştım. Şermin Yaşar, kah sanayiye gitti kah şantiyeden fotoğraflar paylaştı. Gece gündüz, ekibiyle birlikte çalıştı da çalıştı. Öyle ki bize söylediğine göre müzede Mısırlı sanatçı Abdelnasser İbrahim’den de bir eser olacaktı. Bu işin içinde gerçekten büyük bir emek vardı!
Şermin Yaşar, bir gün Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin bahçesinde çay içerken karşıdaki boş binayı görmüş, gitmiş, gezmiş. Sonra da demiş ki: Ben buraya “Kelime Müzesi” kuracağım. Nasıl olacak o iş? Kafanızın içinde bir fikir vardır hani. O fikri tam da anlatamazsınız ya kimseye. Ama sonucunun güzel olacağından eminsinizdir. Öyle bir şey işte. Sonra o fikri hayata geçirebilmek için harekete geçersiniz. Şermin Yaşar da öyle yapmış. Gitmiş, eskiden zahire ve tiftik ambarı olarak kullanılan bu binayı satın almış. Sonra da bir senelik uzun bir restorasyon süreci başlamış ve tüm bu çalışmaları telif gelirleriyle yapmış. Orada, öyle, sessizce bekleyen binayı şenlendirmiş. Sonrası mâlum…
Yukarıda, benim de sosyal medyadan tanık olduğum süreci kısaca anlatmaya çalıştım. 2021’in aralık ayında başlayan süreç, Şermin Yaşar’ın da hayal ettiği gibi 26 Eylül Dil Bayramı’nda güzel bir açılışla taçlandı ve Kelime Müzesi Ankara’da açıldı. Hakikaten bayram gibi bayramdı. Ben de en başından beri açılmasını merakla beklediğim müzeyi bu hafta gezme fırsatını buldum.
Yanıma iki arkadaşımı da alıyorum. Hadi, diyorum. Sizi bir müzeye götüreceğim. Müze? Kelime Müzesine gideceğiz. Çok beğeneceksiniz, çok! O kadar güzel bir yer ki! Sanki müzeyi ben kurmuşum gibi heyecanlı heyecanlı anlatıyorum. Ankara Kalesi’ne giden o uzun yokuşu yürüdükten… Şey… Tırmandıktan sonra fotoğraflarda gördüğüm o lacivert tenteli kapıyı görüyorum. Gözlerim ışıl ışıl. Ama, diyoruz. Burası ne kadar küçük bir binaymış böyle! Allah Allah. Fotoğraflarda ne kadar da büyük görünüyordu halbuki. Neyse, deyip içeri giriyoruz. Çünkü Ankara’nın sıcağında yokuş çıkmaktan kan ter içinde kalmışız zaten. İçerisi tahmin ettiğimden daha kalabalık. Bir de “Hafta içi nasıl olsa. Rahat rahat gezeriz.” demiştim. Bizden önce kalabalık bir öğrenci grubu gezmiş müzeyi. “Allah Allah!” diyorum. “Bu kadar çocuk nasıl sığmış buraya?” Kapının önündeki paspas sizi “Ne iyi ettiniz de geldiniz.” Diyerek karşılıyor. Dikkat edin bu müze kelimelerden mürekkep! Onlar çıktıktan sonra içeri girip biletlerimizi alıyoruz: Tam: 40 ₺, Öğrenci: 20₺.
Kendime gelip kafamı kaldırdıktan sonra gözlerimdeki ışıltı yeniden parlıyor. Dışarıdan küçücük görünen bu binaya ne kadar çok kelime sığmış öyle! Şaşkınlığım geçtikten sonra ben de karışıyorum kalabalığın arasına. Kızlar çoktan kendilerine birer kelime bulup gezmeye başlamış bile. Şimdi, anlatması en zor kısma geçiyorum. Kelimelerin sergilendiği bir müzeyi nasıl anlatabilirim ki? Evet, bu müzede kelimeler, Türkçemizin söz varlığı sergileniyor. Sergilenmekle de kalmıyor. Müzede kelimeler yaşıyor. Onları uzaktan seyretmekle de kalmıyorsunuz. Görerek, dokunarak ve hatta işiterek kelimelerin yolculuğuna şahit oluyorsunuz. İşitmek demişken şu bilgiyi de vereyim:
Müzeyi gezerken kulağınıza arkadan bir müzik sesi gelecektir. Prof. Dr. Mehmet Efe, kelimelerimizin Orta Asya’dan başlayıp bugüne kadar süren yolculuğunu anlatan “Kelimenin Yolculuğu” adında bir eser hazırlamış. (Dinlemek istersiniz diye: https://open.spotify.com/album/60kx7VDxeV7RdFYaAE54yp?si=f_cm0CSdSB-hDe7g06uzSQ )
Efendim, müzeyi gezerken çok temkinli olmalısınız. Çünkü nereye baksanız bir kelimeyle karşılaşıyorsunuz. Meselâ içeri girer girmez şöyle bir dantel karşılıyor sizi:
Bu müze hakikaten de el emeği göz nuru.
Karşınızda benim de çalışmalarını çok beğendiğim Emir Rıfat Işık’ın şu eserini görüyorsunuz: Mutlaka yakından inceleyin ve yanındaki küçük tanıtım yazısını okuyun.
Mutlaka yakından inceleyin ve yanındaki küçük tanıtım yazısını okuyun.
Ellerden dökülen kelimeler de var müzede:
Buradaki kelime ne olabilir?
Kelimelere dokunabiliyorsunuz, dedim ya kelimelerle oyunlar da oynayabilirsiniz müzede:
Meselâ bu harf şeritlerinde alfabemizdeki harflerden oluşan kelimeleri bulabilirsiniz. “K” harfini çekin bakalım. Ne kadar uzağa gidebileceksiniz? Ya da “Ğ”yi?
Abdelannser İbrahim’in eserlerine gidip yakından bakın meselâ:
Giriş katı uzun uzun inceleyerek gezdikten sonra alt kata iniyoruz.
Bu müze dışarıdan göründüğü kadar küçük değil. Attığınız her adımda şaşırmaya hazır olun. Merdivenleri inerken şöyle bir kafanızı kaldırıp da bakın meselâ. Hatta çok sıkıştınız, lavaboya mı gideceksiniz? Temkinli olun. Orada da kelimler sizi bulacak.
Alt katta da ziyaretçilerin “Aaa! A aaa! Bak bak, burada ne yazıyor. Gel gel telli duvaklı gelinin nereden geldiğini buldum. Bil bakalım, sence kaşıkla kaşımak arasında ne ilgi var?” sözleriyle karşılaşabilirsiniz. Ve herkesin yüzündeki o tatlı tebessümle…
Şimdi üst kata çıkıyoruz. Dedim ya gerçekten düşündüğünüzden daha çok kelime var burada. Üst kata çıkar çıkmaz da hatta çıkarken de kelimeler çıkıyor yolunuza: Dur, biraz yavaşla düşün, bak, incele, şaşır ve merakın daha da artsın.
Hepsini ben anlatmayayım ama. Yalnızca şu fotoğrafları paylaşayım:
Üst katta da kelimelerin kökeniyle ilgili şöyle bir çalışma var. Nan ne demek? Peki nan ve nankör kelimeleri arasındaki ilişki ne?
Müzeden yüzümüzde tebessüm, gönlümüzde mutlulukla ayrılıyoruz. Hatta çıkarken acaba bir tur daha mı atsak, diye düşünmeden edemiyoruz. Öyle ki dönüş yolunda çıkarıp cebimdeki bilete baktığımda orada dahi güzel bir yazıyla karşılaşıyorum.
Farkında değiliz belki ama hakikatte hepimiz kelimeleri seviyoruz. Çünkü onlarla doğuyoruz, büyüyoruz ve hatta son nefesimizde de yine kelimeler oluyor. Türkçemiz, dilimiz de bizimle birlikte yaşamış, yaşıyor. Hayat hikâyelerden oluşur. Hikâyeler de kelimelerden… E kelimelerin de hikâyeleri var yahu! O zaman gidin, görün ve hikâyemizi öğrenin lütfen. Öyle her şeyin de fotoğrafını çekmeye kalkışmayın canım! Yoksa çok şey kaçırırsınız.
Teşekkürler Şermin Yaşar.
(Kelime Müzesi, pazartesi günleri hariç diğer günler, saat sabah 10’dan akşam 5’e kadar açık. 1-23 Ekim tarihleri arasında devam eden Kültür ve Turizm Bakanlığı Başkent Kültür Yolu Festivali kapsamındaki etkinliklerde Kelime Müzesi de yer alıyor ve bu vesileyle de pek çok ziyaretçiyi ağırlıyor. Hem bu etkinliklere katılmak hem de Müzeyi gezmek isterseniz kapıları size her zaman açık.)
Her mevsimin kendine özgü bir kokusu, rengi ve hissettirdikleri var. Genellikle ilkbaharı sevinçle, sonbaharı ise hüzünle karşılarız. Çoğu yazarlar ve şairler de mevsimlerle birlikte ortaya çıkan duygu yanılsamasını dizelerinde işlemişlerdir. Hüzün ve melankoli tüm satırları sarmıştır adeta. Yakın zamanda bizi karşılayacak olan hüzün mevsimine ne kadar hazırız?
Genetik kodlarımızda da iklim ve mevsim geçişlerinin sonuçlarını görmek mümkün. Örneğin Karadeniz insanı ile Akdeniz veya Doğu Anadolu insanını kıyasladığımızda farkı açık bir şekilde görebiliriz. İklimlerin etkisi insan topografyasını da doğrudan etkiler. Sürekli mücadele içinde olan insan, yaşadığı coğrafyanın da etkisiyle karakterini tamamlar.
Dünya hâli bir döngü halindedir. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” felsefesinden hareketle sürekli bir akıntının içerisinde sürüklendiğimizi anlamak zor değildir. Ekolojik sistemin bir gereği olarak değişen mevsimlere adaptasyon süreci yaşarız. Her geçiş bir arayış, her mevsim yeni bir başlangıçtır. Örneğin pazartesi günü de bir başlangıçtır. Tüm önemli konular pazar gecesi alınıp pazartesi günü uygulanacaktır. Pek azımız bunu gerçekleştirir. Peki ya mevsim geçişlerinin insan ruhu üzerinde etkisi?
Çoğumuz ön yaşantılarımızdan hareketle kış mevsimi hakkında çeşitli çağrışımlarda bulunuruz. Kış denince aklımıza çilek kokusunun, kuş cıvıltısının, güneşli parlak günlerin aksine portakal kokusu, acı acı öten karga sesleri, yağmurlu günler ve tipi gelir. Herkes kendini etiketleme yoluna gider bu süre zarfında. “Yok efendim ben kış insanıyım. Ben yaz insanıyım.” Sahi dört mevsimin insanı değil miyiz? Değişen aylara, mevsimlere çabucak alışıveren biz değil miyiz?
Aylar öncesinden yapılan menemenler, ağustos sıcağında kurutulan sebzeler, derin dondurucuda kötü günler için saklanan bakliyatlar, örme yelekler, patikler ve daha nicesi. İnsanoğlu yapısı gereği bir sonraki güne daima hazırdır. Gelecek için yapılan planlar, yastık altı birikimler, ileride lazım olur düşüncesiyle bekletilenler… Hep bir sonraki adıma hazırızdır. Şimdiki durak kış mevsimidir artık!
Uzun ve çetrefilli geçen kış gecelerinde insanı karmaşık düşünceler sarar. Evin en sıcak odasında toplanan ailenin üyeleri sıcak bir çay eşliğinde ortak bir paylaşım alanı yaratır kendine. Sıcak bir ortamda bulunma gayesi taşıyan insan, etrafını saran sıcaklıkla birlikte gevşer ve ilkbaharın özlemiyle yanıp tutuşur.
Bahar gelince bir hareketlilik başlar. Hem toprak anada hem de insan ruhunda. Hüznü bırakmanın vakti gelmiştir artık. Şair; dizelerini çiçeklerle süsler, yaşama sevincinden, umuttan bahseder. Tomurcuklanan fidanlar, yeşeriven ağaçlar yeni bir dönemin başladığını hissettirir bizlere.
Space Exploration Technologies Corporation yani Uzay Keşif Teknolojileri Şirketi adıyla kurulan SpaceX son 10 yıldır adından çokça bahsettirdi. Gerek şirketin sahibi Elon Musk gerek yaptıkları çılgın projeler ile daha da adından söz ettirecek. Şirketin kuruluş amacı ise Mars’ı kolonileştirmek ve uzay taşımacılığındaki maliyeti düşürmek. SpaceX 14 Mart 2002 yılında ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki Hawthorne şehrinde kuruldu. Normalde havacılık şirketi kurmak herkesin yapabileceği işlerden değildir. Elon Musk Paypal’dan elde ettiği gelirler ve kendi servetinden katarak kendi servetinden şirkete 100 milyon $ yatırım yapmıştı. Bu zamana kadar Falcon ( roket ailesi ) , Dragon ( uzay aracı ) , Starlink , Starship gibi birçok başarılı projelere imza atmışlardır. İlk başarıları 28 Eylül 2008 tarihinde, özel sektör tarafından finanse edilen ve yörüngeye ulaşan ilk sıvı yakıtlı roket olan Falcon 1 roketidir. SpaceX 9 Aralık 2010 tarihinde, bir uzay aracını uzaya fırlatan, yörüngeye oturtan ve bu uzay aracını (Dragon) başarılı bir şekilde Dünya’ya geri getiren ilk özel sektör şirketi olması şirketin adının duyulması ve popülerliğini arttırmıştır böylelikle insanların algısı da değişmiştir. Tüm dünyanın uzay ile ilgili NASA’dan haber beklerken SpaceX yaptığı çılgın projeler ve başında Elon Musk’ın olması SpaceX’i benim gözümde NASA’nın önüne çekmiştir. Şirket 2012 yılında Uluslararası Uzay İstasyonuna bir uzay aracı (Dragon) yollayan ilk özel sektör şirketi oldu. 2020 yılında ise SpaceX şirketin alışmış olduğu görevlerden farklı olarak Uluslararası Uzay İstasyonuna Crew Dragon’u yollayarak insanlı bir görev gerçekleştirdiler. Şirket ilerleyen yıllarda , 24 Ocak 2021 tarihinde tek bir roket fırlatması ile 143 uydu taşıyarak tüm zamanların en fazla taşınan uydu görevini yerine getirdi. SpaceX üretim , maliyet fiyatlarını kontrol altında tutabilmek ve motor ve aviyonik alanda kendilerini geliştirmek adına birçok tasarımı ve üretimi şirket içinde yapmışlardır böylelikle hem şirketin motor alanında gelişmesi hem de azalan maliyet şirketin kâr elde etmesini sağlamıştır. SpaceX’in Houston, Texas; Chantilly, Virginia; ve Washington, D.C. konumlarında bölgesel ofisleri bulunmaktadır.
Roket Çeşitleri
Falcon 1 , Falcon 9 ve Falcon Heavy olmak üzere 3 adet roketleri bulunmaktadır. Falcon 1 2006 yılında ilk uçuşunu yapmıştır. Falcon 1 roketinin amacı daha büyük ve opsiyonel olan Falcon 9 roketinin geliştirilmesinde yer almaktı. Falcon 9 ise 2014 yılında ilk uçuşunu yaptı. Falcon Heavy ise 6 Şubat 2018 tarihinde fırlatıldı. 3 çeşit motor üzerinde çalışmaktadırlar. Merlin ile Kestrel, ve Draco roketi şirketin ilk kurulduğu yıllardan beri geliştirdikleri roketler , son yıllarda ise bu roketlerin yanı sıra Superdraco ve Raptor geliştirilmektedirler.
Bir helikopter en fazla kaç kişiyi taşıyabilir diye düşünebilirsiniz , chinooklar sizin düşüncelerinizi büyük ihtimal yıkacaklardır . Chinooklar helikopterlerin ağır abileridir dersek yanlış olmaz sanırım. Tam tamına 60 personel taşıma özelliğine sahip bu ağır abilerle istediğiniz bölgeye topçu birliği taşıyabilir keyif amaçlı olarak da F-16’nızı nakledebilirsiniz . F-16 helikopterle nakledilir mi ? demeyin bu ağır abi o işi de yapıyor. Bu abimizin birim fiyatı diğerlerine göre birazcık pahalı sadece 35.1 milyon $’cık.
Chinook Boeing firması tarafından üretilmektedir . 21 Eylül 1961 yılında ilk uçuşunu yapan ağır abiler kendilerini o kadar sevdirmişler ki günümüzde kullanımda ve üretimi de devam etmektedir. Ağır abilerin gücü ise 2 adet tandem Honeywell T55 motora sahip olmasından geliyor . Görünüşünün farklı olması ise en büyük ayırt edici özelliklerinden diyebiliriz. Bu abilerin olmadığı savaş yok desek yalan söylemiş olmayız. Vietnam Savaşından tutundan Irak Savaşına kadar her yerde görev almışlardır . 1200 adetten fazla üretilmesi savaş alanlarının vazgeçilmezi olması için yeterli bir sebep olarak görülebilir.
ÖZELLİKLERİ
Mürettebat: 3
Yük: 24.000 lb (10.886 kg)
Uzunluk: 98 ft (30 m)
Fuselage length: 52 ft (16 m)
Genişlik: 12 ft 5 in (3,78 m)
Yükseklik: 18 ft 11 in (5,77 m)
Boş ağırlık: 24.578 lb (11.148 kg)
Maksimum kalkış ağırlığı: 50.000 lb (22.680 kg)
Maksimum sürat: 170 kn (200 mph, 310 km/sa)
Menzil: 400 nmi (460 mi, 740 km)
Azami irtifa: 20.000 ft (6.100 m)
Ordumuzda da 12 adet uçan kale bulunmaktadır. Operasyonların yanı sıra tatbikatlarda da uçan kaleleri görmekteyiz. Uçan kaleleri kullanan ülkeler ise : Avusturalya , Mısır , Yunanistan , İtalya , Türkiye , Japonya , Libya , Hollanda , Tayvan , Singapur , Güney Kore , İspanya , Tayland , Birleşik Krallık , Abd , Fas
Varyantlar
HC-1B
CH-47A ( 349 adet )
CH-47B ( 108 adet ilk defa kanca kullanıldı )
CH-47C ( 233 adet üretildi motor olarak yükseltildi )
CH-47D ( 472 adet üretildi farklı motor kullanıldı )
MH-47D( 12 adet özel kuvvetler için üretildi )
CH-47F ( 239 adet üretildi aviyonik ve motor olarak yenilendi )
Chinook sivil amaçlı uçuşların yanı sıra yangın söndürmede de aktif olarak yer almaktadır. 10 tona kadar su alma kapasitesi , uzun süre boyunca görevine devam etmesi yangın söndürmede önemli bir etken yapmaktadır. Sivil ve askeri çalışmalarından ötürü bu ağır abiler modernize edilerek daha uzun yıllar boyunca kullanılacağına eminim.
Asırlar öncesinden günümüze kadar gelen matbaa tarihi ile birlikte birçok kitap, insanların ellerinde kendilerine yuva buldu. Çok yakın bir tarihte ise teknolojinin hızlı gelişimi ile birlikte E-kitap denilen bir kavram çoğu insanın zihninde yerini aldı. Şüphesiz bir şekilde yüzyıllardır insanlığa kılavuz ve yoldaş olan kitaplar bir kelebeğin kozasından çıkması gibi şekil ve formunu değiştirirken onların sadık dostları, akıllarında ve sosyal ortamlarında sarsıcı bir tartışmaya istemeden dahil oldu. Bu taştırmanın cevap bekleyen sorusu ise “E- Kitap mı? Baskı Kitap mı?” sorusudur.
Kısaca matbaa ve basım tarihi
Matbaanın ilk kullanımını MS birinci yüzyılın ikinci yarısında Uzakdoğu’da görmekteyiz. İlk başlarda kalıp kelimeler ile kâğıda baskılar yapan matbaa makineleri, daha sonra harflerin demirle şekil alması ile birlikte tekli vuruşlarla baskı yapan matbaa makinelerine doğru evrilmiştir. Böylelikle insanlık seri ve hızlı basım tarihine ilk adımlarını atarak kitaplara daha kolay erişim sağlamaya başlamıştır. Basım yapılan kitaplara baktığımızda ilk baskı kitapların dini kitaplar olduğunu görmekteyiz. O dönemlerin radikal din düşüncelerinde özelikle kutsal kitapları olan dinlerin baskı yaparak dinlerini yaymaları da matbaa ve basım ile daha kolay hale gelmesi ise yadsınamayacak bir gerçektir. İyi yönden bakarsak aslında kutsal kitapları olan dinlerin en iyi arkadaşı matbaadır. Dini kitaplar ardından insanlar edebi ürünlerle de matbaayı buluşturarak yazın, basım ve edebiyat alanına yeni soluk getirmiştir.
Nedir Bu E-Kitap?
Teknoloji, asrın büyük adımı. Gündelik hayatımıza adapte olan teknoloji takılarımızdan cüzdanımıza, alışverişimizden yediklerimize kadar bize yardımcı olur hale geldi. Tabii ki insanlığa hizmet eden bu müessese insanlığın kadim arkadaşı olan kitaplara da yeni bir görünüş getirdi. E-kitap dediğimiz bu görünüş ve biçim çoğu teknolojik aletle kullanılabilir durumdadır. Masaüstü ve dizüstü bilgisayarlar, tabletler, akıllı telefonlar, elektronik kitap okuyucular gibi görüntü destekli aygıtlar ile erişim sağlanan kitaplara E-kitap ismini vermekteyiz tam açılımı ise Elektronik Kitap. Eğer konuyu biraz daha irdelersek bu süreç 90’lı yıllarda ortaya çıkmış ve bazı iniş çıkışlarla özellikle 2010 sonrasında üzerine düşünülen ve insanlığa hitap eden bir olay olmuştur. Günümüzde çoğu internet erişimi olan aygıtlarla bu hizmetten yararlanılabilmektedir. Ayrıca bu konu hakkında bilgi vermek gerekirse çoğu insan PDF dosyalarındaki kitapları E-kitap sanmaktadır. Lakin elektronik kitaplar için farklı yazılım ve uzantılar gereklidir. Buna destek olarak: Epub, Mobipocket, eReader, HTML örnek gösterilebilir.
Sorunun Cevabı
İrdelediğimiz başlıklar altında baktığımızda aslında bu sorunun yani “E- Kitap mı? Baskı Kitap mı?” sorusunun birden fazla yanıtı var. Nasıl mı? Şöyle baskı kitaplar çoğu insanın yıllardır kullandığı ve kült eserlerin ilk basımlarına hitap eden bir olgu. İnsanlar basılı kitaplara yani somut olarak kitaplara dokununca bağ kurduklarını söyleyebiliyorlar. Lakin diğer bir yandan baktığımızda ise basılı kitaplar insanlara zorluk yaratabiliyor. Mesela her bir kitap sayfası için binlerce ağaç kesimi ile birlikte binlerce mesai içeren bir çalışma gerekiyor. Bunla birlikte basımı esnasında da zorluklar maalesef göz ardı edilemeyecek düzeyde olmakla birlikte çevre zararı kısmı da ayrı bir sorun yönü bu açıdan baktığımızda E-kitaplar bizlere birçok yönden fayda sağlıyor. Sayfalara ihtiyaç olmadığı için hem doğaya zarar vermiyor hem de fazladan mesaiye ihtiyaç doğurmadan insanlığa zarar vermiyor. Lakin E-kitap farklı bir açıdan da insanın göz sağlığına zarar vermekle birlikte bazı telif suçlarına da sebebiyet verebiliyor. Bence lafı fazla uzatmadan şunu söylemek gerekli; ihtiyaçlar doğrultusunda her ikisi de kullanılabilir. EEE! Kitap hepsi neticede.
Pamuk ellerinde güller yetiştiren, gözlerine renkli tohumlar eken ve kalbinde küçük bebeler yetiştiren bir melek ansızın omzumda beliriyor. Tek bir kara bulut sırılsıklam etmişken beni, dizlerim yaralanmışken çocukluğumun arka bahçesinde o gelip usulca omzuma dokunuyor.
Eski köy evimizin alçısı dökülmüş yeşil duvarına yaslı, emekliliği gelmiş bir divana oturtturuyor beni. Gözlerim buğulu bir şekilde onun elinde tuttuğu merhemin kokusunu içime çekiyorum. Naneli bir kokuyu ciğerlerime dolduruyor sanki bu merhem. Canı naneli şeker çekiyor içimdeki çocuğun. Merhemi yavaş ve ağır adımlarla parçalanmış diz kapaklarıma koca bir merhametle sürerken iyileşmesi için de Allah’a açtığı o pamuk elleriyle dua ediyor, şifa bekliyor. Aramızda ne bir konuşma geçiyor ne de konuşmak için sözlere dökülen bir eylem. O gözleriyle dokunuyor yüreğime, bense onun gözlerini gönlümün en güzel yerinde misafir ediyorum. Gözler sessiz ama bir o kadar da derin bir muhabbet içerisindeyken o billur sesi kulaklarımda çınlıyor. Ninni mırıldanmaya başlıyor aniden. Sesi kadifemsi bir tınıyla dünyadaki tüm çocukları uyutacak kadar narin ve dingin.
Dünyanın tüm çocuklarıyla birlikte ben de uykuya dalıyorum onun dizinin dibinde. Rüya görmeye başlıyorum uykuya dalar dalmaz. Vitrine asılan minik dikdörtgen vesikalık fotoğraflar birden konuşmaya başlıyor benimle. Her ses farklı bir renkle, kimlikle, neşeyle bana samimiyet içinde gülümsüyor. Tüm yüzler tanıdık ve mazinin birer armağanı. Annem, babam, teyzem, halam, dedem, ninem ve o eski köy evinde yaşadığım tüm güzel anılar göz kırparken bana ben gözlerimi açıyorum sabahın sarı sıcak aydınlığına.
Rüyamın tatlı ninnisiyle uyanırken hemen onu arıyor göz bebeklerim. Dizinin dibindeyken tüm gece, nereye kaybolmuş olabilir ki birdenbire? Pamuk elleri, gülen yüreği, dingin sesi… Evin tüm odalarını büyük bir korku ve heyecanla kolaçan ediyorum. Sesleniyorum, bağırıyorum, ismini sayıklıyorum ama hiçbir ses duyamıyorum.
İçimdeki ufaklığın gülüşü beni kendime getiriyor…
‘’Rüyanın içinde bir rüyadasın. Uyan ve aç gözlerini şu yolculuğun kırklı hülyasına. O gitti… Ama seni görmek için o pamuk ellerine ektiği tohumları büyütüp yine gelecek. Bu sefer o tohumlar fidan olacak gönül bahçende. İşte o zaman birlikte sulayabileceksiniz vitrinde açmış rengarenk çiçeklerinizi. Yaşın tam otuz yedi. Bugün doğum günün sevgili genç kadın. Tüm sevdiklerin bu gece seninleydi. Teşekkür edip ellerini açmak için semaya o seni bekliyor, sen neyi bekliyorsun…’’
Ufaklığın sesi çınlarken kulağımda, tüm rüyalar buhar olup uçuşuyor bulutlara. Doğum günümmüş bugün, tamamen çıkmış aklımdan. Beni ziyarete gelmiş narin anneannem. Başımı okşamış, ninniler söylemiş ve dizinde uyutup yine musalla taşının memleketine uğurlanmış bir önceki geceden. Bir tevafuk, bir tevekkül ve sonsuz şükür… Şükrederken secdede, tüm sevdiklerimi anımsıyor, minnet ve sevgiyle bana miras kalan vesikalıkların gök kubbesine selam ediyorum.
Mezarlığın başında duran ibriği aldım ve sanki ölü ruh canlanacak gibi boşalttım suyu toprağın karasına. Toprağın üstünde üç tane yeşil çiçek açmıştı. Ben en çok mezarlıkta açan çiçekleri severdim. Dünyayla dalga geçer gibi toprağı boyarlardı. Umutsuzluktan buruşan bütün olanaksızlıklara karşı kendilerinde hala yaşayabilme gücü buldukları için onlara hayrandım. Ölüm denen şeyin damakta bıraktığı kekremsiliği kovmak istedim. Bütün dünya insanlarının bir karıncadan ne farkı vardı? İnsan yok olacaksa, o da bir gün uçup gitmeyecek miydi? İnsan nasıl da güçsüzdü. Canından can gitse de nasıl gülebiliyordu hala? Bundan sonra hiç gülemeyecek miydim ki? Gülmemeli miydim? Gülsem hain bir evlat olacaktım gülmezsem de hain bir öz taşıyacaktım. Ruh denen o yaratık bu kuru vücuttan taşmak için yalvarıyordu sanki bana. Nereye gitsem geri dönüyordum. Dar geldi sema bile. Ne göğe sığabildim o gece ne de anamın yüreğine. Azade nenemin kuşları dallarıma konmuş ve küf kondurmuşlardı bakışlarıma sanki. O gece ne kadar ağlasam da Keder Hanım’a “gitme” dedim. Neyi misal versem yetmiyordu ki zaten. Konuşsam da, bağırsam da, ağlasam da gidecektin. Ben de sustum. Sühan Dağı’na çıkmak kolay mıydı?
Anam seslendi sonra: “Hasan, ibriği mezarın yanına bırak!” Düşündüklerimden utandım sonra, çıktık yola. Yolda Yunus düştü yüreğime, derde giriftar eyledi beni bu mazlum sükût. Onların derdini işiten keklikler benim derdime kar rengi bir hüsn derlerdi. Ayıplardım ben kendimi. Böyle küçük dert mi olurdu? Dert miydi benimki de? Sustum.
Ökçe Kundura’nın önünden geçip saat dükkanına gittim. Bu dükkana hep hayrandım. Adeta bir kapıyı andıran pencerelerden içeriye ışık huzmesi dolardı. Bu huzme odayı sanki sarıya boyar ve suskunluğun kirli sisine perde çekerdi. Saatlerin kocaman oluşu, tik-tak sesleri ve akreple yelkovanın birbirini takip eden o sıra dışı oyunu ruhuma nakışlanırdı ve ben büyülenirdim sanki. Bir tiyatro seyreder gibi olurdum. Bu dükkan zamanın göçmen bir yolcu mu yahut kalıcı bir misafir mi olduğunu düşündürürdü bana. Eşref Usta’mın sohbeti ile de anlam kazanırdı huzurum. “Zamanın çıngırağı kulları öyle şaşkına çevirir ki evlat!” dedi, “Beşer dinçken gülüp geçtiği hakikati ihtiyarlayınca anca kavrıyor.”
Haklı mıydı Eşref Usta? Ak rüzgarlara hasret gönlümü prangalardan kurtaracak yüce hakikat hayal miydi? Hayal bir hakikat miydi? En yüce hakikat kimdi? Ve neredeydi?
Aralık’ın 29’u. 6 yıl evvelsi. Çok kar yağdı o günden sonra bu şehre. İstanbul’a daha evvel böyle soğuk uğramamıştı sanki. Zemheri ayazı öyle yaktı ki bu canı, şaştım kaldım. O sabah anamın haykırışlarıyla yataktan kalktım. Anamın endişesinde bir at gibi huysuzlanan bu leke babamı bir daha göremeyecek olmanın verdiği korkuydu belki de. Babamın gözlerine son kez seslendiğimi düşünsem de yanıldığımı bana hüzün göndermesinden anlamıştım.
Bir kahve değirmeni dükkanı işletirdi babam. 40 yılını vermişti bu işe. Anamla benden esirgediği gönlünü o dükkana koymuştu da ipek mendillere sarıp saklamıştı sanki. Esasen “Ne istersin?” diye de sormadı bana hiç. Sormaması gerekiyordu demek. Ben bilmezdim ki bir şey. “Gel” derlerdi gelirdim. “Git” derlerdi giderdim. “Otur” derlerse oturur, “kalk” derlerse kalkardım. Ama kimse bana “anlat” dememişti. Ben de hep sustum.
Babamın yanındayken ne yapsam tam olmazdı, bir yerde yanlış yaparım diye ürkerdim hep. Yeri gelir nefes almaktan bile çekinirdim. Bir elma yongası gibi gönlüm de dışarıda kalınca kararırdı sanki.
İyi bir dinleyiciydim. Anlamak için yorulmazdım, bilirdim; ben anlatmadıkça dinlenemeyeceğim. “Boşuna iki kulağımız bir ağzımız yok oğlum!” derdi babam hep. “Sen bu işi iyi beceriyorsun.”
Babam gözlüğünü yeşil kadife kutusundan büyük bir titizlikle çıkartır, siler, sonra önlüğünü giyer ve gömleğinin kollarını da sıvadıktan sonra değirmenin başına geçerdi. Ne öğütecekse benden alırdı babam. Kahve çekirdekleri kapıdan girince hemen solda üst raftaydı; boyum yetmezdi, tabureye çıkar da uzanırdım. Babam çekirdekleri her çektiğinde çıkan o ses dayanılmaz olurdu benim için. O değirmen beni öğütüyor ben de buna müsaade ediyormuşum gibi gelirdi. Kahveden gelen o koku çekilmez olurdu. Dükkana gelen her müşteriyse bayılırdı bu kokuya. Mana veremezdim. Gözümün içine bakıp ne bahtlı olduğumu söylerlerdi hep. Öyle kızgındım ki onlara. Bilmiyorlardı içinde bulunduğum vaziyetin umarsızlığını. Her sabah aynı sıkılganlıkla döner dururdum bu küçücük yerde. Hareket edemezdim, ben kendimden koşup çıkmak isterdim de kendimi yine babamın yanında bu kahve dükkanında bulurdum.
Bir gün karşı dükkanın çırağı hastalanmıştı. “Az işe yararsın” diye oraya yolladı babam beni. Rengarenk, çeşit çeşit kumaşlarla süslenmiş şapkalar vardı camekanlarda. Kırmızı fiyonklu, beyaz kurdeleli, dantelli, hasır iple örgülü, çiçek desenli onlarca şapka doluydu odanın içi. Bunları kim hangi ara yapmıştı?
Ben korkak bakışlarla içeriyi süzerken Marifet teyze “Celal Bey’in oğlu sen misin? Ne cıbar oğlanmışsın sen!” dedi. Doğru, çocukken çok çelimsiz bir şeydim ben. Bana verilen hiçbir yükü taşıyamaz, altında ezilirdim.
Ben bana verilen her şapkayı özenle ince boyunlu vitrin mankenine asarken beyaz bıyıklı, kır saçlı, boylu boslu bir adam girdi içeriye. Yeleğinin sol üst kenarında- ki kalbine denk düşüyordu burası- bir cep saati vardı. Köstekli bir saat. Tik-tak! Saatleri hiç sevemedim de insanlar neden yanlarında saat taşır çok sonra anladım.
Çetin Usta’nın yeri hep bambaşkaydı benim için. Yazmayı bilmezdim, öğrenmek istedim. Yanımda bir kalem kağıt olsun da onun ağzından çıkan her kelamı yazayım istedim. Sonra benimle alay eden bütün insanlara karşı bu yazdığım yazıları delil olarak göstereyim. O yaşımda dahi anlamıştım şunu: namuslu bir savaşın tek silahı kalemdi.
Babamın yanından ayrıldığım ilk gündü o gün. Bilmezliğin ve çekingenliğin verdiği boşluk içinde sallanıp afallamaktan ne kadar korksam da içimde büyük bir coşku oluştu ve ben bunun sebebini bir türlü bulamazdım. Sanki bunca zamandır yırtıp atamadığım bir tat vardı dilimde; bayat, kokuşmuş, buruşuk, mayhoş, öyle anlamsız ve garip bir tat. Çetin Usta’nın dükkanında bir tablo gördüm o gün. Masmavi gökyüzüne süzülen beyaz dumanlarıyla sanki bana bir şeyler anlatmaya çabalıyordu. “Bu ne?” diye sordum meraklı cılız bir sesle. “O mu?” diye güldü ustam. “O, seyahat için yaratılan en yüce varlıktır oğul!” dedi. O bir trendi. Tiren.
O günden sonra bazı sabahlar erkenden evden çıkıp Sirkeci ve Haydarpaşa Garı’na kaçmaya başladım. İstanbul’un o eşsiz güzelliğini bile görmez olmuştu gözlerim. Saatlerce lokomotifleri, vagonları ve rayları incelerdim. Kara trenin tekerleği raylara her oturduğunda çıkan ses ninni gibi gelirdi bana. Duyan herkesi sağır edecek kadar illallah ettiren o acı ve tiz düdük sesine müptelaydım ben. Trenden çıkan buharın kokusu beni mest etmeyi başarmıştı. Gittiği yoldaki hikayelere ev sahipliği yapıyor ve gelip bana onları bir bir anlatıyordu o duman sanki. İstasyonların başında duran o koca saat dahi bana kara trenin gelişini söylediği için hiç bozulmadım ona. Ah! Ne çok isterdim trene binen yolculardan biri olmayı…
Babamın kahve dükkanında bulamadığım rayihayı kömür kokusunda nasıl bulmuştum ki ben? Bilmiyordum. Anladığım tek bir nokta vardı: benim arkadaşım ne sokaktaki çocuklar ne oynadığım bilyeler ne de konuşamadığım insanlardı. Benim tek yoldaşım vardı. O da yolun ta kendisiydi. Yolun sonunda bir tek ak olmayan şu simsiyah saçlarımın bembeyaz olacağını düşünsem de mutlu olacağımı biliyordum. Lakin babam anlamak istemedi beni. Dedi ki: “Mal canın yongasıdır.” Bu devirde geçim şarttı. Haklıydı. Çok utandım. Ben de sustum yine. İçim o trenin içinde kalmıştı. Simsiyah lokomotifin kapıları benim için açılmıştı da yüreğimde payidar kalacak bir seyahatin makinisti yapıverdi beni. Haklıydım. Deyim yerindeyse; hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaftı beşer. Kusursuz olmamaktan utanıp kusurun güzelliğini çıkarırdı hafızasından. Utandığım için utandım ama susmadım bu kez.
Benim hikayemin sahibi babamdı. O da öldü. Sahipsiz kalmıştım. O gün kalbime yuva yapmış irice bir kuş uçtu gitti sanki. Aklımı kaybetmekten çok korktum. Çünkü onu bile tam beceremezdim de elalemin ağzına düşerdim. Sonra Muhsin Usta’nın şu sözü yankılandı kulaklarımda:
“Samimi olmak en güzel keramettir. Bırakın uçmak kuşlara münhasır olsun.”
Sanat kelimesi çok geniş bir aralığı kapsar. En genel anlamıyla yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi diyebiliriz. Örneğin; resim, müzik, edebiyat, heykel, kukla… Bunlar sanatın farklı kollara ayrılmış halleridir.
Sanat ile insanlar hayal güçlerini ortaya çıkartırlar. Resim çizerek kendilerini renklerle ifade ederken edebiyatla insan, içindeki duyguları ve yaşadığı olayları harflerle, kelimelerle kâğıda döker. Müzik ile uğraşan insan ise ruhunu notalara dökerek diğer insanların hislerine dokunur. Bir insan sanat ile dünyayı değiştirebilir. Örneğin ebru sanatı ile uğraşan insan suyun içerisine boyaları akıtır onlara şekil verir daha sonra bu şeklin üstüne kâğıdı koyar ve belli bir süre bu kâğıdı kuruttuktan sonra ortaya sanat eserini çıkartır. Bir başka sanat ise kukla sanatıdır. Kuklaları canlandırıp onlara hayat vermek izleyicileri büyüler ve onları mutlu eder.
Sanatın tam olarak ne zaman başladığına dair birçok görüş ortaya atılmaktadır. Çok eski uygarlıklardan kalan mağaralar incelendiğinde duvarlara çizilmiş olan hayvan ve insan figürleri sanatın çok da yeni bir kavram olmadığını bizlere gösteriyor.
Her insan içinde bir sanatçı barındırır ve bu sanatçının ortaya çıkması sadece hayal gücümüzün, duygularımızın, özgün düşüncelerimizin tırtıl gibi kozadan çıkıp güzel bir kelebeğe dönüşüp kanatlanmasına bağlıdır.
Sanat Her Şeydir!
Sanat nasıl başladı biliyor musun? Sanat bence insanın içinde olan duyguları ve düşünceleri dışarı aktarması ile başlar.
Sanat insanın içindekileri olduğu gibi karşısındaki insana veya topluluğa sunmasıdır. Peki, bu sanat eserleri nelerdir? Bunlar; resim müzik, heykel ve daha sayamayacağımız kadar çok uğraştır. Sanat denilen olguyu kimi insanlar hobi olarak yaparken kimi insanlar ise büyük bir aşkla yaparlar. Bir heykeltıraş için heykel yapmak, bir ressam için bir tablo yapmak, bir müzisyen için şarkı söylemek hayattaki en büyük varoluş sebebidir. Sanat dallarından biri olan resim dalında üne kavuşmuş ‘’Mona Lisa’’ tablosu örnek gösterilebilir. Bir diğer sanat dalı olan kuklada ise sanatçı hazırlamış olduğu kuklayı çeşitli bölgelerine bağladığı ipler yardımıyla hareket ettirerek ve arka planda ses taklidiyle bir oyun meydana getirir. Bu türün kültürümüzdeki en büyük örneği ise Hacivat ve Karagöz oyunudur.
Tüm bunlardan anlayacağımız sanat her yerdedir ve sanat her şeydir!
Kastamonu ve Sanat
Kültürün en önemli öğelerinden biri sanattır. Yaşadığım yer olan Kastamonu ile ilgili çok fazla sanat dalı vardır. Bunlardan bazıları kilim dokumacılığı, ağaç işlemeciliği ve halk oyunlarıdır.
Kilim dokumacılığı Kastamonu’nun simgelerinden biridir. Bu sanatın hikâyesi hayaldir. Bunun anlamı ise kilim dokuyan kişi o an ne hayal ederse onu kilimine dokur ve ortaya bir sanat eseri çıkartır. Bu kilimleri Kastamonu’nun pek çok yerinde görebilirsiniz. Örneğin hanlarda, konaklarda ve çok eski otellerde bu halılar bulunmaktadır. Bahsedeceğimiz diğer sanat dalı ise ağaç oymacılığıdır. Bu tür Kastamonu’nun en önemli kültür sanat öğelerinden biridir. Eski gelin sandıkları, köy evlerinde sıklıkla rastlayacağınız sedirler bu sanat dalı ile oluşturulmuştur. Son olarak bahsedeceğimiz sanat dalımız halk oyunlarıdır. Kastamonu yöresine ait olan ve erkeklerin oynadığı oyunların isimleri Sepetçioğlu, Taşköprü Zeybeği, Saray Çeşmesi, Beyler Bahçesi ve son olarak Topal Zeybeği’dir. Kadınların oynadığı halk oyunları ise Çatalzeytin Kızları, Kadın Oyunu, Sarı Yazma olarak sıralayabiliriz. En ünlü ve yöresel halk oyunu ise Tiridine Bandım’dır. Bu kadar ünlü olmasının sebebi ise kadın ve erkekler karışık olarak oynamasıdır.
Kastamonu yöresi bölgesel olarak çok farklı ve güzel, kendine özgü sanat dalları bulunan kültürel bir şehirdir.
Not: Yazıların tamamı Kastamonu Merkez Ortaokulu 6/G sınıfı öğrencilerine aittir.
Türkçe Öğretmeni Mustafa Temirci ve stajyer öğretmenler Cemre İmir, Veysi Baylan ve Hasan Tayfun Seki danışmanlığında yazma etkinliği kapsamında oluşturulmuştur.
“Çivisi çıkmış.” dedikleri dünyanın çivilerini yerine çakmaya çalıştıkça ellerim kana bulandı. Kafamın içinde bir dünya derdi taşımaktan da yoruldum artık. “Yoruldum, bıktım, usandım.” denmez ama hâlimi kime şikâyet edeceğimi de bilemiyorum. Bildiğim tek bir şey varsa yılmak, yıkılmak ya da durmak gibi şeylerin benim gibilerin lügatinde hiç olmadığıdır.
İçimde kaynayan mahşer beni uykularımdan uyandırıyor. Coşkumdan yerimde duramıyorum. Olmalı, diyorum. Tutunacak bir dal, beni kendine çekecek bir ses, gözüm gördüğünde içimde neşeli bahar şarkıları çaldıran bir güzellik elbette bir yerlerde var olmalı. Ben bu kadar umutla nasıl yaşıyorum?
Ahir ömrümde, çocukların gözlerinin nasıl ışıldadığını gördüm. Sonra, gençlerin gözündeki ferin nasıl söndüğüne şahit oldum. Gözlerinin ışığı yitmemiş olanı nerede görsem tanırım. Sen de öğren onların kim olduğun sevgili okur. Bir çocuk merakı taşırlar onlar içlerinde. Heybelerinde hep güzellikler vardır. Bu güzelliği dağıtmaktan da elbette ki yüksünmezler. Yetişkin demenin ne olduğunu ise hâlâ anlayamadım. Nereye yetişiyoruz biz? Vardık mı? Bildiğim bir şey varsa o da hepimizin yolda olduğudur.
Hacı teyzeyle kesişti yolum, yolumuz. O genç kızın gençliğiyle Hacı’nın yolları kesişti. Bu öykü gönlüme nereden düştü bilinmez. Eksik parça ne zaman tamamlanır? Yürünen yollar nereye varır? Okunan öyküler ne anlatır? Yukarıdaki cümleleri bir bütün oluşturacak şekilde sıralayamazsak ne kaybederiz? Bu ve bunun gibi sorular hangi sınavda çıkar? Hayatın karşıma çıkardığı sorulardan yalnızca birkaçı.
Benim hafızam zayıftır. Yazdıklarımı sen hatırla.
Bana postalanan öyküde bu kadarı yazıyordu. Bu genç kız kim? Hacı teyze kim? Nerede yaşadılar? Öyküleri nasıl başladı, nasıl bitti? Bunların hiçbirini bilmiyorum. Final yapamadan ekranlara veda eden diziler gibi beni merakta bırakan bu öykü hayatıma nasıl giriverdi ben de bilmiyorum. Bir tek şey biliyorum yalnız: Hayat yanı başımızda. Peki ya sen neredesin sevgili okur!
Şarkının en güzel yerini bekleyip eşlik etmeyi heyecanla istemek gibiydi seni görmeyi dilemek Bir sahafa girerken tozlu merdivenlere aldırmadan yürüyor ruhlarımız Parmaklarımızı gezdirirken o eski raflar üzerinde Aynı kitabın sayfalarında tanışıyor ellerimiz Ellerine kar mı yağıyor sevgilim Neden üşümüş kediler gibi titremekteler Ah hemen eritmeliyim sevgimle o kardan bahçelerini Tohumlar dağıtmalı, çiçekler toplamalıyım Yüreğinin duvarlarını inşa eden de kim Zincirlerle kilitleyip parmaklıklar içerisinde nefessiz bırakıyor o güzel gözlerini Uzaklaşıyor benden zihnin ve bedenin Yakalamaktan yorgun düşüyor kırılmış kalbim Evren evimizi en güzel gezegene kiralamışken Neden sen hep kendi duvarlarını örmektesin İzin ver bahçendeki portakal ağacın olmama İzin ver ormanlarında nefes almama Martin’in boğulduğu denizin ve kaybolduğu kelimelerin Bir kurtuluşudur senin portren Seni diliyorum Tanrı’nın kütüphanesinden Baksana ömrünü harcayan şey geçiyor karşı mahalleden Evet evet tam da hiçbir yere gitmeyen Raydan çıkmış o ruhsuz tren
Suat Derviş, Kendine Tapan Kadın eserini 1947 yılında Gece Postası gazetesinde tefrika ettirmiştir. Tefrika edildikten sonra unutulan bu romanı tam 71 sene sonra yani 2018 yılında İthaki Yayınları ilk kez kitap hâline getirmiştir. Konu bakımından klasik bir aşk hikâyesi gibi gözükse de aslında öyle değil. Merkeze alınan duygu aşk olsa da arka planda intikam, hırs, sınıf çatışmaları gibi konular yer almaktadır. Romanı okuduğunuzda bireylerin karmaşık yaşantılarına ve karanlık iç dünyalarına şahit olacaksınız. Selim İleri’nin de ön sözünde bahsettiği gibi gerçek anlamda “unutulmayacak bir roman” Kendine Tapan Kadın…
Eseri daha detaylı incelemek gerekirse;
Derviş, roman karakterlerini çok boyutlu bir biçimde kurgulamıştır. Bu karakterlerin aile yapısı, geldikleri sınıf, iç dünyaları, kişilikleri, psikolojik durumları gibi karakterler pek çok yönüyle ele alınmış ve bunlar okuyucuya oldukça gerçekçi bir şekilde hissettirilmiştir. Tabii karakterleri bu kadar iyi bir şekilde anlatmasının da yazarın yetiştiği çevre meslek hayatı etkili olmuştur. Derviş, yaşadığı dönemdeki farklı toplumsal yaşayışları çok iyi bilmektedir. Varlıklı bir aileden geldiği için üst tabaka diyebileceğimiz bir çevreyi, gazetecilik yaptığı için de alt tabakayı çok iyi gözlemlemiş ve bu gözlemlerini eserine kusursuz bir şekilde yansıtmıştır.
Derviş, karakterlerin yaşadığı duygusal ilişkileri bir çatışma, bir savaş gibi betimlemiştir ki bu durum çok belirgindir. Örneğin, sevilen kişi düşman gibi görülmüş ve öyle muamele edilmiştir. Bunu romandan bir alıntıyla anlayabiliriz:
“Onun manevi şahsiyetini sevmiyordu. Onun ruhunun ve karakterinin kendisinin başlıca düşmanı olduğunu hissediyordu. Günün birinde onun felaketini yaratacak olan şey Vahdet’in bu ruhî, bu manevi tarafı, bu karakteri olacağından da emindi.”
Karakterleri incelemek gerekirse;
Bana kalırsa romanda kendine tapan iki kişi var. Bunlar biri kendine tapan kadın olarak nitelendirilen Sârâ bir diğeri ise erkek karakter Vahdet.
Vahdet, orta yaşlarda, Sourbonne mezunu, zaman zaman dergilerde yazılar yazan ve bu sayede saygı gören, zengin, yakışıklı, çapkın bir karakter. Kadınları üzmeyi ve acı çektirmeyi neredeyse marifet sayacak adeta kendiyle gurur duyan biri. Ve Vahdet’ten vazgeçemeyen ona ne kadar acı çektirirse çektirsin bir türlü geri adım atamayan güzeller güzeli Nazan… Nazan, romanda pasif kalan bir kişi, Vahdet’e karşı o kadar sabırlı davranıyor ki şaşırmamak elde değil ancak başına talihsiz bir olay geldikten sonra bu tutumu değişiyor.
Kendine tapan kadın Sârâ güzelliği ile romanda övüldükçe övülen biri fakat anlaşılması oldukça güç bir kişilik. Çocukluğundan beri yaşadığı hayattan memnun olmayan, etrafındaki hiç kimseyi sevmeyen, kimseye acımayan, anne babasından bile nefret eden biri. “Sen kimseyi sevmez misin?” sorusuna verdiği cevap aslında onu en net tanıdığımız yerlerden biri:
“Kimi seveyim? Annemle babamı mı? Niçin? Beni dünyaya getirdikleri için mi? Dünyaya gelmeden evvel ben onları anamla babam olsunlar diye intihap etmedim ya! Ve eminim, onlar da beni hiç an düşünmeden -çünkü tanımazlardı- beni hiç özlemeden dünyaya getirdiler. Bunun için onları sevmek için en ufak bir sebep bulamıyorum.”
Kimseyle duygusal bir yakınlık kurmayan Sârâ’nın tek amacı istediği lüks hayata kavuşabilmek ama bu uğurda harcadığı ve üzdüğü kişi bir kişi var o da Demir… Demir ve Nazan’ın karakterlerini ben birbirine çok benzettim. İkisi de büyük bir sabırla ve kararlılıkla sevdikleri için mücadele verdiler. Bir diğer karakter ise, Nurullah Yurdakul. Bu karakteri Derviş, her fırsatta kötülemiş ve çirkin sıfatlarla biz okuyucuya betimlemiştir. Nurullah Yurdakul çok zengin yaşlı bir et tüccarıdır ve Sârâ ile evlenmek istemektedir. Sârâ da sırf istediği hayata kavuşabilmek için Nurullah Yurdakul ile evlenecektir fakat hayatı hiç de hayal ettiği gibi gitmeyecektir.
Sonuç olarak;
Suat Derviş, gerek betimlemeleriyle gerek ruhsal çözümlemeleriyle kurguladığı hayatı çok iyi anlattığını düşünüyorum. Zaman zaman tekrara düşse de romanı okuma heyecanınız hiç bitmiyor. Ayrıca romanın yazıldığı dönem ve yazarın kadın olması dikkate alınacak olursa Suat Derviş’in son derece cesaretli davrandığını düşünüyorum. Romanı okurken iç içe geçmiş bu aşk hikayesinin zihninizde adım adım canlanacağına ve bir süre aklınızdan çıkmayacağına eminim.
İki insanın birbirini sevmesi mümkün müdür? Yoksa kendine tapan kadın Sârâ’nın dediği gibi insan kendisinden başkasını sevemez mi?
Sofra hazırlanmış, sessizce onun gelmesini bekliyorlardı. Annesinin hüzünlü gözlerine baktı Melek. Korku dolu akşam saatleri başlamıştı. Yine eve gelecek ne varsa kırıp dökecekti. Yediği dayaklar yüzünden morarmıştı o çelimsiz vücudu. Bunu ona, onlara yapan babası olacak adamdı. İşsiz güçsüz adamın tekiydi. Oradan buradan para alır, kumara yatırırdı. İnsan babasını sevmez miydi? Melek nefret ediyordu babasından. Kendine yaptıkları umurunda değildi ama annesine yaptıkları onu mahvediyordu. Birden bire zil sesi duyuldu. Annesine baktı yalvarırcasına. -Açmayalım annem. Ne olursun? Dedi. Annesi çaresizce baktı kızının o boncuk boncuk olmuş gözlerine. Başını eğdi. Yavaşça açtı kapıyı. Olacaklar belliydi. Yüzünden anlamıştı adamın. Yine kızgındı. Her şeye kızardı zaten. Hep kızardı. Nefretle baktı babasına. Baktığı gibi de yedi tokadı. Koşarak odasına gitti. Işığı açmadı. Yere çöktü, gözlerinde biriken yaşları serbest bıraktı. Kapadı gözlerini. Söz verdi kendine , o biricik anneciğini de kendini de kurtaracaktı bu adamdan. Umutla oturdu , açtı kitaplarını. Tutunabileceği tek dalıydı kitapları. Çalışacaktı. Çok çalışacaktı. Düşündü. Belki de mutluluk çok yakındı…
Çocukluk
Omzunda iş çantası, ellerinde bir yığın dosyayla yürüyordu sokakta. Ne kadar çok işi vardı? Kravatını gevşetti. Bunalmıştı. Yavaş yavaş yürürken karşıda yürüyen pamuk şekerciyi gördü. İster istemez bir tebessüm belirdi yüzünde. O pembeli mavili pamuk şekerler çocukluğuna götürmüştü onu. Ne güzeldi çocukluğu. Küçücük şeylerden kocaman mutlu olmaktı çocukluk. İşte o da öyle mutluydu çocukken. Rengarenk misketleri, tahta arabası, havada kuş gibi süzülen uçurtması… İşte bir çocuğun mutlu olması için bunlar yeterdi. Adımlarını hızlandırdı, yakaladı pamuk şekerciyi. Aldı içlerinden gözüne hoş gelen bir pamuk şekeri. Deniz kenarındaki bir banka oturdu. Bir parça ısırdı pamuk şekerinden. Gözlerini kapattı. Aynı değildi işte o güzelim pamuk şekerin tadı. Çocukken güzeldi demek her şey diye düşündü. Yerinden kalktı gülümsedi. Anıları onu mutlu etmişti. Keşke, keşke çocuk kalabilseydim dedi ve yoluna devam etti.
Zaman
Aynanın karşısına geçti. Kendini süzmeye başladı. Saçlarındaki akları, alnındaki kırışıklıkları, solmuş tenini inceledi. Ne zaman bu kadar yaşlanmıştı? Zaman buydu işte. Nasıl geçti, nasıl bitti anlayamıyordu insan. Oysaki daha dün gibi aklındaydı yirmili yaşları. Artık doğru düzgün yürüyemiyordu bile. Biliyordu onu çağıran şeyi. Artan ağrılarından, zaman zaman kesilen nefesinden, bembeyaz yüzünden. Vakti geliyordu. Çağırıyordu onu ölüm. İstemsizce gülümsedi. Nasıl geçmişti bunca zaman? Hiç anlamamıştı. İşte yine başlıyordu. Elini kalbine götürdü. Yine başlamıştı o keskin ağrı. Sanki biri eliyle kalbini söküyordu. Öyle canı acıyordu işte. “Allah’ım ne olursun bitsin artık.” Diye geçirdi içinden. Yavaşça yatağına uzandı. Gözlerini kapadı. Bu gözlerini son kapatışıydı. Bitmişti artık. Artık acı yoktu. Ömür bu kadardı işte. Göz açıp kapayıncaya kadar…
Kestane Kokusu
Bütün aile sobanın başına dizilmiş üzerine koydukları kestanelerin pişmesini bekliyorlardı. Ne güzel de kokuyordu. Adeta huzur yayıyordu etrafa kestanelerin o güzel kokusu. Büyükanne torunlarını etrafına toplamış, anlatıyordu en güzel öykülerini. Kendi kendine düşündü. İşte huzur buydu onun için. Dumanı tüten bir soba, büyükannesinin her gün dinlese de bıktırmayan o tatlı öyküleri, bir de o sobanın üzerinden evin dört bir köşesine yayılmış kestane kokusu…
Nefes
Kendini evden dışarı attı. Her şeyden ve herkesten bıkmıştı. Başını havaya kaldırdı, derin bir nefes aldı. Simsiyah bulutlar başında üşüşüyordu. Muhtemelen yağmur yağacaktı. Ayakkabılarını bile alamamıştı. Arkasını dönüp az önce çıktığı kapıya baktı. Geri dönmeye niyeti yoktu. Gözlerinden süzülen sıcak yaşlar bile içini ısıtmaya yetmiyor, bedeni titriyordu. Çıplak ayaklarının açısına aldırış etmeden caddede yürümeye başladı. Etraftaki insanlar ona acıyarak bakıyordu. Şu lanet hayattan sadece mutluluk istemişti. Kayalıkların kenarına geldi. Denizin köpüre köpüre akan sularına baktı. O çetin sular aklını çelmişti. Gözlerini kapadı, bıraktı kendini denizin kollarına. Yavaş yavaş derinlere daldı. Kurtulmak için çırpınmıyordu bile. Ölmeyi seçmişti. Geriye bıraktığı tek şey yüzündeki acı gülümsemeydi.
Kartopu
Heyecanla pencereye koştu. Her yer bembeyaz örtüye bürünmüştü. Hemen üzerini giyinip kendini dışarı attı. Gülümsedi. Diğer mahalleden çocuklar kar topu savaşı yapıyorlardı. O da oynamak istedi ama kabul etmediler. İçlerinden iri bir çocuk onu ittirdi. Sinirlendi. Yerden aldığı buz parçasını karla kaplayıp top haline getirdi ve onu ittiren çocuğa fırlattı. “Tam isabet.” Alnının ortasına gelmişti. Kanıyordu. Çocuk koşarak babasını çağırdı. Adam sinirle koşup bir tokat patlattı yüzüne. Çok acıyordu. Gözünden yaşlar akmaya başladı. “Özür dilerim dedi.” Arkasını döndü. Yürümeye başladı. O suçluydu. İtmeseydi yapmazdı. Yüzü yanıyordu. Onun şikayet edecek babası bile yoktu. Yüzü değil, kalbi daha çok acımıştı…
Savaş
Bütün aile korku ile titriyordu. Işıklar söndürülmüş, perdeler çekilmiş, kapılar kilitlenmişti. Karanlık bütün hakimiyetini ilan etmişti evin içinde. O muazzam ay ışığı bile boyun eğmişti karanlığın bu hakimiyetine. Herkes birbirine kenetlenmiş olacakları bekliyordu. Umutsuz ve çaresizce. Derken o kulağı sağır eden şiddeti ile duyuldu siren sesleri. İşte geliyordu canavar, vicdandan yoksun, insanlık nedir unutmuş düşman askeri. Asiye dolmuş gözleriyle baktı, çocuklarının korkudan parıldayan gözlerine. Hızlıca aldı evlatlarını kollarının arasına. Bağıra bağıra ağlamak istiyordu ama yapamazdı. Çünkü duyardı sesini dışarıda bekleyen sırtlan kümesi. Neydi insan oğlunun birbirinden alıp veremediği? Her gün verdiği tesellisini verdi çocuklarına. Güneş doğduğunda her şey bitecek…
Dune yani diğer adı ile Çöl Gezegeni 1965 yılında Frank Herbert tarafından kaleme alınmış bir eserdir. Kitap serisi toplamda altı ciltten oluşmaktadır ve son kitap 1985 yılında yayımlanmıştır. Bu inceleme yazısında serinin ilk kitabı olan ‘’Dune’’ üzerine konuşacağız.
Günümüzden yüzlerce yıl sonrasını anlatan kitapta kendinizi inanılmaz derecede etkileyici, sürükleyici ve inanılması güç bir dünyanın içerisinde bulacaksınız. Kitabı okumadan önce filmi çıkar çıkmaz seyretmeye gittim ve tam anlamıyla hayran kaldığımı belirtmek isterim. Filmden hemen sonra kitap serisini aldım ve okumaya başladım. Okudukça bu büyülü dünyanın içerisinde kayboldum. Birinci kitap toplamda 688 sayfadan oluşmakta ve filmi birinci kitabın yarısını anlatmakta. Bu seri kesinlikle okunması, izlenmesi ve üzerine araştırmalar yapılması gereken bir kitap serisi çünkü Yüzüklerin Efendisi kitap serisi ile yarışacak kadar da iddialı bir seridir. Dune serisinin bir başka farklı özelliği de günümüzden binlerce yıl sonrasında geçiyor olmasına karşın teknolojik araçların çok sınırlı olması ve ilkel bir yaşamın benimsenmiş olması. Bunun sebebi yıllar içinde teknolojinin ve robotların çok gelişmesi ve insanlar ile robotlar arasında Butleryan Cihadı’nın yapılmış olunup bütün teknolojik araçların yok edilmesi. Teknolojik araçlar hiç yok diyemeyiz ancak belli başlı alanlarda kullanılmaktadır.
Kitapta beni etkileyen birçok yer oldu. Yazımda bu pasajları da sizlerle paylaşacağım. Dilerseniz önce bu kitap bize ne anlatıyor bundan bahsedelim.
Kitap uzay çağında geçiyor. Uzay İmparatorluğu, İmparatorluğa bağlı gezegenler ve bu gezegenleri yöneten hanedanlıklar… Caladan isimli gezegenin yönetimi Atreıdes Hanedanlığı’na bağlıdır. Bu hanedanlık zamanla çok fazla güç kazanmaya başlamıştır. Bu durum İmparator IV. Shaddam’ın hoşuna gitmez ve buna bir çözüm aramaya başlar. Dune ismi verilen ve tamamı çöllerle kaplı olan bu gezegenin yönetimini Atreıdes Hanedanlığı’na vermeye karar verir. Suyun bol olduğu, nesillerden beri burada yaşayan Dük Leto ve ailesi için bu resmen sürgündür ancak İmparatorun emrine karşı çıkmak savaş sebebidir bu yüzden istemeden de olsa bu kararı kabul etmek zorunda kalırlar. Kısaca Dune gezegeninin neden bir sürgün yeri olduğuna değinelim. Bu gezegen daha önce bahsettiğim gibi tamamı çöllerle kaplı bir gezegendir. Çölün altında dev kumsolucanları vardır. Su yok denecek kadar azdır ve Melanj adı verilen fazla tüketildiği takdirde halüsinasyonlara sebep olan baharata sahiptir. Bu gezegenin yerli halkına ise Fremenler denilmektedir. Çok fazla baharata maruz kaldıkları için en belirgin özellikleri olan masmavi gözlere sahip olan bu halk sefalet içerisinde yaşamaktadır. Olaylar Atreıdes Hanedanlığı’nın Dune gezegenine ayak basması ile başlar.
Dük Leto’nun oğlu ve varisi Paul daha önce hiç görmediği Dune gezegenini rüyalarında görmesi ve aslında bu gördüğü rüyaların gelecekten kesitler olduğunu anlaması uzun sürmez. Nihayet yolculuk zamanı gelir ve Atreıdes Hanedanlığı Dune gezegenine doğru yola çıkar.
Gezegene iner inmez yerli Fremen halkı tarafından Lisanü’l – Gayb ‘’Dışdünyadan Gelen Ses.’’ olarak seslenilen Paul bu duruma oldukça şaşırır. Bu terim dünya dışı peygamber için Fremenlerin kullandığı bir terimdir. ‘’Su Veren’’ şeklinde tercüme edildiği de olur. Yıllardır kendilerini kurtaracak olan mesihlerini bekleyen Fremen halkı doğacak olan bu kişinin bir Bene Gesserit çocuğu olarak doğacağını biliyorlardır. Bu yüzden kendilerini kurtaracak olan kişinin nihayet geldiğini düşünürler.
Dilerseniz Paul’un neden bu kadar önemli olduğuna değinelim. Bene Gesserit Okulu ‘’Düşünen makineler’’ denen aygıtlar ile robotların yok edildiği Butleryan Cihadı’nın ardından, temelde sadece kız öğrenciler için kurulan, zihinsel ve fiziksel eğitim veren kadim okuldur. Siyasi olarak gücü ellerinde bulundurmak isteyen bu topluluk bir Kuisatz Haderah ‘’Yolun Kısaltılışı’’ Bene Gesseritlerin bilinmeyene karşı genetik yoldan üretmeye çalıştıkları çözüme, yani organik zihinsel güçleriyle uzay ile zaman arasında köprü kuracak Bene Gesserite verdikleri isimdir. Yani bu kişi mesihtir. Bir Bene Gesserit olan Paul’un annesi Jessica kız çocuk doğurması için emir alır. Ancak kralını çok seven kadın ona bir erkek çocuk vermek ister fakat erkek bir Bene Gesserit’in nelere sebep olacağından habersizdir.
Bene Gesseritlere ait olan ‘’Korkuya Karşı Duası’’
‘’Korkmamalıyım. Korku katilidir aklın. Korku, mutlak yıkım getiren küçük ölümdür. Korkumla yüzleşeceğim. Onun etrafımdan ve içimden geçmesine izin vereceğim. Ve geçip gittiğinde, onun izlediği yolu görmek için iç gözümü kullanacağım. Korkunun geçtiği yerde hiçbir şey olmayacak. Yalnızca ben kalacağım.’’
GOMCEBBÂR TESTİ
Tahakküm eden düşman; başarılı olunmazsa ölümle sonuçlanan insani farkındalık sınavında Bene Gesserit Gözetmenleri tarafından kullanılan, ucu metasiyanürlü, özel bir zehirli iğne.
Bu testin amacı: Hayvanlar kapandan kurtulmak için kendi bacaklarını ısırarak koparırlar. İnsan kapanda kalmayı seçer, acıya dayanır, tuzağı kuranı öldürerek türdeşlerine yönelik bir tehdidi ortadan kaldırmak için ölü taklidi yapar. Test uygulanırken elinizi bir kutunun içerisine koyarsınız. Bu kutunun içerisinde acı vardır. Öyle bir acı ki deriniz sanki yanıyor kül oluyor gibi dayanılmaz bir acı hissedersiniz. Testi geçmenin tek bir yolu vardır. Elinizi kutudan çekmemelisiniz. Bu teste bütün Bene Gesseritler gibi Paul de tâbi tutulmuştur.
‘’Elde etmenin de vakti vardır, yitirmenin de. Elde tutmanın da vakti vardır, bırakmanın da; sevginin de vakti vardır, nefretin de; savaşın da vakti vardır, barışın da.’’
Dune gezegeninde suyun ne kadar değerli olduğunu sizlere şu pasaj ile göstermek istiyorum. Bu kısım beni gerçekten en çok etkileyen ve tekrar tekrar okuduğum bir kısımdır. Paul ile Fremen Jamis ölüm dövüşü yaparlar ve Jamis kaybeder. Jamis’in cenaze töreninden;
Paul, ‘’Ben Jamis’in dostuydum,’’ diye fısıldadı.
Gözlerinin yandığını, ağlamaklı olduğunu hissediyordu…
Kendini zorlayarak sesini yükseltti. ‘’Jamis bana… İnsan… Öldürmenin… Bedeli olduğunu öğretti. Keşke Jamis’i daha yakından tanısaydım.’’
Önünü görmeden, el yordamıyla çemberdeki yerine geçip taş zemine çöktü.
Biri, ‘’Ağlıyor!’’ diye fısıldadı.
Çemberdekiler fısıldamaya başladı: ‘’Usûl ölüye su veriyor!’’
Paul ıslak yanaklarına dokunan parmakları hissetti; etrafındakilerin hayretle fısıldaştığını işitti.
Onların seslerini duyan Jessica bu deneyimin ne kadar derin olduğunu, burada gözyaşı dökmenin normalde ne büyük bir kabahat olduğunu fark etti. Bir söze odaklandı: ‘’Ölüye su veriyor.’’ Gözyaşları gölgeler dünyasına sunulan bir armağandı. Kutsal sayılacaklardı şüphesiz.
Jessica bu gezegende suyun ne kadar değerli olduğunu ilk defa böylesine derinden kavrıyordu. Ne su satıcıları, ne yerlilerin kuru tenleri, ne damıtıcı giysiler, ne de su disiplini kuralları bunu anlamasını sağlayabilmişti. Burada, diğer bütün maddelerden daha değerli bir madde vardı… Hayatın ta kendisi olan bu madde sembolizm ve ayinlerle sarmalanmıştı.
Su.
Kumsolucanı Süren Bir Fremen
Kitap çok fazla terminolojik terim içerdiği için kitabın arka kısmına sözlük eklenmiş ve kitap daha net anlaşılması için haritayla desteklenmiştir.
DUNE’DA YER ALAN VE SIKLIKLA KULLANILAN BAZI TERİMLER
Mentatlar: İnsan bilgisayarlar
Fremenler: Zensünni Gezginlerinin soyundan gelen, Arrakis çöllerinde yaşayan özgür kabileler.
Şeyh Hulud: Arrakis Kumsolucanı, ‘’Çölün Yaşlısı’’, ‘’Sonsuzluğun Yaşlı Babası’’ ve ‘’Çöl Dedesi’’ Yetişkin bir kumsolucanı devasa boyutlara ulaşabilir. Su onlar için zehirlidir ve hem cinsleri tarafından öldürülmezler.
Mehdi: Fremenlerin kendilerini cennete götüreceğine inandıkları kişi.
Melanj: ‘’Baharatlar baharatı’’ En çok yaşlandırmayı geciktirici özelliği ile tanınır. Bağımlılık yapar.
Naib: Düşmanın eline sağ geçmemeye yemin etmiş kişi. (Fremen liderinin bu yemini etmesi âdettendir.)
Rahibe Ana: Yüksek farkındalık düzeyine ulaşmış Bene Gesserit.
Sardaukarlar: İmparatorluk askerleri
Dune Kitap Serisi Okuma Sırası
DUNE: ÇÖL GEZEGENİ FİLMİ YORUMLARIM
Şimdi dilerseniz Dune: Çöl Gezegeni filminden bahsedelim. Film 2021 Ekim tarihinde Bilimkurgu/Macera türünde yayımlanmıştır. Filmin kadrosu çok kaliteli ve başarılı oyunculardan oluşmaktadır. Sinema severlerin yeni gözdesi olan filmin müziklerini Alman, film müziği bestecisi ve albüm yapımcısı Hans Florian Zimmer tarafından hazırlanmıştır. Müzikler filmin ruhunu çok iyi bir şekilde yansıtıyor ve sizin bu büyülü dünyanın içerisine daha da girmenizi sağlıyor. Kitabı da okumuş biri olarak sinemaya çok iyi bir şekilde uyarlandığını belirtmek isterim. İzleyin, izlettirin; okuyun, okutturun efenim.
Ay ışığının cılız aydınlığı gecenin efsunlu sofrasına süzülürken ölmüş bedenlerin yaşayan ruhlarına ev sahipliği yapan somurtkan mezarlık, bu gece oldukça koyu tenli, boyu ortadan hallice, saçları ak, bakışları sefalet çeken bir köpeğin yakarışlarıyla inleyen kırk yaşlarının başlarındaki, varlığı yokluğa soyunmuş bitkin ve solgun bir adamı kaybolan ruhların evine misafir edecekti.
Adamın bileğinde kırmızı bir ipliğe sığınmış küçük bir nazar boncuğu görünmekteydi. Minik nazar boncuğu göz yaşlarıyla mezarlığı inletiyor, haykırışlarıyla viran şehri ortadan ikiye ayırmak ve tüm insanlığı bir hışımla ayağa kaldırmak istiyordu. Adamın buna gücü yoktu. Bitkin bakışları ve kaybolan yılları kendi kalbinin mezarlığını beslemiş ve onca yıl içinde yaşadığı hayata müebbet yedirmişti. Cezasının farkındaydı. Tanrının cezası yüreğinin bahçelerini kurutup bir daha meyve verememişti toprağın can damarına.
Kısır kadınlar bile dünyaya çocuk getirmiş, göğüslerinden bereketle fışkıran sütle bebelerini büyütmeyi becermişlerdi. Ama bu çaresiz adam bir baltaya sap olamamıştı bile. Gidecek ne bir kapısı vardı ne de güne açılan bir penceresi. Gidecek bir yeri hiçbir zaman olmadı çünkü adam onları hiç unutmadı. Unutmadı, uyudu; unutmadı, ağladı; unutmadı, haykırdı… Mezarlığın misafir ruhlarına derin bir minnetle sarılmak istedi. Fakat koca bir ağıtla ürperdi can çekişen bedeni. Cezasını çeken bir mahkûm gibi heba ettiği tüm yılları gecenin kalbinde bıraktı. Hiç unutmadı. Çektiği derdin çilesini üçüncü sayfa haberlerinin başlığına yazdı da yine kimse duymadı.
Benim suçum yok diye ağlarken bir merdiven başında, kibrinden haykırdı başına üşüşen o korkunç kalabalık. Adamın kalbini söküp atmak isteyen o leş kokulu çirkin kalabalık, onun sıcak göğsünü kör bir bıçakla bir güzel ortadan ikiye yarıyor, etleri soyulmuş kir dolu tırnaklarıyla göğsünden ılık kanlar akıtmayı beceriyordu. Biçimsiz çürük sarı dişleriyle adamın kalbine ulaşmaya, damarlarını bir fare gibi kemirip hayat bağlarını koparmaya and içmişlerdi. Herkes akan kanın tadına varabilmek için birbiriyle adeta bir yarış hâlindeydi.
Ruh bedenden ayrılmış, beden ruhu bulmak için somurtkan mezarlığın yolunu aramıştı. Adam bir ruhtan ibaretti artık. Kalbini o tiksinç akbabaların arasında bırakmış, onlar yüreğini kemirirken o oradan kaçmayı başarmıştı. Tüm bunlar neyin cezasıydı? Düşünceler zihnini işgal ederken o çığlık çığlığa nefesi kesilene dek koştu. Tanrının evine ruhunun sancısını unutmak istermişçesine durmadan koştu. İbadet etmek için sonunda alnını secdeyle buluşturdu. Katili olduğu nazar boncuğunu kan çanağı gözleriyle süzüp durdu. Minik bir bedenin yakarışlarını duyamadığı geceleri hiç unutmadı. Kulaklarını kapatıp derin uykuya daldığı rüyaları unutmadı.
Kafasını ezmek, zihnini yaralamak, koca bir baltayla düşüncelerini parçalamak, o korkunç kalabalığın yapmış olduğu gibi kafasını ortadan ikiye ayırmak ve kemirgenlerin önüne atmak istiyordu. Zihni bir felaketin tellallığını yapmakta ve hiç susmamaktaydı. Müezzin bir ölünün selasını vermek ve minarenin tepesine çıkmak için bir yolculuğa hazırlanmaktaydı. Yaşayan ölülerin selası verilirken adam zihnini susturmayı başardı. Aslında sadece başardığını sandı. Dinledi, ağladı, haykırdı ve sonunda can çekişen ruhunun tasmasını o karanlık kuyudan gün yüzüne çıkardı. O geceyi hatırladı.
Karısı ve küçük bebeği o günün gecesinde iki kapılı o minik evde, evin babasını beklerken mahallenin kalbi silahlı adamların haykırışlarıyla inledi. Bir alev topu göz açıp kapayıncaya dek evin içine girmeyi becermiş, odaları yangın mavisi bir renge boyayıp kadının ve bebeğin hayatını tek bir gecede çalmayı başarmıştı. O gece evde sadece bir kişi yoktu. Evin babası… Neredeydi? Allah’ın cezası o adam neredeydi?
Geldiğinde her şey artık çok geçti. Elinde tek bir şey vardı. Kapının önüne fırlamış yarısı yanık minik bir nazar boncuğu. İki aylık bebeğinin yakasına iliştirilen o küçük mavi nazar boncuğu. Şimdi o boncuk, adamın cılız bileğinde. Bileğindeki o sızıyı hiç unutmadı. Unutabilir miydi? Hatırladı, acı ve öfkeyle kendi zihnini kemirerek hatırladı. Müezzinin sesindeki acıyı, kaybolan yılların sızısını, kalbinin paramparça edilişinin cezasını hatırladı. Biri büyük diğeri küçük iki solgun mezar başında tüm gece her zaman yaptığı gibi sabaha dek ağladı ve uykuya daldı. Uyandığında bir an hatırlamıyor sandı ama hiç unutmadı.
Yapımcılığını ve yönetmenliğini Frank Capra’nın üstlendiği bu filmin başrollerinde James Stewart ve Donna Reed’i görmekteyiz. It’s A Wonderful Life, 1946 yılında beyaz perdeye taşınmış olan ABD yapımı filmdir. Konusu itibariyle son derece dikkat çekici olan bu filmin türü fantastik dramadır. Aradan geçen 75 yıla rağmen izlenebilirliğinden hiçbir şey kaybetmeyen bu film; şahane kurgusu, oyuncuların muhteşem performansları ve özgün senaryosu ile biz izleyicilere pek çok yönden ışık tutmaktadır.
Şimdi bu filmin konusunu daha detaylı inceleyelim:
Film, dua ve yakarış sesleri ile başlar. O sesler bize George Bailey adında bir insanın yardıma ihtiyacı olduğunu söyler. Bunun üzerine melekler arasında şöyle bir diyalog geçer:
Dünya’dan biri yardımımızı istiyor.
Harika, hasta mı?
Daha kötü, umudunu yitirmiş.
Ardından George’un annesinin, çocuklarının ve kasaba halkının dualarını duyarız. O sırada Melekler ise George Bailey’e yardım etmesi için ikinci derece melek olan kanatsız Clarence’in gönderilmesine karar verir. Eğer Clarence, George’un intiharını engelleyebilirse kanatlarını kazanacaktır. Clarence’a George’u tanıtmak amacıyla hayatını izletirler. Biz de bu sayede George’un küçüklüğünden başlayarak hayatını seyretmeye başlarız. Kendisinin çocukluğundan beri herkesin yardımına koşan fedakâr biri olduğunu öğreniriz. Hatta kendisini tehlikeye atarak kardeşinin hayatını kurtarmış ve bu uğurda bir kulağının duyma işlevini kaybettiğini görürüz. Daha sonra George’un yetişkin halini izleriz. George âşık olur ve evlenir. George’un yetişkinliği, Amerika’daki büyük ekonomik buhranın yaşandığı yıllara tekabül eder. Kasabadaki her hane maddi manevi zorlukta olduğundan soluğu George’un babasının vefatından sonra devraldığı konut ve finans şirketinde alır. Buna rağmen George Bailey, bu krizi hasarsız atlatır ve kasabalıların neredeyse tamamını ev sahibi yapar. Tabii bu arada mimar olmayı, dünyayı gezmeyi, çok para kazanmayı yani hayallerini hep ertelemek zorunda kalır. Bir gün şirkete ait önemli bir para George’un amcasının dalgınlığı sonucu kötü niyetli bir banker olan Potter (Lionel Barrymore)’ın eline geçer. Banka müfettişlerinin yaptığı denetleme sonucu hesaplardaki açık ortaya çıkar ve tabii bunun anlamı iflas ve tutuklama demektir. İşin içinden bir türlü çıkamayan George Bailey, intiharın eşiğine gelir. Peki, onu bu umutsuzluktan kim kurtaracaktır? Tabii ki dünyaya George’u kurtarmak için gönderilen melek Clarence. Clarence, George Bailey’e küçük bir oyun oynar. George’a eğer dünyada hiç var olmamış olsaydı neler olacağını ve hayatın sevdiği insanlara neler getireceğini gösterir.
“Herkesin hayatı bir başkasının hayatını etkiler. O ortalarda olmadığından büyük bir boşluk olur.”
Cevap aslında hepimizin tahmin ettiği gibi tek kelime ile berbattır. Eşi, ailesi, arkadaşları ve kasaba halkı hiç de iyi olmayan bir yaşam sürmektedir. George Bailey bunları gördükçe haliyle üzülür ve hayatın anlamını kavrar. Daha sonra Clarence’in oyunu sona erer ve George evinde onu bekleyen sürprizden habersiz soluğu evinde alır.
Buradan sonrasını tabii ki anlatmayacağım. Umarım sonunu merak eder ve filmi izlersiniz. Ve umarım içiniz umutla dolar.
Sonuç olarak, film ne kadar fantastik drama türünde de olsa içinde birden fazla konuyu barındırmaktadır. Dönemin yaşayış tarzını, ülkenin içinde bulunduğu durumu filmden çıkarabilmekteyiz. Ayrıca yardım etmenin bizden hiçbir zaman hiçbir şey eksiltmeyeceğini ve en önemlisi de her ne durumda olursak olalım umut etmeyi bizlere çok güzel bir şekilde anlatmıştır.
Yazımı sonlandırırken sizinle filmden güzel bir alıntı paylaşmak istiyorum: