“Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var.” -Mevlana
Sevgili dost, Kalbinin kırgın yağmurlarını dindiren bir bulut olsaydım şayet gözlerinin gökkuşağına dans eden çocuklar çizerdim hiç durmadan. Bir ney üflerdim dünyanın nazlı çehresinden. Yorgun ellerine bir buse kondurup kalbinin derinliklerine, derdinin ümit ettiği bahçelerine al yazmalı güller dikerdim.
Kaybolmuş gibi hissettiğin nice anlar nice zamanlar vardır. Ellerini en çok o zaman arar kalbin. Kalbinin neşeli sokakları bir gülümsemenle yağmurlarını sunar ülkemin bereketli solgun topraklarına. Toprağın kamburunu düzelten bir çiftçidir dirençli haykırışın. Şimdi durup biraz soluklan. Şu uluorta yerde yalnız başına duran koca çınarın gölgesi var ya hani az ötede. Gördün değil mi? Kurumuş dalları ile yapraklarını sermiş yere bir sofra gibi. En güzel nimetlerini sunuyor sana gel, otur, soluklan diye. Silerken gözyaşlarını, bir derviş selamı ile muradın gerçekleşmiş o ulu çınarın dalları altında. Dervişin selamı kimden dersin? Uzak diyarların dergâhında yetişen, maşuğunu arayıp da hep meşk ile büyüten ve “Ne olursan ol yine gel” diyen o güzel gönüldaş Mevlana Celaleddin Rumi’den.
Derviş çınarın altında. Yürümüş gelmiş uzun yollardan. Uzun uzun yolculuklar yapmış da en uzunu kendini araması ile geçmiş. Kaşları hafif yukarı kalkık, gözleriyse bir garip dilencinin umudu ile parıldamakta. Sesi müşfik bir eda ile tınlıyor. Büyük bir sükunetle topluyor eteğini, diz çöküyor dünyanın gamlı cazibesine. Bir hayli sabırlı, sakin, huzur dolu ve oldukça tahammülü. Ruhî bir mânâ ve mânevî olgunluğa erişme tefekkürü ile incecik bir tebessüm ediyor iki dudağının arasından. Dile gelip dökülüyor sözleri yaşlı çınarın gözyaşlarına.
“Can konağını aramadaysan, cansın; Bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin, Bir damla su arıyorsan susun, Zulmün peşindeysen zalimsin, Aşkı arıyorsan aşıksın, Gönlün neye kapılmışsa O’sun sen..”
Gönlün bir canın emaneti. Can cananın kadim hediyesi Hediye umudun nazlı yaresi. Hadi tut ellerinden, kaldır yerdeki seni. Tut dervişin eteğinden.
Şimdi başka diyarlara yolculuk etmeye gidiyor içindeki can. Peşinden git ruhunun. “Neyin peşinden gidersen osun sen”
Aç gönlünü ve gök dolsun gözlerine. Aynı Erdem Beyazıt’ın Aşk Risalesi’nde söylediği gibi, “Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir. Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir. Toprak gibidir sen ki bulut gibisin ay gibisin güneş gibi bazen.”
Bir hayli derin ve heybetlidir sözlerin. Ay gibi parlak, güneş gibi sıcaksın artık. Haydi kalk gidelim. Nefeslendik çınarın saye/sinde.
“Tûti-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil Çerh ile söyleşemem âyinesi sâf değil”
Nef’i
Nef’i ne demiş, ne söylemiş? Yoksa gönlümüze düşen sözlerin dilimizden, aklımızından geçtiği yol başka mıydı? Gönül ne söylerse dil de onun peşinden mi giderdi? Akıl olmazsa gönül hep doğruyu söyler miydi? Ne demiş Nef’i: “Ben mucizevî şekilde konuşan bir papağanım. Ağzımdan çıkanlar, uluorta sözler değildir. Felek ile söyleşemem; çünkü aynası saf ve parlak değildir.”
Felek söyleşsin dursun uluorta şu meydanda. Sen âlem-i misâlde bir papağansın. Sen mucizenin adısın. Yaradan’a canan, gönlüne vuslatsın. Bu yüzdendir ki papağanlar feleğin şaşkınlığından uzak en güzel âlemlerde söylesinler sözlerini. Sesinin yüreğine kulak ver ve ince bir tebessümle yürü dergâhın nazlı çehresine. İşte o zaman peşinden gittiğin yolun mucizesisin. Gönlünün dervişi, sözlerinin terbiyecisi, nefsinin rehberisin. Sen ki mucizenin ta kendisisin.
Nasıl olmuştu? Ses miydi beni uyandıran, sesler mi? Yoksa hiç susmayacak sessizliğe çağrı mıydı? Alevleri avuçlamış kadar sıcak mıydı yüreğim, yoksa yeryüzü eksi yüz derece olmuş; ruhum mu çekilmişti derinliklere? Tam olarak nasıl bir histi ki bu? Bilmiyordum. Daha önce tanıdığım ama fazla samimi olmadığım biriydi. “Aslında ölüm de kendi başına biri miydi?” Ölüm neydi ey dost?
Yoksa yaşamla bir kardeş miydi? Yaşamla ölüm kardeş miydi sahi? Ölüm yaşamın kalbini ondan izin alarak yavaşça mı söküyordu? Yoksa iki kardeş bizimle bir oyun mu oynuyordu? Ölüm neydi ey dost? Nuri Pakdil’ce de ölüm pek manidardı. “Ölüm, bir odadan başka odaya açılan küçük, ama ‘aydınlık’ pencere miydi? Bir türlü bitmeyen bir inşaat mıydı, yoksa işçiler bu yapıyı bir gün bitirebilecekler miydi? Yapı bitince de hepimiz; ama tüm dünya, oraya mı taşınacaktık? Bu yeni evimize alışabilecek miydik? Gelenlerle dolup taşar mıydı evin içi?” Ölüm neydi ey dost?
Neredeydi şu an tam olarak, bana ne zaman gelecekti, ne hissedecektim tam o anda? “Her canlı bir gün ölümü tadacaktı.”; lakin o tat acı mıydı değil miydi? “Ölümle; insanlar bir bilgeliği, tam olarak algılamış mı olurlardı? Herkes, o sessiz oturuşta, acaba, biraz da kendi ölümünü mü düşünürdü? Ölüm hiç yorulmaz mıydı? İnsan mı büyüktü ölüm mü büyüktü? Tanrı bu ikisini sürekli birbiriyle savaştırıyor muydu? Bunun sonunda kesin bir yengi var mıydı? Öte dünya, bu yengiden sonraki bitimsiz ışık mıydı? Yoksa bitimsiz karanlık da yok muydu?” Hangi ervahlarla uğraşıyordu şu an ölüm ve nasıl daima kazanıyordu? Asla yenilmeyen tek savaşçı olmanın bahtiyarlığıyla sarmalanan bir ‘şeydi’ bu ölüm. Manidarlık kazandırmaya dilim yetmediği için şey demek kâfi belki de. Ya da bana soru cümleleriyle roman yazdıracak kadar insanı arafa sürükleyen bir fırtına demeliydim.
En çok kime vuruyordu peki bu fırtına, yaşayana mı yoksa onu yaşayana mı? Eksiklik mi veriyordu bize yoksa yapbozun bir parçası gibi hayatımızı mı tamamlıyordu? “Renkli miydi, bu bir kefen rengi miydi?” Dedem giderken onu götüren arabaya bakan annemin gözlerinde mi saklıydı yoksa ölüm? Özlem kelimesiyle dost mu olmuştu da bizi bu kadar yaralıyordu? Neden özlemek zorundaydık? Özlüyorsak neden kavuşamıyorduk?
Ölüm neydi ey dost? 3 sene. Her şeye alışılır da buna da alışılır mı? Ne garip ‘şeydi’ şu ölüm. Garipti. Gözünü açtığında aslında nice gözlerin kapandığını mı fısıldıyordu biz acizlere? “Ölüm odanın boşalıvermesi miydi?” dedemi hiçbir şey olmamış gibi götürenler kadar mı yoksa onlardan daha da mı acımasızdı? Acımasızdı. Neden ardındakileri mezar denen yerde öylesine bir toprağa konuşturacak kadar acımasızdı? “Güneşli bir gün müydü?” Ben yanılıyordum, sıcacıktı belki de ölüm. İçine çekerken nasıl bir sıcaklık kaplıyorsa insanı dünyadan da soğukluğu def ediyordu, kıymet bilmeyenlere ders veriyordu. Ayazda üşüyen ellerin sohbetle ısınması gibiydi, biz üşürken yüreğimizi ısıtıyordu. Öyle bir garipti. Ölüm neydi ey dost?
Gönlümüzü alıyordu ve bir yerlere taşıyordu, tarifi zor bir yerlere, karanlık bir yerlere. Işığın kıymetini bilip güneşe daha sıkı sarılmamızı sağlıyordu; yeniden karanlık olacağını bilsek bile. Ölen kişinin arkasına bıraktığı öylesine bir hırkayı öpmek kadar garip bir ‘şeydi’ şu ölüm. Öyle garipti. Ruhumu alıp bir sürahinin içine tıkıyordu sanki; memleketimden sürgüne gidiyor gibi bir veda kokusu sarıyordu burnumu. Güneşin her gün batıp doğduğunu bilsem bile o günü arıyordum ben. Kıymet mi bilmiyordum yoksa?
Bir insan kaç kere ölürdü yaşamında sahi? Sevdiği öldüğünde de ölür müydü? “Ölüm çok dallı budaklı bir kurum muydu?” diye bundan demiştir Pakdil belki de. “Ölüm kaç türlüydü? Bizim evde de kimse yok muydu? Yoksa yanımda birkaç çocuk mu vardı? Kalabalığın üzerinde yeşil örtü olan bir ‘şeyi’ telaşla dışarı çıkardıklarını mı görüyordum? Adeta göğe doğru yükselen bu şey neydi? İnsanlar da, göğe doğru uzanmış elleriyle, bu yeşil örtü altındakini göğe uçmasın diye mi tutuyorlardı? Bu kadar çok el nasıl bir araya gelebilmişti? Pencereye yığılarak ağlamaya mı başlamıştım? Bir gün ağlamamın nedenlerini anlayabilecek miydim? Nasıl olmuştu? Tam o anda mı bakmıştım?” diye de boşa dememiştir; ölüme mana kazandırmama yardım eden Nuri Pakdil, teşekkür ederim. Belki de sadece, şair ruhluların bitmeyen sorularını lâl gibi bırakan bir dosttu ölüm. Ey ölüm dost muydun sen?
Mezarlığın başında duran ibriği aldım ve sanki ölü ruh canlanacak gibi boşalttım suyu toprağın karasına. Toprağın üstünde üç tane yeşil çiçek açmıştı. Ben en çok mezarlıkta açan çiçekleri severdim. Dünyayla dalga geçer gibi toprağı boyarlardı. Umutsuzluktan buruşan bütün olanaksızlıklara karşı kendilerinde hala yaşayabilme gücü buldukları için onlara hayrandım. Ölüm denen şeyin damakta bıraktığı kekremsiliği kovmak istedim. Bütün dünya insanlarının bir karıncadan ne farkı vardı? İnsan yok olacaksa, o da bir gün uçup gitmeyecek miydi? İnsan nasıl da güçsüzdü. Canından can gitse de nasıl gülebiliyordu hala? Bundan sonra hiç gülemeyecek miydim ki? Gülmemeli miydim? Gülsem hain bir evlat olacaktım gülmezsem de hain bir öz taşıyacaktım. Ruh denen o yaratık bu kuru vücuttan taşmak için yalvarıyordu sanki bana. Nereye gitsem geri dönüyordum. Dar geldi sema bile. Ne göğe sığabildim o gece ne de anamın yüreğine. Azade nenemin kuşları dallarıma konmuş ve küf kondurmuşlardı bakışlarıma sanki. O gece ne kadar ağlasam da Keder Hanım’a “gitme” dedim. Neyi misal versem yetmiyordu ki zaten. Konuşsam da, bağırsam da, ağlasam da gidecektin. Ben de sustum. Sühan Dağı’na çıkmak kolay mıydı?
Anam seslendi sonra: “Hasan, ibriği mezarın yanına bırak!” Düşündüklerimden utandım sonra, çıktık yola. Yolda Yunus düştü yüreğime, derde giriftar eyledi beni bu mazlum sükût. Onların derdini işiten keklikler benim derdime kar rengi bir hüsn derlerdi. Ayıplardım ben kendimi. Böyle küçük dert mi olurdu? Dert miydi benimki de? Sustum.
Ökçe Kundura’nın önünden geçip saat dükkanına gittim. Bu dükkana hep hayrandım. Adeta bir kapıyı andıran pencerelerden içeriye ışık huzmesi dolardı. Bu huzme odayı sanki sarıya boyar ve suskunluğun kirli sisine perde çekerdi. Saatlerin kocaman oluşu, tik-tak sesleri ve akreple yelkovanın birbirini takip eden o sıra dışı oyunu ruhuma nakışlanırdı ve ben büyülenirdim sanki. Bir tiyatro seyreder gibi olurdum. Bu dükkan zamanın göçmen bir yolcu mu yahut kalıcı bir misafir mi olduğunu düşündürürdü bana. Eşref Usta’mın sohbeti ile de anlam kazanırdı huzurum. “Zamanın çıngırağı kulları öyle şaşkına çevirir ki evlat!” dedi, “Beşer dinçken gülüp geçtiği hakikati ihtiyarlayınca anca kavrıyor.”
Haklı mıydı Eşref Usta? Ak rüzgarlara hasret gönlümü prangalardan kurtaracak yüce hakikat hayal miydi? Hayal bir hakikat miydi? En yüce hakikat kimdi? Ve neredeydi?
Aralık’ın 29’u. 6 yıl evvelsi. Çok kar yağdı o günden sonra bu şehre. İstanbul’a daha evvel böyle soğuk uğramamıştı sanki. Zemheri ayazı öyle yaktı ki bu canı, şaştım kaldım. O sabah anamın haykırışlarıyla yataktan kalktım. Anamın endişesinde bir at gibi huysuzlanan bu leke babamı bir daha göremeyecek olmanın verdiği korkuydu belki de. Babamın gözlerine son kez seslendiğimi düşünsem de yanıldığımı bana hüzün göndermesinden anlamıştım.
Bir kahve değirmeni dükkanı işletirdi babam. 40 yılını vermişti bu işe. Anamla benden esirgediği gönlünü o dükkana koymuştu da ipek mendillere sarıp saklamıştı sanki. Esasen “Ne istersin?” diye de sormadı bana hiç. Sormaması gerekiyordu demek. Ben bilmezdim ki bir şey. “Gel” derlerdi gelirdim. “Git” derlerdi giderdim. “Otur” derlerse oturur, “kalk” derlerse kalkardım. Ama kimse bana “anlat” dememişti. Ben de hep sustum.
Babamın yanındayken ne yapsam tam olmazdı, bir yerde yanlış yaparım diye ürkerdim hep. Yeri gelir nefes almaktan bile çekinirdim. Bir elma yongası gibi gönlüm de dışarıda kalınca kararırdı sanki.
İyi bir dinleyiciydim. Anlamak için yorulmazdım, bilirdim; ben anlatmadıkça dinlenemeyeceğim. “Boşuna iki kulağımız bir ağzımız yok oğlum!” derdi babam hep. “Sen bu işi iyi beceriyorsun.”
Babam gözlüğünü yeşil kadife kutusundan büyük bir titizlikle çıkartır, siler, sonra önlüğünü giyer ve gömleğinin kollarını da sıvadıktan sonra değirmenin başına geçerdi. Ne öğütecekse benden alırdı babam. Kahve çekirdekleri kapıdan girince hemen solda üst raftaydı; boyum yetmezdi, tabureye çıkar da uzanırdım. Babam çekirdekleri her çektiğinde çıkan o ses dayanılmaz olurdu benim için. O değirmen beni öğütüyor ben de buna müsaade ediyormuşum gibi gelirdi. Kahveden gelen o koku çekilmez olurdu. Dükkana gelen her müşteriyse bayılırdı bu kokuya. Mana veremezdim. Gözümün içine bakıp ne bahtlı olduğumu söylerlerdi hep. Öyle kızgındım ki onlara. Bilmiyorlardı içinde bulunduğum vaziyetin umarsızlığını. Her sabah aynı sıkılganlıkla döner dururdum bu küçücük yerde. Hareket edemezdim, ben kendimden koşup çıkmak isterdim de kendimi yine babamın yanında bu kahve dükkanında bulurdum.
Bir gün karşı dükkanın çırağı hastalanmıştı. “Az işe yararsın” diye oraya yolladı babam beni. Rengarenk, çeşit çeşit kumaşlarla süslenmiş şapkalar vardı camekanlarda. Kırmızı fiyonklu, beyaz kurdeleli, dantelli, hasır iple örgülü, çiçek desenli onlarca şapka doluydu odanın içi. Bunları kim hangi ara yapmıştı?
Ben korkak bakışlarla içeriyi süzerken Marifet teyze “Celal Bey’in oğlu sen misin? Ne cıbar oğlanmışsın sen!” dedi. Doğru, çocukken çok çelimsiz bir şeydim ben. Bana verilen hiçbir yükü taşıyamaz, altında ezilirdim.
Ben bana verilen her şapkayı özenle ince boyunlu vitrin mankenine asarken beyaz bıyıklı, kır saçlı, boylu boslu bir adam girdi içeriye. Yeleğinin sol üst kenarında- ki kalbine denk düşüyordu burası- bir cep saati vardı. Köstekli bir saat. Tik-tak! Saatleri hiç sevemedim de insanlar neden yanlarında saat taşır çok sonra anladım.
Çetin Usta’nın yeri hep bambaşkaydı benim için. Yazmayı bilmezdim, öğrenmek istedim. Yanımda bir kalem kağıt olsun da onun ağzından çıkan her kelamı yazayım istedim. Sonra benimle alay eden bütün insanlara karşı bu yazdığım yazıları delil olarak göstereyim. O yaşımda dahi anlamıştım şunu: namuslu bir savaşın tek silahı kalemdi.
Babamın yanından ayrıldığım ilk gündü o gün. Bilmezliğin ve çekingenliğin verdiği boşluk içinde sallanıp afallamaktan ne kadar korksam da içimde büyük bir coşku oluştu ve ben bunun sebebini bir türlü bulamazdım. Sanki bunca zamandır yırtıp atamadığım bir tat vardı dilimde; bayat, kokuşmuş, buruşuk, mayhoş, öyle anlamsız ve garip bir tat. Çetin Usta’nın dükkanında bir tablo gördüm o gün. Masmavi gökyüzüne süzülen beyaz dumanlarıyla sanki bana bir şeyler anlatmaya çabalıyordu. “Bu ne?” diye sordum meraklı cılız bir sesle. “O mu?” diye güldü ustam. “O, seyahat için yaratılan en yüce varlıktır oğul!” dedi. O bir trendi. Tiren.
O günden sonra bazı sabahlar erkenden evden çıkıp Sirkeci ve Haydarpaşa Garı’na kaçmaya başladım. İstanbul’un o eşsiz güzelliğini bile görmez olmuştu gözlerim. Saatlerce lokomotifleri, vagonları ve rayları incelerdim. Kara trenin tekerleği raylara her oturduğunda çıkan ses ninni gibi gelirdi bana. Duyan herkesi sağır edecek kadar illallah ettiren o acı ve tiz düdük sesine müptelaydım ben. Trenden çıkan buharın kokusu beni mest etmeyi başarmıştı. Gittiği yoldaki hikayelere ev sahipliği yapıyor ve gelip bana onları bir bir anlatıyordu o duman sanki. İstasyonların başında duran o koca saat dahi bana kara trenin gelişini söylediği için hiç bozulmadım ona. Ah! Ne çok isterdim trene binen yolculardan biri olmayı…
Babamın kahve dükkanında bulamadığım rayihayı kömür kokusunda nasıl bulmuştum ki ben? Bilmiyordum. Anladığım tek bir nokta vardı: benim arkadaşım ne sokaktaki çocuklar ne oynadığım bilyeler ne de konuşamadığım insanlardı. Benim tek yoldaşım vardı. O da yolun ta kendisiydi. Yolun sonunda bir tek ak olmayan şu simsiyah saçlarımın bembeyaz olacağını düşünsem de mutlu olacağımı biliyordum. Lakin babam anlamak istemedi beni. Dedi ki: “Mal canın yongasıdır.” Bu devirde geçim şarttı. Haklıydı. Çok utandım. Ben de sustum yine. İçim o trenin içinde kalmıştı. Simsiyah lokomotifin kapıları benim için açılmıştı da yüreğimde payidar kalacak bir seyahatin makinisti yapıverdi beni. Haklıydım. Deyim yerindeyse; hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaftı beşer. Kusursuz olmamaktan utanıp kusurun güzelliğini çıkarırdı hafızasından. Utandığım için utandım ama susmadım bu kez.
Benim hikayemin sahibi babamdı. O da öldü. Sahipsiz kalmıştım. O gün kalbime yuva yapmış irice bir kuş uçtu gitti sanki. Aklımı kaybetmekten çok korktum. Çünkü onu bile tam beceremezdim de elalemin ağzına düşerdim. Sonra Muhsin Usta’nın şu sözü yankılandı kulaklarımda:
“Samimi olmak en güzel keramettir. Bırakın uçmak kuşlara münhasır olsun.”
Dune yani diğer adı ile Çöl Gezegeni 1965 yılında Frank Herbert tarafından kaleme alınmış bir eserdir. Kitap serisi toplamda altı ciltten oluşmaktadır ve son kitap 1985 yılında yayımlanmıştır. Bu inceleme yazısında serinin ilk kitabı olan ‘’Dune’’ üzerine konuşacağız.
Günümüzden yüzlerce yıl sonrasını anlatan kitapta kendinizi inanılmaz derecede etkileyici, sürükleyici ve inanılması güç bir dünyanın içerisinde bulacaksınız. Kitabı okumadan önce filmi çıkar çıkmaz seyretmeye gittim ve tam anlamıyla hayran kaldığımı belirtmek isterim. Filmden hemen sonra kitap serisini aldım ve okumaya başladım. Okudukça bu büyülü dünyanın içerisinde kayboldum. Birinci kitap toplamda 688 sayfadan oluşmakta ve filmi birinci kitabın yarısını anlatmakta. Bu seri kesinlikle okunması, izlenmesi ve üzerine araştırmalar yapılması gereken bir kitap serisi çünkü Yüzüklerin Efendisi kitap serisi ile yarışacak kadar da iddialı bir seridir. Dune serisinin bir başka farklı özelliği de günümüzden binlerce yıl sonrasında geçiyor olmasına karşın teknolojik araçların çok sınırlı olması ve ilkel bir yaşamın benimsenmiş olması. Bunun sebebi yıllar içinde teknolojinin ve robotların çok gelişmesi ve insanlar ile robotlar arasında Butleryan Cihadı’nın yapılmış olunup bütün teknolojik araçların yok edilmesi. Teknolojik araçlar hiç yok diyemeyiz ancak belli başlı alanlarda kullanılmaktadır.
Kitapta beni etkileyen birçok yer oldu. Yazımda bu pasajları da sizlerle paylaşacağım. Dilerseniz önce bu kitap bize ne anlatıyor bundan bahsedelim.
Kitap uzay çağında geçiyor. Uzay İmparatorluğu, İmparatorluğa bağlı gezegenler ve bu gezegenleri yöneten hanedanlıklar… Caladan isimli gezegenin yönetimi Atreıdes Hanedanlığı’na bağlıdır. Bu hanedanlık zamanla çok fazla güç kazanmaya başlamıştır. Bu durum İmparator IV. Shaddam’ın hoşuna gitmez ve buna bir çözüm aramaya başlar. Dune ismi verilen ve tamamı çöllerle kaplı olan bu gezegenin yönetimini Atreıdes Hanedanlığı’na vermeye karar verir. Suyun bol olduğu, nesillerden beri burada yaşayan Dük Leto ve ailesi için bu resmen sürgündür ancak İmparatorun emrine karşı çıkmak savaş sebebidir bu yüzden istemeden de olsa bu kararı kabul etmek zorunda kalırlar. Kısaca Dune gezegeninin neden bir sürgün yeri olduğuna değinelim. Bu gezegen daha önce bahsettiğim gibi tamamı çöllerle kaplı bir gezegendir. Çölün altında dev kumsolucanları vardır. Su yok denecek kadar azdır ve Melanj adı verilen fazla tüketildiği takdirde halüsinasyonlara sebep olan baharata sahiptir. Bu gezegenin yerli halkına ise Fremenler denilmektedir. Çok fazla baharata maruz kaldıkları için en belirgin özellikleri olan masmavi gözlere sahip olan bu halk sefalet içerisinde yaşamaktadır. Olaylar Atreıdes Hanedanlığı’nın Dune gezegenine ayak basması ile başlar.
Dük Leto’nun oğlu ve varisi Paul daha önce hiç görmediği Dune gezegenini rüyalarında görmesi ve aslında bu gördüğü rüyaların gelecekten kesitler olduğunu anlaması uzun sürmez. Nihayet yolculuk zamanı gelir ve Atreıdes Hanedanlığı Dune gezegenine doğru yola çıkar.
Gezegene iner inmez yerli Fremen halkı tarafından Lisanü’l – Gayb ‘’Dışdünyadan Gelen Ses.’’ olarak seslenilen Paul bu duruma oldukça şaşırır. Bu terim dünya dışı peygamber için Fremenlerin kullandığı bir terimdir. ‘’Su Veren’’ şeklinde tercüme edildiği de olur. Yıllardır kendilerini kurtaracak olan mesihlerini bekleyen Fremen halkı doğacak olan bu kişinin bir Bene Gesserit çocuğu olarak doğacağını biliyorlardır. Bu yüzden kendilerini kurtaracak olan kişinin nihayet geldiğini düşünürler.
Dilerseniz Paul’un neden bu kadar önemli olduğuna değinelim. Bene Gesserit Okulu ‘’Düşünen makineler’’ denen aygıtlar ile robotların yok edildiği Butleryan Cihadı’nın ardından, temelde sadece kız öğrenciler için kurulan, zihinsel ve fiziksel eğitim veren kadim okuldur. Siyasi olarak gücü ellerinde bulundurmak isteyen bu topluluk bir Kuisatz Haderah ‘’Yolun Kısaltılışı’’ Bene Gesseritlerin bilinmeyene karşı genetik yoldan üretmeye çalıştıkları çözüme, yani organik zihinsel güçleriyle uzay ile zaman arasında köprü kuracak Bene Gesserite verdikleri isimdir. Yani bu kişi mesihtir. Bir Bene Gesserit olan Paul’un annesi Jessica kız çocuk doğurması için emir alır. Ancak kralını çok seven kadın ona bir erkek çocuk vermek ister fakat erkek bir Bene Gesserit’in nelere sebep olacağından habersizdir.
Bene Gesseritlere ait olan ‘’Korkuya Karşı Duası’’
‘’Korkmamalıyım. Korku katilidir aklın. Korku, mutlak yıkım getiren küçük ölümdür. Korkumla yüzleşeceğim. Onun etrafımdan ve içimden geçmesine izin vereceğim. Ve geçip gittiğinde, onun izlediği yolu görmek için iç gözümü kullanacağım. Korkunun geçtiği yerde hiçbir şey olmayacak. Yalnızca ben kalacağım.’’
GOMCEBBÂR TESTİ
Tahakküm eden düşman; başarılı olunmazsa ölümle sonuçlanan insani farkındalık sınavında Bene Gesserit Gözetmenleri tarafından kullanılan, ucu metasiyanürlü, özel bir zehirli iğne.
Bu testin amacı: Hayvanlar kapandan kurtulmak için kendi bacaklarını ısırarak koparırlar. İnsan kapanda kalmayı seçer, acıya dayanır, tuzağı kuranı öldürerek türdeşlerine yönelik bir tehdidi ortadan kaldırmak için ölü taklidi yapar. Test uygulanırken elinizi bir kutunun içerisine koyarsınız. Bu kutunun içerisinde acı vardır. Öyle bir acı ki deriniz sanki yanıyor kül oluyor gibi dayanılmaz bir acı hissedersiniz. Testi geçmenin tek bir yolu vardır. Elinizi kutudan çekmemelisiniz. Bu teste bütün Bene Gesseritler gibi Paul de tâbi tutulmuştur.
‘’Elde etmenin de vakti vardır, yitirmenin de. Elde tutmanın da vakti vardır, bırakmanın da; sevginin de vakti vardır, nefretin de; savaşın da vakti vardır, barışın da.’’
Dune gezegeninde suyun ne kadar değerli olduğunu sizlere şu pasaj ile göstermek istiyorum. Bu kısım beni gerçekten en çok etkileyen ve tekrar tekrar okuduğum bir kısımdır. Paul ile Fremen Jamis ölüm dövüşü yaparlar ve Jamis kaybeder. Jamis’in cenaze töreninden;
Paul, ‘’Ben Jamis’in dostuydum,’’ diye fısıldadı.
Gözlerinin yandığını, ağlamaklı olduğunu hissediyordu…
Kendini zorlayarak sesini yükseltti. ‘’Jamis bana… İnsan… Öldürmenin… Bedeli olduğunu öğretti. Keşke Jamis’i daha yakından tanısaydım.’’
Önünü görmeden, el yordamıyla çemberdeki yerine geçip taş zemine çöktü.
Biri, ‘’Ağlıyor!’’ diye fısıldadı.
Çemberdekiler fısıldamaya başladı: ‘’Usûl ölüye su veriyor!’’
Paul ıslak yanaklarına dokunan parmakları hissetti; etrafındakilerin hayretle fısıldaştığını işitti.
Onların seslerini duyan Jessica bu deneyimin ne kadar derin olduğunu, burada gözyaşı dökmenin normalde ne büyük bir kabahat olduğunu fark etti. Bir söze odaklandı: ‘’Ölüye su veriyor.’’ Gözyaşları gölgeler dünyasına sunulan bir armağandı. Kutsal sayılacaklardı şüphesiz.
Jessica bu gezegende suyun ne kadar değerli olduğunu ilk defa böylesine derinden kavrıyordu. Ne su satıcıları, ne yerlilerin kuru tenleri, ne damıtıcı giysiler, ne de su disiplini kuralları bunu anlamasını sağlayabilmişti. Burada, diğer bütün maddelerden daha değerli bir madde vardı… Hayatın ta kendisi olan bu madde sembolizm ve ayinlerle sarmalanmıştı.
Su.
Kumsolucanı Süren Bir Fremen
Kitap çok fazla terminolojik terim içerdiği için kitabın arka kısmına sözlük eklenmiş ve kitap daha net anlaşılması için haritayla desteklenmiştir.
DUNE’DA YER ALAN VE SIKLIKLA KULLANILAN BAZI TERİMLER
Mentatlar: İnsan bilgisayarlar
Fremenler: Zensünni Gezginlerinin soyundan gelen, Arrakis çöllerinde yaşayan özgür kabileler.
Şeyh Hulud: Arrakis Kumsolucanı, ‘’Çölün Yaşlısı’’, ‘’Sonsuzluğun Yaşlı Babası’’ ve ‘’Çöl Dedesi’’ Yetişkin bir kumsolucanı devasa boyutlara ulaşabilir. Su onlar için zehirlidir ve hem cinsleri tarafından öldürülmezler.
Mehdi: Fremenlerin kendilerini cennete götüreceğine inandıkları kişi.
Melanj: ‘’Baharatlar baharatı’’ En çok yaşlandırmayı geciktirici özelliği ile tanınır. Bağımlılık yapar.
Naib: Düşmanın eline sağ geçmemeye yemin etmiş kişi. (Fremen liderinin bu yemini etmesi âdettendir.)
Rahibe Ana: Yüksek farkındalık düzeyine ulaşmış Bene Gesserit.
Sardaukarlar: İmparatorluk askerleri
Dune Kitap Serisi Okuma Sırası
DUNE: ÇÖL GEZEGENİ FİLMİ YORUMLARIM
Şimdi dilerseniz Dune: Çöl Gezegeni filminden bahsedelim. Film 2021 Ekim tarihinde Bilimkurgu/Macera türünde yayımlanmıştır. Filmin kadrosu çok kaliteli ve başarılı oyunculardan oluşmaktadır. Sinema severlerin yeni gözdesi olan filmin müziklerini Alman, film müziği bestecisi ve albüm yapımcısı Hans Florian Zimmer tarafından hazırlanmıştır. Müzikler filmin ruhunu çok iyi bir şekilde yansıtıyor ve sizin bu büyülü dünyanın içerisine daha da girmenizi sağlıyor. Kitabı da okumuş biri olarak sinemaya çok iyi bir şekilde uyarlandığını belirtmek isterim. İzleyin, izlettirin; okuyun, okutturun efenim.
Eleştirime Martin Eden’ ın en beğendiğim sözüyle başlamak istiyorum: “Buralara nereden geldiğimi biliyorum. Gidecek daha çok yolumun olduğunu da biliyorum ve gerekirse dizlerimin üzerinde sürünerek de olsa oraya gideceğim.” Öncelikle şunu söylemeliyim ki Jack London’ın Martin Eden kitabı sıradan bir aşk romanı değildir. Bir gencin aydınlanma süreci üzerinden içinde bulunduğu dönemin siyasal ve toplumsal ilişkilerinin eleştirildiği, aynı zamanda otobiyografi özelliği taşıyan bir romandır. Romanın büyük bir kısmında okur eleştiri bölümleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Hayata ve eşitsizliklere karşı bir eleştiri…
Aşk ve Gurur
Martin eğitimini tamamlayamamış, yoksul kaba saba genç bir denizcidir. Bir gün ondan çok farklı bir hayata sahip olan asil bir ailenin kızı Ruth ile tanışır. Ruth ondan çok farklı bir statüdedir buna rağmen Martin ona olan duygularına engel olamaz. Daha ilk görüşte ona karşı dönüşü olmayan duyguların içinde bulur kendini. İşte Martin’in hikayesi de buradan sonra şekillenir. Zaman geçtikçe Martin Ruth’a daha fazla tutulur ve ona layık olabilmek için kendini geliştirmek ister. İlk önce Ruth’un kendine vermiş olduğu kitapları okumaya başlar. Okudukça da kendini kitapların o akıl almaz sayfalarında kaybeder. Kendine bir söz verir artık değişecek ve Ruth’a layık bir adama dönüşecektir. Onu bu hale getiren Ruth’a duyduğu ilahi aşktır. Jack London Martinin Ruth’a olan aşkını şu şekilde kaleme alır: “Ruth, Ağzından çıkan basit bir sesin bu kadar güzel olabileceğini hiç düşünmemişti. Kulağına o kadar güzel geliyordu ki, kelimeyi tekrarladıkça mest olup kendinden geçti. Bu bir tılsım, büyü yapmak, ruh çağırmak için kullanılan sihirli bir kelimeydi. Kelimeyi her mırıldanışında kızın yüzü parıltılar saçarak gözünün önünde canlanıyor, pis duvarın üzerini altın renkli ışıltılarla dolduruyordu.” Yazar bu ve buna benzer dizeleri sayesinde aşkın ne kadar kuvvetli bir duygu olduğunu okuyucuya etkileyici bir şekilde yansıtıyor. Martin zamanla Ruth’tan başka bir şey düşünemiyor. Onu düşündükçe de kendini kitaplara veriyor. Sanki okudukça kendini ona daha da yaklaşmış hissediyor. Okuduğu her kitap, öğrendiği her yeni bilgiyi sanki onu Ruth’a götüren bir merdivenin basamaklarıymış gibi hissediyor. Okudukça derin düşüncelere dalıyor, daldığı düşünceler zaman zaman onu korkutsa da asla pes etmiyor ve kendini geliştirmeye devam ediyor. Aşkta gurur olmaz sözünün doğru olduğunu yazar Martin karakteri üzerinden oldukça iyi kanıtlamıştır. Martin Ruth’a olan aşkı yüzünden kendinden ödün vermiş, gururunu ve benliğini bir köşeye bırakmış onun için hiç olmadığı bir adama dönüşmüştür.
Sosyoekonomik Düzeyin İnsan Davranışlarına Etkisi
Martin Ruth’la tanıştıktan sonra çok büyük hayaller kurmaya başlar ve bunları gerçekleştirmek için çabalamaya başlar. Ancak bu hayalleri gerçekleştirmek için emeğin yanında bir şeye daha ihtiyacı vardır; “paraya”. İnsanlar hayal kurar fakat bilindiği üzere çoğu hayalin gerçekleşmesi için maddi kaynaklara ihtiyaç vardır. Kitabımızın kahramanı Martin de bu sıkıntılar içerisindedir. Kendini geliştirmeye uğraşmasının yanı sıra bir de sürekli iş aramakta ve gelir elde etmeye çalışmaktadır. Çünkü hayat bazı şeyleri ona altın tepside sunmamıştır. Martin küçük yaşlardan itibaren çalışmak zorunda kalmış ve bu sebeple eğitimini tamamlayamamıştır. Romanda Martin’in Ruth ve ailesiyle yemek masasında olduğu bir bölüm geçmekteydi. Ruth ve ailesi yüksek statüye sahip kendini geliştirmiş insanlardı. Martin yemek esnasında çok zorlanmıştı. Görgü kurallarını bilmiyordu. Doğru düzgün bir eğitim almadığı için dilini bile düzgün kullanamıyordu ve o gördüğü şaşalı hayat bir yandan ona güzel gelmiş, bir o kadar da korkutmuştu onu. Bu sebeple kendini ifade edememiş, genellikle de susmak zorunda kalmıştı. Hayatı boyunca zor şartlar altında yaşamış bir insan görgü kurallarını ve kendini eğitimsel anlamda geliştirmeyi düşünemez. Çünkü önceliği hep karnını doyurmak ve basit fizyolojik ihtiyaçlarını gidermek olur. İnsanların köleleştirildiği, emeğinin karşılığının verilmediği ve zor şartlara maruz bırakıldığı bütün toplumlarda hayat bu şekilde işler. Aslında romandan yola çıkarak ve günümüz şartarını düşünerek zaman geçse bile bu tür hayat şartlarının çok da değişmediğini, bazı şeylerin hala aynı kaldığını görmekteyiz.
İşçi Sınıfı – Burjuva Sınıfı
Kapitalist sistemin yansımalarından olan işçi ve burjuva sınıfı ayrımını romanda sıklıkla görmekteyiz. Öyle ki Martin, ailesi ve arkadaşları işçi sınıfını; Ruth ve ailesi de burjuva sınıfını temsil etmektedir. Yukarıdaki bölümde de bahsettiğim gibi Martin sürekli çalışmak zorunda olan işçi sınıfındadır. (Tabi daha sonra bu durum değişecektir.) Geçim sıkıntısı çekmekte sürekli iş aramakta, ideallerini gerçekleştirmek uğruna işten işe koşmaktadır. Ablası ve eniştesi, arkadaşları da Martin gibidir. Burjuva sınıfını ise Ruth ve ailesi temsil etmektedir. Ekonomik açıdan hiçbir zorluk çekmeyen, eğitim almış yüksek statüye sahip insanlardır. Martin de Ruth’a olan aşkı sebebiyle aralarındaki bu sınıf farkını yok etmek ister. Zamanla kendini geliştirir ve tanınmış bir yazar olur. Çevresindeki insanların ona bakış açısı değişir. Onu kabul etmeyen insanlar bile ona yaklaşmaya çalışır. Kısacası para eşittir güç ve saygı demektir.
Kapitalizm – Sosyalizm
Jack London sosyalizmi savunan bir insandır ve sosyal adaletsizlik üzerine pek çok eser yazmıştır. Kendisinin de işçi sınıfının içerisinde doğduğunu dile getirmiştir. Sanayi Devrimi ile birlikte çalışma hayatının en vahşileştiği dönemi görmüş ve işçi sınıfının durumunu eserlerine yansıtmıştır. “ Martin Eden” adlı eserinde de bunun izlerini görmekteyiz. Jack London’un aksine yarattığı karakter Martin Eden sosyalizmi “köle ahlâkı” olarak görür. Bu sebeple sosyalizmi reddeder ve bireyciliği savunur. Romanda birey-toplum ilişkisi değil, birey-toplum çelişkisi söz konusudur. Martin Eden, Russ Brissenden’in götürdüğü, sosyalistlerin bir toplantısında konuşan sosyalist genci dinlerken onun bedensel hasta görünüşüne bakarak genelleme yapmaktan kendini alamaz, kölelerin ne denli isteseler de efendilerin katına çıkamayacağını düşünür:
“… Bu adam kamburu çıkmış dar omuzları, içeri çö¬kük göğsü ile gerçek bir halk çocuğuydu, zavallı kölelerin de, kendilerine yüzyıllar boyunca hükmetmiş ve sonsuza değin de hükmedecek ve ihtişam içinde yüzen bir avuç kişiye karşı giriştiği mücadele Martin’i çok etkiledi. Martin’e göre bu sararıp solmuş, bir tutam yaratık, bir semboldü. Biyolojik kanunlara uygun ola¬rak, sefaletin kucağında yok olan koskoca bir zayıflar ve yetersizler kitlesinin sembolü gibi duran bir heykeldi o.” Brissenden’in bir otel odasında kafasına tabanca sıkarak ölümü seçmesinin sonrası Martin Eden’in de romanın sonunda intiharı bir açıdan karşıtların birliğini oluşturur, romanın ana düşüncesini temellendirir. Arkadaşı Russ Brissenden, bedensel tükenişin sonuna gelmiş, anlaşılamamaktan, toplumdan kendini soyutladığından daha çok acı çekmemek için kendini öldürmüştür. Martin’in canına kıyması ise tümüyle bireyciliğin kaçınılmaz yıkılışı olarak noktalanır. En kötüsü de Martin’in sosyalizm amacı yolunda kullanılabilecek çabayı, kentsoylu sınıfına ulaşma uğruna tüketmiştir.
Kendine İnanma
Martin okudukça kendine olan inancı artıyor, anladıkça bir aydınlanma yaşıyordu. Zor bir hayat geçirmişti ve pek çok şeyi alt etmeyi başarmıştı. Başarabileceğine inanıyordu. Kısa zamanda çok şey öğrenmiş, çok yol kat etmişti. Bütün bunların merkezinde Ruth vardı. Onun için başaracaktı. Ona layık olacaktı. “Buralara nereden geldiğimi biliyorum. Gidecek daha çok yolumun olduğunu da biliyorum ve gerekirse dizlerimin üzerinde sürünerek de olsa oraya gideceğim.” Her ne kadar yüksek statüye sahip olmasa da Martin öz güvenliydi ve kendine inanıyordu. Zaten romanın ilerleyen bölümlerinde de ideallerine ulaştığını görmekteyiz.
Hayal Kırıklığı
Martin tüm çabalarının sonucu istediği noktaya ulaşmış yazar olmayı başarmıştır. Artık herkes onu tanıyor ve ona ulaşmaya çalışıyordur. Ruth dışında herkes Ruth asla onu onun istediği gibi sevmemiştir. Martin bunu anladığı anda büyük bir hayal kırıklığına uğrar ve her şeyin boş olduğunu anlar. Yani zirveye ulaştığında eski heyecanı ve hevesi kalmamış, umutlarını ve mutluluğunu yitirmiştir. Etrafındaki herkesin parasından başka değeri olmadığını anlar. Martin sarsılmıştır. Bu psikolojik buhrandan kurtulamaz ve baş edemez. Artık inandığı hiç bir değerin bir önemi kalmamıştır. İnancını yitiren insanın yaşaması için bir sebebi yoktur. Martin de bunu hissetmişti ve kendini sulara bırakmış, ölmeyi seçmişti. O hayat dolu genç adam, ölmeyi seçmişti. “Yaşama fazlasıyla tutku duymaktan, umuttan ve korkudan azade olmuş, Kısacık bir minnettarlık hissiyle şükran duyarız. Hangi tanrıya olursa olsun. Hiçbir hayat ebediyen sürmediği için, ölüler bir daha asla dirilmediği için. En yorgun nehir bile denizin güvenli sinesine kavuşacağı için.” Bunlar Martin’in okuduğu son dizelerdi.
Roman Hakkında Genel Eleştiri
Öncelikle şunu söylemem gerekir ki; roman klasik aşk romanlarının oldukça ötesinde bir romandı. Martin karakterinin azmi, yapabildikleri beni oldukça etkiledi. Özellikle de Jack London ve Martin Eden’ın hayatlarının benzerliği beni şaşırttı. İnsanların yaşam tarzları, toplumsal statüler, eşitsizlikler, sınıf farklılıkları, sosyalizm, bireycilik, paranın ve ekonomik gücün insan hayatındaki önemi gibi çok farklı ve evrensel konulara değinmesi de okuru düşünmeye ve hayatı pek çok yönden sorgulamaya itiyordu. Martin’in romanın sonunda intihar etmesi benim için beklenmedik bir sondu. Açıkçası beni derinden etkiledi ve Martin’in hayatına “heba olmuş bir yaşam” etiketini kondurmamı sağladı . Bir okur olarak hiç sıkılmadan okuduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle de kitap tutkunlarının bir solukta bitirebileceği bir kitap.
Bengü taşlar, Köktürklerin ikinci döneminden kalmış olan yazılı anıtlardır. Orhun Vadisi’nde bulunan bengü taşlardan biri Köl Tigin adına, 732 tarihinde ağabeyi Bilge Kağan tarafından diktirilmiştir. Orhun Vadisi’ndeki diğer bengü taş, Bilge Kağan adına 735 yılında oğlu Tenri Kağan tarafından diktirilmiştir. Üçüncü bengü taş, Bayın Çokto mevkiindedir; Bilge Tonyukuk tarafından kendi adına 716-726 yılları arasında diktirilmiştir. Bengü taşlarda büyük bir ihtimalle Türklerin icadı olan Köktürk (runik) yazısı kullanılmıştır (Ercilasun, 2016: 339).
Türk Bengü Taşları, Türk tarihinin ve Türk edebiyatının bilinen en eski yazılı ürünleridir. İçerisinde bulunan siyasi ve sosyal mesajlarla birlikte Köktürklerin yaşayışları ve inanışları hakkında pek çok bilgiye ulaşılabilmektedir. Aynı zamanda bengü taşların Türk mitolojisinden izler taşıdığını görmek de mümkündür.
Tengricilik ve Türk Bengü Taşları Orhun Abideleri’nde sıklıkla geçen ‘Tengri’ kelimesi Göktürklerin bir yaratıcı olduğuna inanmalarının göstergesidir. Tengri, bugünkü Türkiye Türkçesindeki ‘Tanrı’ kelimesinin eski söyleniş biçimidir. Tengricilik ya da Gök Tanrıcılık, İslamiyet’in kabulünden önceki eski Türkler arasında yaygın olan bir inanç sistemidir. Bu inanca göre kağan, Tengri (=Tanrı) tarafından seçilirdi. Bengü Taşlar’da bu düşünceye oldukça sık rastlanır. Örneğin Köl Tigin Bengü Taşı’nın güney yüzünde: “…Tanrı buyurduğu için, benim talihim olduğu için kağanoldum…” cümlesi geçmektedir. Bu cümleden de anlaşıldığı gibi kağanın Tanrı tarafından seçildiği’ inancı benimsenmiştir. Doğu yüzünde ise: “…Türk milletinin adı sanı yok olmasın diyebabam kağanı ve annem katunu yükseltmiş olan Tanrı, il vermiş olan tanrı,Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye beni, o Tanrı kağan olarakoturttu…” olarak geçmektedir.
Bu inanca göre Tanrı her şeyi bilir, görür ve işitir. Kağanlara güç verir. Bu düşünce Köl Tigin Bengü Taşı’nın doğu yüzünde şöyle geçer: “…Tanrıgüç verdiği için babam kağanın askerleri kurt gibi imiş, düşmanı {ise} koyungibi imiş…” Aynı zamanda kurt, Türkler tarafından yıllardır kutsal kabul edilmiştir. Bunun nedeni Türklerin, bir bozkurdun soyundan geldiklerine inanmalarıdır. Aynı zamanda kurdun özgürlüğüne düşkün, güçlü ve savaşçı olması Türkler tarafından güçlü ve savaşçı ruhlu kişilere “kurt gibi” benzetmesi yapılmasına neden olmuştur.
Türk Mitolojisindeki Tanrılar/İyeler ve Türk Bengü Taşları Orhun Abidelerinde Türk mitolojisindeki Yer-Su ve Umay Ana’dan da bahsedildiği görülür. Yer-Su İyesi, Türk mitolojisinde bir külttür. Türkler, Yer-Su İyelerinin, ölmüş atalarının ruhları olduğuna inanırlardı. Köl Tigin Bengü Taşı’nın doğu yüzünde Yer-Su ile ilgili şöyle geçer: “…Yukarıda Türk Tanrısı, Türk’ün kutsal Yeri-Suyu şöyle yapmış;Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye, babam İlteriş Kağan’ı, annemBilge Katun’u Tanrı tepelerinden tutup yukarı kaldırmış…”
Bilge Kağan Bengü Taşı’nın doğu yüzünde ise: “…Üstte Tanrı, kutsalYer-Su, (amcam) kağanın ruhu razı gelmedi…” olarak geçmektedir. Umay Ana ise Tengricilik inancında Tanrı’dan sonra gelen en önemli kutsal varlık kabul edilirdi. Bunun nedeni Umay’ın anneleri, çocukları ve hayvanları koruduğuna inanmalarıydı. Köl Tigin Bengü Taşı’nın doğu yüzünde Umay ile ilgili şöyle geçer:“…Umay’a benzer annem katunun talihi sebebiyle kardeşim Köl Tigin erlikadını buldu…” Tonyukuk Bengü Taşı’nın batı yüzünde ise: “…Hiç şüphe yok kiTanrı, Umay, kutsal Yer-Su {onları} bastı…” olarak bahsedilmektedir. Abidelerde Umay’dan başka tanrının ismi geçmemektedir.
Yedi (7) Sayısı ve Türk Bengü Taşları Eski Türklerde 7 sayısı kutsal kabul edilirdi. Örneğin Altay Türklerine göre ay tutulması ‘yedi başlı dev’ yüzünden gerçekleşir. Kırgız Türkleri ise ‘Küçük Ayı’ yıldızını ‘Yedi Bekçi’ olarak adlandırır. Orhun Abidelerinde de sıklıkla geçen yedi (7) sayısı göze çarpar. Örneğin Abidelere göre İlteriş Kağan, on yedi (17) erle birlikte baş kaldırmıştır. Daha sonra Tanrı güç verdiği için yetmiş (70) er ve daha sonra yedi yüz (700) er olmuşlardır.
“Babam kağan on yedi erle baş kaldırmış. {Çin’den} dışarıya yürüyordiye haber işitince şehirdekiler dağa çıkmış, dağdakiler inmiş, derilip yetmişer olmuşlar. Tanrı güç verdiği için (…) Hepsi (…) yedi yüz er olmuş…”(Köl Tigin Bengü Taşı – Doğu Yüzü)
Ötüken/ Ötüken Dağı ve Türk Bengü Taşları Ötüken, günümüzde Moğolistan sınırları içerisinde, Orhun Nehri’nin yakınlarında yer alır. Türkler tarafından ‘Toprak Ana’ olarak adlandırılmış ve kutsal kabul edilmiştir. Türklerin yeryüzünde ilk olarak Ötüken’de var olduğu ve Ötüken’den Dünya’ya yayıldığı da kabul edilir. Orhun Abidelerine göre Ötüken; güvenli ve sığınılması gereken bir yerdir. Ayrıca devlet en iyi Ötüken’de yönetilir. Eğer Ötüken terk edilirse insanın başına türlü felâketler gelir.
“…Türk kağanı, Ötüken Dağlarında oturursa ülkede sıkıntı olmaz…”(Köl Tigin Bengü Taşı – Güney Yüzü)
“…Bunca yerlere dek ordu yürüttüm; Ötüken Dağlarından daha iyisihiç yokmuş; devleti yönetecek yer Ötüken Dağları imiş…”(Bilge Kağan Bengü Taşı – Kuzey Yüzü)
“…Kutsal Ötüken Dağlarının halkı, gittiniz. (…) Gittiğiniz yerlerdekazancınız (!) şu oldu: Kanınız su gibi aktı, kemiğiniz dağ gibi yattı. Beyliğe layık erkek evlatlarınızı kul ettiniz; hanımlığa layık kız evlatlarınızı cariyeyaptınız…” (Bilge Kağan Bengü Taşı – Doğu Yüzü)
Görüldüğü üzere Orhun Abideleri sadece bir siyasetname örneği değildir. Göktürklerin yaşayışını, inancını ve bu inancın getirmiş olduğu düşüncelerine de yer verir. Göktürklerin Tengricilik anlayışının yanında Türk mitolojisindeki tanrılardan Umay Ana’yı ve bir kült olan Yer-Su İyesini de kutsal kabul ettiği söylenebilir. Bunun yanında Abidelerden de anlaşılacağı gibi yedi (7) rakamını ve Toprak Ana Ötüken’i de kutsal kabul etmişlerdir. Buna ilkel-mitolojinin izleri de denilebilir.
Soul, Pixar Animation Studios tarafından üretilen ve Walt Disney Pictures tarafından 25 Aralık 2020 tarihinde Disney + da gösterime giren bir komedi-dram filmi. Filmin yönetmeni ise Pete Docter.
“Dinsel gelenekleri ve kültürel gelenekleri temsil eden bir sürü insanla konuştuk ve ruhun ne olduğunu sorduk. Hepsi “buğulu”, “ruhani” ve fiziksel olmayan bir şey olduğunu söylediler. Bunu nasıl yapabileceğimizi düşündük. Büyük bir meydan okumaydı. Ama şunu söylemeliyim ki ekip gerçekten bu kelimelerin yansıması olan ama aynı zamanda tanıdık olan şeyleri bir araya getirdi” (Pete Docter)
! Okuyucular için spoiler içerebilir.
Filmimizin kahramanı New York’ta bir müzik öğretmeni olan Joe Gardner’dır. Joe’nun en büyük hayali bir caz grubunda caz piyanisti olmaktır. Ve bir gün şans kapısını çalar. Joe, eski bir öğrencisi tarafından şehrin en popüler caz grubuna davet edilir. Fakat şans o ki, sahneye çıkacağı gün bir kanalizasyon çukuruna düşer ve hayatını kaybeder. Ve bütün olaylar bundan sonra gerçekleşir. Joe, kendini o andan itibaren ‘öbür dünya’ da bulur. Bedeni de dünyada kalmıştır; artık sadece Joe’dur, bir ruh silüetine bürünmüştür. Ne olduğunu anlayınca itiraz eder, bugün ölmemesi gerektiğini söyler. Ve panik içerisinde, oradan kurtulma amacıyla derin ve siyah bir boşluğa düşer.
Joe’nun düştüğü o yer ‘önceki dünya’dır. Henüz sadece ruhlarımızın var olduğu, dünyaya gelmeden önce kim olduğumuzu, neyi sevdiğimizi, tercihlerimizin ne olacağını bilmediğimiz o yer… Oradaki ruhlar ancak ‘kıvılcım’larını keşfettikleri takdirde dünyaya geliş iznini kazanabilmektedir.
Joe, orada 22 adında bir ruhla tanışır ve o, kıvılcımını henüz keşfedememiştir. 22, Joe’ya dünyaya gelmek istemediğini açıklar. Joe’da bunu fırsat bilir ve 22’nin kıvılcımını keşfetmesinde yardımcı olmaya çalışır çünkü aralarında bir anlaşma yapmışlardır: 22’nin sahip olacağı dünya iznini Joe kullanacaktır.
Filmin özetini burada kesmemin nedeni herkesin farklı mesajlar çıkarabileceği bir film olması. Sadece meraklılarına şunu söyleyebilirim: 22, kıvılcımını dünyada keşfetti ve Joe’da ikinci bir şansı kazandı. Belki de hak etti demeliyim. Ve artık en büyük hayali bir caz piyanisti olmak değil. Onun için önünde yaşanması gereken yeni bir hayat var.
Araştırma şirketleri, filmin yayınlandığı andan itibaren Disney +’a abone olanların sayısının arttığını söylüyor. Ayrıca film The Guardian’ın yayımlamış olduğu “2020’nin En İyi 50 Filmi” listesi içinde ikinci sırada yer alıyor. Bence film hak ettiği bir sırada yer almış. Mutlaka izleyin derim…
Bir balık hakkında şu hikâyeyi duydum: Kendisinden büyük balıkların yanına yüzer ve şöyle der: “Okyanus dedikleri şeyi bulmaya çalışıyorum.”
“Okyanus mu?” diye sorar büyük balık. “Zaten onun içindesin.”
“Burası mı?” diye sorar küçük balık. “Burası su. Ben okyanus istiyorum.”
Bırakın eleştirel düşünmeyi düşünmekten de yoksun bir milletiz. Dış kontrol odaklı yaşıyoruz. Bir üstümüz bize ne emrederse düşünmeden, yargılamadan direkt uygulamaya başlıyoruz. Sorgulamıyoruz! Okul yaşamında, evde, dışarda ve çoğu sosyal ortamda da durum böyle. Birer robot gibi yaşamımızı devam ettiriyoruz. Yaptığımız işleri yapmamız gerektiği için yapıyoruz. Monoton yaşamı seviyoruz belki de! Her şeyin aynı kalmasını aynı sıra ve düzeni takip etmesini istiyoruz. Çoğumuz böyle alışmadık mı zaten? Bugün düşünme becerisi yönünden yeterli olmadığımız gözler önünde. Düşünmeyi düşündüğümüz zaman hem birey olarak hem de toplum olarak çoğu şeyin farkında oluruz. Gerçekleştirdiğimiz eylemlerin farkına vardığımızda ve düşünmeyi öğrendiğimizde ise gerçek muhakeme gücümüz ortaya çıkar. Yaşamı sorgulamaya, birey olmaya ve kör düzene karşı gelmeye başlarız. İnsanlık ve toplum açısından ne büyük devrimdir eleştirel düşünmek! Daha doğrusu düşünmeyi düşünebilmek!
Konumuzun eleştirel düşünme ile ilgili bölümünü irdeleyelim. Nedir bu eleştirel düşünmek? Okullarda öğretilebilir mi? İnsan hayatında neyi değiştirir düşünmek? İnsan düşünmeden yaşayabilir mi? Bu yazımızda bütün bu soruların cevaplarını hep birlikte bulacağız. Eleştiri dediğimiz kavram toplum tarafından yanlış anlaşılıp olumsuz olarak nitelendirilebiliyor. Oysa durum farklı. Chance eleştirel düşünmeyi “gerçekleri analiz etme, fikirler üretip düzenleme, fikirleri savunma, karşılaştırmalar ve çıkarımlar yapma, savları değerlendirme ve problem çözme becerilerinin bir bütünü” olarak belirlemiştir. Eleştirel düşünme yapabilmek bireyin hayatında önemli bir konuma sahiptir. Mantık yürüterek sorgulama yapabilme, günlük hayatta karşılaşılan bir problemi çözme, önyargıları engelleme, bireyleşme ve yurttaş olabilme becerilerinin gelişimi bakımından önemli olan bir düşünme etkinliğidir. Eleştirel düşünme kendimizi oluşturmanın temel noktasıdır. Düşünebildiğimizin kanıtıdır. Bir şeylere körü körüne bağlanmaktansa muhakeme yapmak, yaşama bakış açımızı değiştirir.
Ancak okul dediğimiz eğitim ortamları eleştirel düşünmeyi engelliyor. Ders kitabı olarak öğrencilere sunulan etkinlikler eleştirel düşünme becerisini desteklemiyor. Eleştirel düşünme yetisinin geliştirilmesine ve oluşturulmasına imkan tanımıyor. Ezbere eğitim yöntemi gün geçtikçe yayılıyor. Gelecek nesilleri zehirliyor. Bilgi basamağından ziyade artık anlama, yorumlama, çıkarım yapma ve değerlendirme basamağına geçmemiz gerekiyor. En basitinden merkezi ve yerel sınavlarda yorum sorusuna yer yok, çoğunluğunca seçmeli sorulara yer veriliyor. Ezberden bilgi ile doğru şıkkı işaretliyoruz. Ancak sınavlarda sorulan soruların açık uçlu olması, sınav içeriklerinin eleştirel düşünmeyi yansıtacak biçimde değiştirilmesi ve en önemlisi kalıpları ölçmektense, öğrencinin yorumlama, eleştirel düşünme ve değerlendirme becerisini de destekler nitelikte olması gerekmekte. Aksi halde öğrencilerimiz, insanlarımız ve toplumumuz düşünemez duruma gelir.
Sınıf içerisinde konuşulup tartışabilen demokratik bir ortam yaratmak gerekir. Aynı şekilde öğrenciyi derste aktif tutmak, ders kitaplarının ötesine geçmek, öğrenci fikirlerine saygı duymak ve öğrenciyle etkileşim halinde olmak ve en önemlisi düşünme egzersizleri yapmak kişi hayatında olumlu sonuçlar doğuracaktır. Özgür düşünme ortamı eleştirel düşünme için en birincil kuraldır. Bu ortamın gerek öğretmen gerekse okul tarafından sağlanması gerekir. Öğrenci öğrenen, keşfeden, sorgulayan, yorumlayan, mantık yürüten, tartışabilen ve kendi fikirlerini oluşturabilen bireydir. Yeterli ortamlar ve imkanlar sağlandığında, sınırlar alışkanlıklar kırıldığında, gerekli zihniyet dönüşümü gerçekleştiğinde ve doğru öğrenme- öğretme biçimi benimsetildiğinde birey hayat boyu doğru düşünmenin, eleştirel düşünmenin etkisini açıkça görebilir.
Ünlü İngiliz filozof Thomas More’un Ütopyası karşınızda. Dünya edebiyatı için önemli bir eser olan Ütopya kitabı 1516 yılında yazılmıştır. Kitabın bu kadar önemli olmasının sebebi Ütopya kavramının tanımını ilk defa Thomas More yapmıştır. Platon’un Devlet kitabı da bir ütopya olarak kabul edilmiştir. Ancak Ütopya romanı ütopya kavramını tanımlayan ilk kitaptır. Ütopya kavramını Thomas More ‘’iyi yer’’ ve ‘’yok yer’’ olarak tanımlamıştır. Kavramı iki farklı şekilde kullanan More kurduğu hayalî dünyayı güzel, iyi, yaşanılması mümkün yer olarak düşünmüştür. Diğer tarafta ise yok yer olarak tanımlaması ise işin acı gerçeğidir. Asla olmayacak olan, hayali, gerçekleşmesi mümkün görünmeyen yer olarak açıklamıştır. Bu durum Ütopya kavramının ne kadar çarpıcı bir gerçekliği olduğunu bizlere göstermiştir.
Distopta’nın tam zıttı olan bu kavram bizleri yaşadığımız dünyadan alıp bambaşka bir gerçekliğe ışınlıyor. Peki, nedir bu distopya? Ütopya yaşanması mümkün, güzel yer iken distopya tam tersini anlatır. Distopik bir toplum otoriter – totaliter bir devlet modeli, insanların yaşamaktan keyif almadıkları, baskı altında oldukları bir toplumu karakterize eder. Birçok distopik roman yazılmıştır. Örneğin; Fahrenheit 451, Cesur Yeni Dünya, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Körlük distopik romanlara güzel örneklerdir. Saydığımız örneklerdeki kitaplar olumsuz, kimsenin yaşamayı istemeyeceği bir toplumu bizlere anlatır. Ancak Thomas More’nun hayalini kurduğu Ütopya bizi yeni cennet dünyaya götürür. Kitabı okurken ‘’Gerçekten böyle bir yerde yaşamak ister miydim?’’ sorusuna belki de insanların büyük bir çoğunluğu evet cevabını verir. Gelin şimdi Ütopya nasıl bir yermiş beraber bakalım.
Thomas More ‘nun Ütopya’sı iyiliklerle dolu bir toplumu ifade ediyor. Kötülük yapmak diye bir şey yok. Öyle bir toplum düşünün ki paranın hiçbir değeri yok. Hatta altın o kadar değersiz bir şey ki kölelere kolye olarak takılıyor. Kitapta geçen bir pasajda ‘’Nasıl oluyor da, bir eşek kadar bile kafası işlemeyen zenginin biri sırf altını var diye bir sürü insanı köle gibi kullanabilir? ’’ diyerek işin aslını özetliyor aslında. Böyle güzel bir toplumda, bir ütopyada kölelik kavramı neyin nesi derseniz? Ağır bir suç işleyen insanlar köle olarak kullanılıyor. Ütopyalıların yaşadığı Ütopya şehri ismini Kral Utopus’tan alıyor. Kral Utopus’tan önce yoksulluk içinde, kötü şartlarda yaşayan bölge halkı kralla birlikte bambaşka bir hayata geçiyorlar. Kral Utopus yarımada şeklinde olan bölgeyi ele geçirince şehri düşmanlardan korumak için karayla birleşen kısmı kazıtarak yarımadayı ada şekline getiriyor. Mülkiyet kavramının olmadığı Ütopya şehrinde ortak mülkiyet kavramı vardır. Toplam elli dört şehirde oluşan Ütopya’da bütün şehirler birbirine eşit uzaklıktadır ve hepsi birbirinin aynısıdır. Başkent ise şehirlerin tam ortasında yer almaktadır. Bu şehirlerde yaşayan aileler on yılda bir yer değiştiriyorlar. Sebebi de elbette ki mülkiyet kavramının oluşmamasıdır. Halk istediği dini seçmede özgürdür. Tanrı ismi elbette var fakat nasıl ibadet edeceği tamamen kişiye kalmış. Ütopya ülkesinde hiç kimse dininden ötürü kötülenmiyor. Ütopyalılar törenlerde hayvan kurban etmiyorlar. Yaşasınlar diye can veren Tanrı, hayvanların kanının akıtılmasından hoşlanmaz düşüncesine sahiptirler. Dünyada rahat, sevinçli, hiçbir kaygı olmadan yaşamak kadar güzel bir şey olamaz.
Roman iki bölümden oluşuyor. Thomas More ilk önce kitabın ikinci kısmını yazıyor daha sonra birinci kısma geçiyor. Kitabın birinci bölümünde daha çok hikâyeleştirilmiş kısımlar bulunuyor. Gezmeyi seven Rapfael Hythloday isimli kurmaca karakter Thomas More ve arkadaşı Peter Giles’a Ütopya ülkesini anlatıyor. İkinci kısımda ise Ütopya’yı tüm özellikleriyle bize anlatıyor. Yazar Ütopya romanını Latince olarak yazıyor. Reform hareketine karşı olması sebebiyle ve Kral VIII. Henry ile ters düşmesi sonucunda ölümünden çok sonra bin beş yüz elli bir yılında kitap İngilizceye çevrilmektedir. Ütopya kitabı çok hacimli bir eser değildir. Bu kitabı mutlaka okumanızı öneririm.
Paganizm, tek tanrılı dinler ortaya çıkmadan önce inanılan, doğanın yüceltmesini temel alan bir grup dinler ve inançlar topluluğudur. Tıpkı Hinduizmde olduğu gibi, tek bir kurucusu, tek bir kitabı, tek bir dinsel felsefesi yoktur.
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi paganizm, tek tanrılı dinlerden önce çıkmış bir dindir. Fakat inançlarına çok tanrılı da denemez. İslamiyetteki tasavvuf inancında bulunan “Vahdet-i Vücut” anlayışındaki gibi, paganlar da evrendeki her cismin tanrının bir yansıması olduğuna inanmaktadırlar.Paganizme göre, evrenin içindeki her cisim, tıpkı Animizm inancında olduğu gibi, bir ruha sahiptir. Bu ruhlar sonsuz yaşama sahiptir ve cisimleri sona erdikten sonra farklı bir bedende; bazen bir ağaç olarak, bazen bir çiçek olarak dünyaya gelirler. Pagan inancına göre ruhlar, önceki yaşamlarında çok fazla kötülük yapmışlarsa, yeni yaşamlarında bir böcekte veya bir taşta beden bulmaktadırlar.
Paganizm bazı kayankala göre Şamanizm ve Animizm gibi doğayı merkezine alan dinlerin barındığı bir inançlar bütünüdür. Genel olarak ağaç sembolü ile anılırlar. Ağaç Paganizm inancı için reenkarnasyonu sembolize eder. Ağaç dışında kullandıkları en önemli sembolleri ise beş köşeli yıldızdır. Bu köşeler ateşi, suyu, toprağı, havayı ve gökyüzündeki yıldızları temsil eder. Aynı zamanda paganlar için cennet de cehennem de yeryüzünün kendisidir.
Paganlar Kimlerdir?
Paganlar kısaca Paganizm dinine mensup olan insanlardır. Paganlar, genel olarak 3 ayrı grupta toplanır:
1) Neo-pagan: Neo-pagan tabiri günümüzdeki modern paganları tanımlamak için kullanılmaktadır. Misyonları arasında hiçbir canlıya zarar vermemek, doğanın içinde doğal yaşamak ve yardımlaşmak yer almaktadır.
2) Mezo-pagan: Mezo-paganlara göre evren saat kususrsuz bir düzene sahiptir. Bu düzenin bozulmaması için insanlar doğayla barışık ve doğaya uygun bir yaşam sürdürmelidirler. Mezo-paganlar ayinler düzenlemezler, inançlarını bireysel düzeyde gerçekleştirirler. Bazı aborjin ve kızılderili kabileleri de mezo-pagan olarak nitelendirilebilir.
3) Paleo-pagan: Paleo-pagan, diğer dinlerden en az etkilenip, özüne sadık kalmayı en çok becermiş dindir. 20.yy’nin ikinci yarısının başlarında ortaya çıkan Hippi topluluğunun görüşü olan “Cape Diem“(anı yaşa) sloganı, paleo-paganların inançlarının merkezini oluşturmaktadır. Onlara göre dün ve yarın yoktur, sadece bugün vardır. Ayrıca liderlerinin ağaçlarla ve hayvanlarla konuşabildiğine inanılmaktadır.
Çoğunlukla kabile liderleri tarafından kötü ruhları kabilelerinden uzaklaştırmak için ayinler düzenlenir. Çeşitli şekillerde ayinler yaparak transa geçenler, inanca göre kötü ruhlarla iletişime geçer, onları kabileden uzak tutmaya çalışır. Günümüzdeki Neo-pagan topluluğu şamanları, Kutsal Çevrecileri, Odinistleri, Heathenleri ve Cadıları kapsar. Bu kişiler, günümüzde “karanlık taraf ile” iletişim içinde olduğunu iddia eden son gruplardandır.
Paganizm Ayinleri
Paganlar, doğayı yücelten bir inanışa sahiptir. Dolayısıyla onların ayinlerinde ve törenlerinde, zannedilenin aksine, kurbanlara yer verilmez.
Günümüzde Neo-paganlar büyüler veya çeşitli otların yardımıyla ayinler düzenlemektedir. Bu ayinlerin Neo-paganlar için tapınmaktan farkı yoktur, ama bu ayinlere verilen anlam değişirse, ayinler ibadet olmaktan çıkabilir. Paganizm için bu ayinler iki anlam taşır. eğer kişiler-topluluklar kendileri için yaparsa, bunlar iyi büyü ya da iyi ayin olarak adlandırılır. Aksi takdirde, başkası için yapılırsa, o zaman kötü büyü ya da kötü ayin olarak adlandırılmaktadır. Bu Paganizm ayinlerine örnek olarak dünya çapında kutlanılan cadılar bayramı örnek verilebilir. Sanılanın aksine cadılar bayramı Hristiyanlık’ın değil Paganizm’in bayramıdır. Paganlar bu günde kendilerini diğer varlıkların kılığına sokarlar. Başka bir örnek verilmesi gerekirse de paganların çoğunluğunun inandığı mevsimsel festivaller akla gelebilir. Bunların en önemlileri yılın en kısa ve en uzun günleri olan gün dönümleri olarak verilebilir.
Eski paganlarda bazı örnekler görülse de (Stonehenge de bazı kesimler tarafından bunların örneği olarak görülmektedir.) modern paganların ibadethaneleri yoktur. Modern paganlar ibadetlerini açık havada gerçekleştirirler.
Herkes için ve hiç kimse için bir kitap diyor Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt romanına başlarken. Kendi deyimiyle en derin eser, insanlığa verilmiş en yüce armağan. Her birimiz birer dünyayız kendi içimizde. Her birimizin kendi hikâyesi vardır. Ruhumuzun derinliklerinde sakladığımız, kimseye göstermediğimiz alt benliğimiz, yaralarımız vardır. Kaçmak istiyoruz her şeyden. Usandık bizi yoran insanlardan, iş hayatımızdan belki de ailemizden. İşte Zerdüşt’te yaralandıkça her şeyden kaçmak isteyen o insanlardan. Otuz yaşındayken yurdunu ve yurdunun gölünü ardına bırakarak dağa çekildi Zerdüşt. Dağda on yıl zaman zarfında, bıkmadan, usanmadan hep ruhunu dinledi ve sonunda içinde, gönlünün derinliklerinde bir değişiklik duyumsadı.
Orijinal adıyla ‘’Also sprach Zarathustra’’ Alman filozof Nietzsche tarafından yazılmış bir eserdir; edebi ve felsefi bir metindir. Böyle Söyledi Zerdüşt birçok farklı konu ve tarz barındırmaktadır. Kitapta Nietzsche şiirsel bir üslûpla felsefi meseleleri dile getirmiş, kendi felsefi düşüncelerini ve kavramlarını açıklamıştır. Nietzsche, felsefesinde olduğu gibi yazım tarzında da var olan kuralları hiçe saymış ve kendine özgü bir edebi üslup kullanmıştır. Kimi zaman şiir, kimi zaman düz yazı, kimi zaman da ikisinin karışımıyla karşımıza çıkan yazım tarzını, belirli bir kategori içerisinde tanımlamak güçtür. Böyle Söyledi Zerdüşt’ün geneli özdeyişlerden (aforizmalardan) oluşur. Nietzsche anlatmak istediği konuyu, benzetmeler ya da imalar kullanarak aktarır. Bu şekilde, okuyucunun bahsedilen konu hakkında düşünmesini ve kendisine ait bir yargıya ulaşmasını beklemektedir. Bu durumu şöyle açıklar: “Herkesin okumayı öğrenme hakkının olması, zamanla sadece yazmayı değil, düşünmeyi de mahveder. Dağlarda en kısa yol doruktan doruğadır; ama bunun için uzun bacakların olmalı. Özdeyişler doruk olmalı, kendisine hitap edilen de iri kıyım ve uzun boylu.” Kitapta Zerdüşt isimli karakterin gözlemleri ve bu gözlemler üzerine ürettiği düşünceler yer alır. Karakterin ismi, İranlı bir peygamber olan, Zerdüşt Peygamber’in ismiyle aynıdır. Bu durum zaman zaman “Böyle buyurdu Zerdüşt” ün bir kutsal kitap olarak algılanmasına neden olmuştur. Ancak böyle bir şey yoktur. Nietzsche’nin kendine özgü anlatım tarzıyla, birçok farklı anlam çıkarılabilecek özdeyişlerle, sert bir üslup kullanarak kaleme aldığı Böyle Söyledi Zerdüşt eseri, diğer eserleri gibi yaşadığı dönemde çok yadırganmış, birçok olumsuz eleştiriye maruz kalmıştır. Nietzsche’nin kilit fikirlerini Apollon-Dionysos ikiliği, güç istenci, Tanrının ölümü, üstün insan ve bengi dönüş oluşturur. Felsefesinin merkezini oluşturan şey, kişinin coşkun enerjisini sömüren her türlü öğretinin toplumsal olarak ne kadar geçerli olursa olsun sorgulanarak hayatın olumlanmasıdır.
Kişinin en büyük düşmanı, yine kendisidir. İnsanı, hayvan ile üst insan arasında gerili bir ip olarak tanımlayan Zerdüşt, kişinin sürekli olarak üstün insana doğru kendisini aşması gerektiğini söyler. Her şey kalbimizin derinliklerinde saklıdır. Daha anne rahmine düşer düşmez başlar maceramız. Kendimizi bir kargaşa çukurunun içinde buluruz. Hayatımız bir dala tutunmaya çalışmakla geçer. Bu dal kimi zaman bir insan olabilir kimi zaman bir eşya, belki de bir kitap. En büyük mutluluğumuz kendi içimizde oysaki. Kendini bulmaya çalışan Zerdüşt her şeyden uzaklaşır ve bir mağarada tam on yıl geçirir. Bu on yıl içerisinde sadece düşünür ve sorgular. Belki de ihtiyacımız olan tek şey biraz yalnız kalmaktır. İnsanların arasında düşünce karmaşalarıyla geçirilen zamanımız, her kafadan çıkan sesler, düşünceler yoruyordur bizi. Her insanın mutlaka kendisini bulması gerekiyor. Tinimizin derinliklerine işleyen toplu yaşama arzusu bizi kendimiz olmaktan çıkartıyor. Toplum için yaşar hâle geliyoruz. Toplumdan dışlanmamak, bir nevi kendimizi kabul ettirmek için istemediğimiz durumlara sürüklüyoruz kendimizi. Böyle Söyledi Zerdüşt romanını okurken hayatı, gerçekleri ve benliğinizi sorgularken bulacaksınız kendinizi. Güzel bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız mutlaka okumanız gereken bir eser.
‘’Yaşamak, acı çekmektir. Hayatta kalmak ise, bu acıda bir anlam bulmaktır.’’ diyor Nietzsche. Yaşamımız bizim seçimlerimizle ilerler. Her şey insanda başlar ve yine insanda biter.
Kaynakça
Böyle Söyledi Zerdüşt – Friendrich Nietzsche İş Bankası Kültür Yayınları XX. Basım 2020
Eski Yunan’da demokrasi fikri ilk ortaya çıktığında Sokrates bu fikri hiç benimsemediği gibi şiddetle de karşı çıkmıştır.
Hatta Platon’un yazılarından da öyle anlıyoruz ki Sokrates’in idamına sebep de demokrasiye karşı oluşudur.
Platon’un 10 kitaptan oluşan ”Cumhuriyet” isimli eserinin 6. kitabında Sokrates, Ademantus isimli bir öğrencisi ile demokrasi hakkında sohbet eder. Sokrates bu kısımda Ademantus’a demokrasinin eksiklerini ve hatalarını göstermeye, anlatmaya çalışır. Bunu yapmak için Sokrates toplumu bir gemiye benzetir.
Bir gün Sokrates yine öğrencileriyle sohbet ederken bir öğrencisi Sokrates’e sorar:
-Eğer demokrasi çoğunluğun kararını kabul etmekse adil olan da bu değil midir? Mesela yüz kişinin oy kullandığı bir yerde elli bir kişinin kararına mı uymak daha adil ve doğru olur yoksa kırk dokuz kişinin kararına uymak mı ? Hem çok mümkündür ki daha çok insanın daha az insandan yanılma ihtimali daha azdır. Şu halde sizin demokrasiye karşı çıkmanız doğru olmadığı gibi haklı da sayılmaz.
Bunun üzerine Sokrates her zaman olduğu gibi soru-cevap yöntemini kullanarak öğrencisine önce sorar.
-Bize söyler misin? Bilge olmak mı daha zordur yoksa cahil olmak mı daha zordur?
Öğrenci: Elbette ve hiç şüphesiz bilge olmak daha zordur. Bilge olmak için çok okumak araştırmak ve yorulmak gerekirken cahil olmak için bir şey yapmaya gerek yoktur.
Sokrates : Peki o halde bize yine söyler misin? Toplumlarda cahil insanların sayısı mı çok olur yoksa bilge insanların sayısı mı?
Öğrenci : Elbette ve hiç şüphesiz cahil insanların sayısı fazla olur.
Sokrates : Peki bize yine söyler misin? Bir gemide yüz yolcu bulunsa geminin nerede, nasıl ve hangi yönde yelken açması gerektiğini kaptan mı daha iyi bilir yoksa o yüz yolcu mu ?
Öğrenci : Eğer yolcular içinde denizcilik bilgisi olan yoksa pek tabi en iyi bilen kaptandır.
Sokrates : Peki o halde diyebilir miyiz ki herkes her konuda karar veremez? Herkes bildiği yerde konuşmalı ve her iş ehline verilmeli.
Öğrenci : Pek tabii olması gereken budur.
Sokrates : Peki o halde bize yine söyler misin? Kimin hangi konuda bilgili olup olmadığını bilmeden sadece çoğunluk oldukları için kararlarını doğru bulmak adil ve doğru olabilir mi? Hem sen de kabul ettin ki bir toplumda cahillerin sayısı bilgelerden hep daha çok olur.