Aromatik Adam Kitap Eleştirisi

“Görünen her şey gerçek değildir.”

Roman, bu sözü belki de en iyi şekilde yansıtan romanlardan biridir. Yazarımız körü körüne inanmanın yanlışlığını, herkesin doğru kabul ettiği şeylerin aslında doğru olmayabileceğini, en önemlisi de bir şeye inanmadan önce onu sorgulamamız, araştırmamız, doğruluğunu test etmemiz gerektiği mesajını romanında en iyi şekilde anlatmıştır.

Her şey bir tren vagonunda başlıyor. Gizemli adamımız Şapkalı Adam trende yolculuk ederken sohbet esnasında bir iki kişinin sorunlarını dinler. Yolculardan birinin maddi problemi varken diğerinin de sağlık problemi olduğunu öğreniyor ve adamlara onların dertlerine derman olabileceğini söyler. Tabii ilk başta kimse inanmaz fakat gizemli adamımız maddi probleme sahip olan adama cebine bakmasını söyler. Adam cebine baktığında tam da ihtiyacı olduğu miktarda parayı cebinde bulur. Diğer adamın da o esnada ağrıyan bileğinin ağrısı tuhaf bir şekilde geçer. Tam nasıl oldu diye sorgularken beyinler ne hikmetse Şapkalı Adam birdenbire ortadan kayboluverir. Daha sonra bu olay medyaya yansır. Bunun sonucunda da toplumda bir ayaklanma ve ikilem meydana gelir. Toplum Şapkalı Adam’a inananlar ve inanmayanlar olarak ikiye ayrılır. İşlerin gitgide kötüye gittiği görüldükten sonra Şapkalı Adam’ın gizemini çözmesi için bir savcı görevlendirilir. Savcımız bilimin yolunu izleyerek bütün olayı aydınlığa kavuşacaktır. Romanın sonunda Şapkalı Adam’ın aslında pek de güvenilir olmayan, bazı illüzyonist numaralar ve çeşitli kimyasallarla insanları kandıran, yalancı ve sahtekar biri olduğu ortaya çıkar.

Yazar, Anooshirvan Miandji düşünmeye, sorgulamaya ve gerçeği aramaya yönelten felsefi eserleri ile tanınan bir yazardır. Aromatik Adam adlı esrinde de okuyucularını düşünmeye, merak etmeye ve sorgulamaya iter. Aynı zamanda yazar, körü körüne inanmanın ne kadar yanlış olduğunu eserinde biz okuyuculara göstermektedir. En tehlikeli toplum, bir şeye körü körüne bağlanan, bilginin doğruluğunu sorgulamayan, eleştirmekten korkan ve çıkarları uğruna her şeyi yapabilecek, hatta çıkarları uğruna gerçeklerin üzerini çizebilecek bir toplumdur. Ben bir okuyucu olarak romanı okurken pek çok duygu değişikliği yaşadım. Çoğu zaman kızdım, çoğu zaman da şaşırdım. Aynı zamanda romanın sonuna doğru her şeyin açığa çıkmaya başladığı bölümlerde de mutlu oldum.

Aklı ve mantığı kullanabilmek çok önemli bir kabiliyettir. Biz insanlar hayatımızın her evresinde aklı ve mantığı kullanabilmeliyiz. Çünkü akıl ve mantık insanı yanıltmaz ve bizi gerçeğe götürür. İnsanoğlu olarak maalesef çoğu zaman bir şeyleri kolay yoldan elde etmenin peşini bırakamıyoruz. Kolay yoldan elde ettiğimiz her şey bize tatlı geliyor. Çoğu zaman bir şeyleri elde etmek için çabalamıyoruz ya da kolay yoldan nasıl elde edebileceğimize dair yollar arıyoruz fakat şunu bilmiyoruz ki kolay yoldan elde ettiğimiz hiçbir şey bize fayda sağlamaz. Bir şeyleri hak etmek için çaba göstermeli, ter dökmeli ve emek harcamalıyız. Tabiri caiz ise biraz başımızı ağrıtmalı, kafa yormalıyız.

Kitabın bir bölümünde sunucu gazeteciye soru soruyor: ‘’ Bunlar toplumu nasıl ikna edebiliyor? Nasıl toplumda karşılık bulabiliyor?’’ Gazeteci şöyle cevaplıyor:
‘’İkna… İnsanların ihtiyaçları var. Bu ihtiyaçlarını karşıladığınızda onlar size inanırlar.’’ Gerçekten de öyle değil mi? Bizim toplumumuzda da çıkarları ve ihtiyaçları uğruna her şeye inanan, eleştirmeyen, sorgulamayan, ”Nereden geldi? Nasıl geldi?” diye sormayan insanlar yok mu? Kısacası ‘’ Üzümünü ye, bağını sorma.’’ mantığıyla yaşayan pek çok insan var. Her toplumda böyle insanlar bulunabilmekte. Bu bağlamda da romanı evrensel olarak nitelendirebiliriz. Yazar, romanı aracılığıyla bize ‘’ Sorun, sorgulayın ve araştırın!’’ mesajını veriyor. Doğada hatta evrende olan her şeyin bir sebebi vardır. Tıpkı dünyanın güneşin etrafında dönmesinin, yağmurun yağmasının, yaşanan her mevsimin bir sebebi olduğu gibi.
Toplum olarak gerçeklere gözümüzü kapamamalıyız. Araştırmalı ve doğruyu bulmaya çalışmalıyız. Üfürükçüden, muskacıdan, büyücüden medet ummamalıyız. Bilim de elbet yanılabilir ama bilim deneme-yanılma ve kanıtlar üzerinedir. Bu nedenle de bazı şeylere inanmadan önce bilimin süzgecinden geçirmeli, düşünüp tartmalıyız. Bunun yolu da iyi bir eğitimden geçmektedir. Toplum eğitilmelidir. Akılcı düşünebilen, soru sormaktan korkmayan, eleştirebilen, en önemlisi de bolca okuyan insanlar yetiştirilmelidir.

Romandan beğendiğim bir kesiti sizlerle paylaşmak istiyorum:
‘’ Bilimin her şeye cevap vermek gibi bir iddiası yoktur. Bilimin yolu zor ve çetindir. Bilim, düşünmeyi, sorgulamayı, deney yapmayı ve tekrar tekrar baştan almayı gerektirir. Bilim bedava değildir, emek ister. Doğada bedava diye bir şey yoktur.’’
Sizce de doğru değil mi? Atalarımızın da dediği gibi ‘’Emek olmadan yemek olmaz.’’ En basit örnekle bir bitki yetiştireceğimizi düşünelim. Tohumu alıyoruz, toprağa ekip bırakıyor muyuz? Hayır. Onu suluyoruz, gübre veriyoruz, toprağını çapalıyoruz. Bunları yapmadığımız sürece tohum filizlenmeyecektir. Bakın saydıklarımın hepsi bir iş, bir emek. Kısacası romanda hiç çabalamadan Şapkalı Adam sayesinde bir şeyler elde ettiğini ya da edebileceğini düşünen insanlar büyük bir yanılgı içerisindeydiler ve gerçeği öğrendiklerinde de sarsıldılar. Romanda da geçtiği gibi ‘’ Gerçek bizden bağımsızdır ve değişmez.’’ Gerçekleri değiştiremiyorsak o halde kabul etmeliyiz. Böylece daha az üzülürüz ve romandaki Şapkalı Adam’a körü körüne inanan, gerçeği öğrenince de hayal kırıklığı yaşayan insanlar gibi olmayız.

Romanda dikkat çekilmek istenen diğer bir nokta da menfaatçilik konusuydu. Kitapta bilime karşı çıkan doğaüstü konular uzmanı gerçekleri bilmesine rağmen bilmiyormuş gibi davrandı çünkü Şapkalı Adam sayesinde olağan üstü olaylara ilgi duymayan, inanmayan insanlar bile inanmaya başlamıştı. Bu da onun alanına ilgi duyulmasına sebep oldu ve ona çıkar sağlamaya başladı. Daha pek çok çıkarcı insan Şapkalı Adam üzerinden çıkar sağlamaya başlamıştı. Şapkalı Adam adına oteller, şifa evleri vb. yerler açmaya başlamışlardı. Çıkarcı insanlar tehlikelidir. Çünkü menfaatleri uğruna her şeyi yapabilecek potansiyele sahiptirler. Çıkarcı insanlar toplumun çürümüş bir parçasıdır. Kolayca yalan söyleyebilir ve bunu yaparken de asla utanmazlar. Onlar her şeyleriyle sahtedirler ve sizi de sahtekârlıklarına ortak etmeye çalışırlar. Çok konuşurlar ama konuştuklarının içi boştur. Yazar romanında bu durumu en iyi şekilde kaleme almış ve okuyucusuna göstermiştir.

Romanı okumaya ilk başladığımda adının nereden geldiğini kestirememiştim. Yazar romanın sonlarında bunu açıklıyor. Şapkalı Adam’ın insanları bu kadar kolay kandırmasının sebebi; pek çok kimyasal maddeyi bir araya getirerek insanlar üzerinde sanrılar meydana getiren değişik bir kokuya sahip karışımlar kullanmasıydı. İşte romanın ismi de buradan gelmektedir.

Romanla ilgili çok beğendiğim diğer bir nokta, insanı sürekli sorgulamaya itmesi oldu. Bir okuyucu olarak romanı okurken ben de sürekli kendime sorular sordum. Bunun yanı sıra okuyucuya merak duygusu aşılayan, akıcı bir romandı. Okuyucu romanı okurken bol bol düşünüyor, soru soruyor ve farklı bilim dallarından izler bulabiliyor en önemlisi de ders çıkarabiliyor. Ben severek okudum ve her okuyucunun da özellikle bilime merakı olan okuyucuların bir solukta okuyabilecekleri bir roman olduğunu düşünüyorum.

Savcı, ‘’Bazı mektuplarda bu şahsın özgün koktuğu yazılıydı. Sizce bir bağlantı olabilir mi?’’
Biyolog emin bir tonla devam etti: ‘’Evet, bazı kimyasallarda halkalı yapı vardır, bu halkalı yapı kendine has keskin kokular oluşturur. Biz onlara aromatik bileşenler diyoruz.’’
Savcı gülümsedi: ‘’ Demek bizim Şapkalı Adam aslında aromatik adam.’’

Reklam

Tutkunun Romanı: Kırmızı ve Siyah Kitap İncelemesi

İlk kez 1830 yılında yayımlanan Kırmızı ve Siyah, Fransız yazar Stendhal tarafından kaleme alınmıştır. Napolyon’un sürgüne gönderilmesinin ardından “Restorasyon Dönemi” olarak nitelendirilen dönemdeki sosyal yaşantıyı büyük bir gerçeklikle gözler önüne seren bu eser, realizm akımının etkisinde yazılmıştır.

Roman, genellikle baş karakter olan Julien Sorel’in etrafında dönmektedir. Daha fazla yükselmek ve varlık sahibi olmak isteyen Julien’in bu uğurda harcadığı çabayı ve başından geçenleri büyük bir titizlikle kaleme almış olan Stendhal son derece etkileyici bir eser ortaya çıkarmıştır.

Eseri biraz daha detaylı incelemek gerekirse;

Stendhal bu eserinde, kiliseyi, liberal kesimi, aristokratları, burjuvaları kısacası farklı düşünceye sahip her insanı romana yerleştirerek hepsine atıfta bulunmuş, gerektiğinde de eleştirmeyi ihmal etmemiştir.

Psikolojik romanın mucidi olarak anılan Stendhal, eserinde ruhsal çözümlemelere, karakter analizlerine son derece önem vermiştir. Yazarın biz okuyucuya sunduğu psikolojik tahliller oldukça gerçekçi bir biçimdedir. Kısacası psikolojinin ve edebiyatın kesiştiği bir başyapıt diyebiliriz.

Romanın başlığı da oldukça anlamlıdır. Yazar ilk olarak romana kahramanımızın adı olan “Julien” adı verse de daha sonra bu fikrinden vazgeçerek romana Kırmızı ve Siyah adını vermiştir. Tabii bu ismi vermesi de boşuna değildir. Bu renkler Fransız toplumunu temsil etmektedir. Romanda kırmızı renk, orduyu, devrimi ve imparatorluğu simgeler. Siyah renk ise, restorasyon dönemini ve orduyu simgelemektedir.

Yazarın üslubuna değinecek olursak;

Stendhal, uzun betimlemelerden olabildiğince uzak kalmıştır. Romanda geçen mekanlar sadece birkaç sözcük ile tasvir edilmiştir, sayfalarca betimlenen mekanlardan söz etmek pek de mümkün değildir. Romanda geçen kahramanların fiziksel özelliklerinin bile üstünde fazla durulmamıştır.  Kahramanı kısa ve öz bir biçimde tasvir edecek sıfatlar kullanılmıştır.

Sonuç olarak;

Ruhsal çözümlemelerin, karakter analizlerinin son derece başarıyla yapıldığı bu eseri okurken, yaşanan her şeyi iliklerinize kadar hissetmek muhteşem bir şey. Özellikle kahramanların yaşadığı bunalımları, kendileriyle yüzleşmeleri, iç hesaplaşmaları… bütün bunları sanki o an siz de yaşıyormuşsunuz gibi bir his veriyor. Bu da kitapla bağdaşmanıza olanak sağlıyor işte o zaman kitap sizin için vazgeçilmez bir hal alıyor. 19.yüzyıl Fransa’sında yaşanan sınıf çatışmalarını, devlet yönetimindeki bozuklukları ve daha pek çok şeyi eleştirel bir dille romana yansıtan Stendhal, romana hem sosyolojik hem de yergi değeri kazandırmıştır. Tutkunun, zaafların, erdemlerin iç içe olduğu bu romanın okunması ve anlaşılması gerektiğini düşünerek yazımı sonlandırıyorum.

Beğeni ile okumanız dileğiyle…

Anton Çehov’un Vişne Bahçesi Adlı Tiyatrosunun İncelemesi

Vişne bahçesi, Anton Çehov tarafından 1903 yılında kaleme alınan trajikomik bir eserdir. Eser, Batı dünyasında en fazla ilgi gören ve pek çok kez sahnelenen bir oyundur. Oyunun ilk gösterimi Moskova Sanat Tiyatrosunda Çehov’un doğum günü olan 17 Ocak 1904 tarihinde yapılmıştır. Çehov, konusu itibariyle de dikkat çekici bir konu ele almıştır.  Yalnızca bir ailenin çöküşünü ele almış demek yanlış olsa gerek çünkü bunun yanı sıra feodal bir düzenin yıkılmakta olduğu Çarlık Rusya’sında yaşanan değişimi de gözler önüne sermiştir.

Eseri özetlemek gerekirse;

Çiftlik sahibesi Lübov Andreyevna’nın borçları yüzünden aile yadigarı ve içinde vişne bahçesinin bulunduğu çiftlik satışa çıkarılıyor. L. Andreyevna ise Fransa’dan kardeşi, kızı Anya ve uşağı ile çiftliğe geri döner. Çiftlik evinde ise L. Andreyevna’nın üvey kızı Varya ve yaşlı bir uşak yaşamaktadır. Ayrıca eskiden L. Andreyevna’nın ailesine hizmet etmiş bir ailenin çocuğu olam Lopahin de L. Andreyevna’yı görmek için çiftlik evindedir. Lopahin ise kendini işine adamış, zengin bir tüccardır. L. Andreyevna ve kardeşi Leonid Gayev her ne kadar çiftliği geri almak isteseler de bu mümkün değildir çünkü çok fazla borçları vardır ve çiftlik için istenen parayı karşılayamamaktadırlar. Uzun bir zaman vişne bahçesi için çareler aramış olmalarına rağmen bahçenin satılmasına engel olamamışlardır. Açık artırmaya çıkarılan vişne bahçesini satın alan kişi ise Lopahin’dir. Lopahin, vişne bahçesine yazlık evler inşa ettirip bu evleri İngilizlere kiralamayı düşünür. Böylece çiftlik boşaltılır ve herkes yeniden kendi düzenini kurmak için çiftlikten ayrılır.

Eserde bazı simgelemeler ve ayrıntılar olduğu için kısa bir özet geçme gereği hissettim. Şimdi bu ayrıntılara bir göz atalım;

Çehov, eserinde büyük bir ölçüde Çarlık Rusya’nın sosyal yapısına, değişen sosyo-ekonomik hayatına, yükselen burjuva hayatı ve yok olmaya başlayan aristokrat kesimi ele alır ve ince göndermelerde bulunur. Bu nedenle oyunun bazı bölümleri sansüre uğrayarak yayımlanmıştır. Oyunun odak noktası olan vişne bahçesi eski ve feodal yaşamın bir simgesi olarak ön plana çıkmıştır.

4 perdelik olan bu oyunu ilk kez Ataol Behramoğlu tercüme etmiştir. Daha sonraları ise farklı yayınevleri de tercüme ederek basılmıştır. Ayrıca eser, birkaç farklı isimle de beyaz perdeye taşınmıştır. Buradan da anlaşılabileceği gibi eser, oldukça yoğun bir ilgi görmüştür.

Sonuç olarak, Çehov’un çoğu eserinde olduğu gibi bu eserde mutluluk ve hüzün bir yerde bana kalırsa da Çehov’un eserlerinin bu denli sevilmesinin sebeplerinden biri de budur. Vişne Bahçesi’nde de kişilerin karakter analizleri ve psikolojik durumları biz okuyucuya çok iyi aktarılmış, herhangi bir karakter o an ne yaşıyorsa, hissediyorsa aynı duyguları bizler de hissediyoruz. Ayrıca, eserin bu kadar ilgi görmesinin sebeplerinden biri de Çehov’un yaptığı ince göndermelerde son derece başarılı olmasıdır zaten eseri zevkli kılan da budur.

Küçük bir tiradla yazımı sonlandırıyorum:

“Ah bahçem benim!

Karanlık, berbat sonbahardan, soğuk kıştan

Sonra sen yine canlı, mutluluk dolusun;

Göklerdeki melekler seni bırakıp gitmedi.”

Keyifli okumalar…

Les Choristes-Koro Film Analizi

Yönetmenliğini Christophe Barratier’ın üstlendiği bu filmin, başrollerinde Gérard Jugnot, François Berléand ve Jacques Perrin’i görmekteyiz. Les Choristes 2004 yılında beyaz perdeye taşınmış Fransız yapımı bir filmdir. Konusu itibarıyla son derece dikkat çekici olan bu filmin türü müzikal dramadır. Aradan geçen uzun yıllara rağmen izlenebilirliğinden hiçbir şey kaybetmeyen bu film; şahane kurgusuyla, oyuncuların muhteşem performansları ve özgün senaryosu ile biz izleyenlere pek çok yönden ışık tutmaktadır.

Katı ve otoriter bir sistemin öğrenciler üzerinde olumlu bir etki yaratacağını mı düşünüyorsunuz?

Kesinlikle yanlış bilinmekte, çocukları şiddetle eğitmek veya bir şeyler öğretmek mümkün değildir. Çocukların ruh sağlığı ve akademik başarıları için sevgiye, şefkate, desteğe ve en önemlisi yeteneklerini keşfetmeye ihtiyaçları vardır. Ceza vermek, şiddet uygulamak çocukların üstünde caydırıcı bir etken olamaz tam tersi o davranışı daha sık gerçekleştirecektir. Tam da bu noktada öğretmenimiz Clement Mathieu’nun çocuklara nasıl davranılması gerektiğini gösteren eğitim anlayışını görüyoruz.

Gelin bu filmi biraz daha detaylı inceleyelim;

Film, II. Dünya Savaşı sonrası Fransa’da geçer. İşsiz bir müzik öğretmeni olan Clement Mathieu (Gérard Jugnot) yatılı erkek öğrencilerden oluşan bir okuldan teklif alır. Fond de l’Etang (Suyun Dibi) adı verilen okulda birbirinden çok farklı kişilik ve karakterlere sahip olan asi, hırçın, şiddete meyilli davranışlar sergileyen, çoğunlukla kimsesiz öğrenciler bulunmaktadır. Okulun müdürü olan Rachin (François Berléand) öğrencilere karşı çok sert ve katı davranmakta etki-tepki adını verdiği bir ceza yöntemi kullanmaktadır. Öğrencilere en küçük hatalarında bile ağır cezalar verir, hücreye kapatır ya da döver. Bu şekilde okulda disiplini sağlamaya çalışmaktadır. Bu gibi davranışların ve cezaların öğrenciler üzerinde bir işe yaramayacağını düşünen Clement Mathieu en iyi bildiği işi yani müziği kullanarak öğrencilere ulaşmaya çalışır. Onları şiddetle, cezayla değil de müzikle iyileştirmeye çalışır.

Peki, çocuklara hiç mi ceza verilmemelidir?

Aslında bunun cevabı verilecek cezanın türüne bağlıdır. Olumsuz ceza kadar olumlu cezalar da vardır. Bunu filmden bir örnekle açıklayalım; filmin daha en başında öğrencilerden biri okul görevlisinin gözüne zarar verir. Öğretmenimiz Clement Mathieu ise o öğrenciye okul görevlisinin işlerine yardım etme cezası verir. O çocuk okul görevlisi iyileşene kadar ona yardımcı olur. İşte burada cezanın nasıl olumlu hale çevrilebileceğini görüyoruz. Okul müdürü Rachin’e kalsa onu ya hücreye kapatır ya da döverdi. Fakat öğretmen Clement Mathieu öyle yapmadı. Verdiği cezanın sayesinde öğrencinin yaptığının ne kadar yanlış olduğunu ona göstermiştir.

Sonuç olarak,  film ne kadar müzikal drama türünde de olsa içinde birden fazla konuyu barındırmaktadır. Sert ve otoriter bir eğitim anlayışının çocuklar üzerinde hiçbir olumlu etkisinin olmadığını, ağır ceza ve şiddetle bir çocuğun yetiştirilemeyeceğini ve daha pek çok şeyi bizlere anlatan bu film, kesinlikle izlenmeye değer bir filmdir. Her çocuk içinde bir cevher barındırır, önemli olan çocuğun içindeki o cevheri ortaya çıkarabilmektir. Öğretmenimiz Clement Mathieu bunu bizlere çok güzel bir şekilde anlatmıştır.

Yazımı sonlandırırken filmden güzel bir alıntı paylaşmak istiyorum:

Asla, asla deme. Her zaman denenecek başka bir yol vardır.

Keyifli okumalar ve izlemeler.

DİL EDİNİMİ VE KRİTİK DÖNEM

Dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan en büyük araçtır. Bu özelliğiyle dil, insanları diğer canlılardan ayıran temel bir özelliğe sahiptir. Çevremizde var olan hayvanlar, bitkiler vb. ses ve beden hareketleriyle iletişim halinde olsalar da hiçbir şekilde daima üreten, canlı ve sistem durumunda olan, konuşmamızı sağlayan dil ile bir olamaz. İnsanoğlunun var olduğu ilk günden itibaren insanlar arasında iletişim, etkileşim daima olmuştur. Dilin gelişimi, kökeni ve farklılaşması tam olarak bilinmemekle birlikte, uzun bir sürecin ardından her dil milli bir kimlik kazanmış ve kuralları oluşmuştur.

Çocuklar tarafından zahmetsiz bir şekilde edinilen dil, bilinçli bir süreç değildir. Dilin gelişiminde; zeka, kişilik, hafıza gücü, kardeş sayısı, doğum sırası, ebeveyn iletişimi, sosyal yaşantı, bakım şekli gibi faktörler etkilidir.

Gelişim her alanında olduğu gibi dil yeteneği de bütün çocuklarda aynı oranda ve hızda gerçekleşmeyebilir. Ayrıca fiziksel ve bilişsel engeller var olsa bile tüm çocuklar gecikmeli de olsa dili edinmektedir. Fakat bu süreç normal bir gelişim içerisinde olan çocuklar arasında da farklılık gösterebilir. Genıshi, bir çocuk ilk kelimeyi 10. ayda diğer biri 20. ayda söyleyebilir. Bir çocuk kompleks cümleleri 5,5 yaşında diğeri 3 yaşında kullanabilir.” (Genishi, www.) diyerek bu konuya açıklık getirmiştir. Dili, dini, rengi, yaşamış olduğu sosyal çevre dil gelişiminde oldukça etkili faktörlerdir demiştik. Fakat dünyanın her yerinde bilimsel çalışmalar sonucunda açıklanan, dil gelişiminin ortak sonuçları vardır. Buna göre “dünyanın tüm kültürlerindeki çocuklar, ilk yılda tüm kültürlere özgü sesleri çıkarabilirler. Dünyadaki kültürlerin hepsinde, çocuklar 2-4 yaşları arasında konuşmayı öğrenirler.” Yapılan dil gelişimi çalışmaları sayesinde, çocukların ilk yıllarda aynı gramer kurallarını kullandıkları da saptanmıştır. Burada anlayacağımız en önemli nokta, küçük yaşlarda kendi doğamız gereği bu özelliğe sahipken hem ana dilimizi hem de maruz kaldığımız yabancı bir dili edinmek daha kolay olacaktır.

 

Kritik dönem ise, yaşa bağlı olarak belirli alanlardaki becerilerin edinilmesinde avantaj sahibi olunan dönemdir. Her bir beceri alanı için farklı kritik dönemler vardır. Dil de bu becerilerden biridir. Biyolojik temelli olan dil, çocuğun doğumdan orta çocukluk dönemine doğru büyürken anadilini öğrenme yeteneği belirli bir süre içinde gerçekleşir. Her bir yaş dönemi, önceki döneme göre daha karmaşık bir öğrenim aşamasıdır. Kritik dönem dediğimiz bu süreçte, kazanılmak istenilen beceriler, deneyimler gibi doğum öncesi ve sonrası gelişimi etkileyen çevreyle girdi ve çıktıların en fazla olduğu dönemdir. Bu nedenle kritik dönemi geride kalmış kişiler herhangi bir dil öğreniminde diğerlerine nazaran zorluk yaşarlar. Aynı şekilde okullarda verilen dil eğitimi, kritik dönemini atlatmış olanlar için hiçbir zaman o dili konuşan insanların yetişmiş olduğu seviyeye ulaşamayabilir.

Çocuklarda Konuşma Gecikmesi- Bölüm 2 - Medaim Yanık Kliniği

Küçük yaşlarda beyin gelişiminin çok hızlı olması ve dil ile beynin birbirini etkileyen iki unsur olması kritik dönemin önemini ortaya koymaktadır. Yapılan çalışmalara göre hedef dile maruz kaldıktan yaklaşık iki yıl sonra çocuk konuşmaya başlar ve hem ana dili hem de ikinci dil öğrenimi yaklaşık 12-13 yaşına kadar kolaylıkla sağlanır. Çünkü bu yaşa kadar beyin esnek nöron yapısına sahiptir. Bu süreçte ebeynlerin çocuğa karşı tavrı, iletişimi çok önemlidir. Onunla bebek dili dediğimiz dil ile konuşmaya devam edilirse, çocuk burada normalden uzun süre geçirmiş olur, yaşıtlarından geride kalır ve toplumsal bütünleşmede gecikme gerçekleşebilir.

Kritik süreçte ailenin etkisi olduğu kadar çevre de o derece önem taşır. Bu süreçte çevresiyle sürekli etkileşim halinde olan çocuk, algılayabilme, uyuyabilme, dürtü, ödül ve yasaları fark eder, davranışlarında ona göre değişiklikler meydana gelir. Duymuş olduğu sesleri, cümle haline dönüştürebilir. Edinmiş olduğu kelime sayısı da yine çevresiyle ne kadar etkileşim halinde olduğuna bağlıdır. Normal şartlarda bir birey 6 yaşına kadar 2500 sözcükten fazla sözcük edinir. Aksi bir durum varsa dil gecikmesi (ses, söz dizim ve anlamsal yönlerle ilgili işlevsel bir rahatsızlık) dediğimiz olay olabilmektedir. Bunun yanı sıra psikoz, otizm gibi kişilik rahatsızlıkları, zeka geriliği, duyuşsal rahatsızlıklar (sağırlık, körlük gibi), organik rahatsızlıklar da olabilmektedir.

Dil Öğreniminde Dil-Düşünme Etkileşimi

Dil ile beyin sürekli etkileşim halinde olan iki unsurdur. Buna bağlı olarak çocukların beyin gelişiminin oldukça hızlı ilerlediği bu dönemde, ana dilinin yanı sıra ikinci bir dil öğrenimi, zihinsel açıdan gelişmesini de sağlayacaktır. Bazı ailelerin bu konuda endişeleri olsa da doğru bir dil öğrenimi gerçekleşirse bu endişe yersizdir.

Bireyin dil gelişimi doğumu izleyen ilk beş yıl süresince en üst düzeydedir. Bu yüzden, bu dönem kritik dönem olarak adlandırılır. Buna en güzel örnek Dana Suskınd’ın yazmış olduğu “Otuz Milyon Kelime” kitabında bilimsel çalışmalarla elde edilen sonuçlardır. Kitapta, bebekler üzerinde deneyler yapılmış ve sonuç olarak kritik dönemin, bireyin hayatını nasıl şekillendirdiği gösterilmiştir. Bebekle çok fazla etkileşim halinde olan ebeveynler, çocuklarının geleceğini inşa etmede gayet başarılı olanlardır. Çünkü birey bir yaşla dört yaş arasında kendi dilinin sessel yapılarını aşama aşama edinmektedir. Bu dönemden başlayarak ana dilin dışındaki bütün dillerin ses birimlerini doğru biçimde üretme ve ince bir biçimde sesleri ayırt etmeye yönelik, ses organlarının uyum sağlayabilme yatkınlığının azaldığı saptanmıştır. Bu sebepten dolayı dil ediniminde kritik dönem, bireyler için son derece önem taşır. Özet olarak kritik dönemin, ebeveynlerin ilgisi ve alakasıyla, sürekli çocukla iletişim halinde olarak son derece iyi yönlendirilmesi gerekir.

Gustave Flaubert ve Madame Bovary

Gustave Flaubert, edebiyat eleştirmenleri tarafından modern romanın kurucusu olarak kabul edilmektedir.  En tanınmış eseri 19.yüzyıl toplumsal gerçekliğini çarpıcı bir şekilde aktaran Madame Bovary’dir.  1857 yılında yayımlanan bu eser Fransa’da ciddi tartışmalara sebep olmuştur. Bu tartışmalardan sonra ise Flaubert, realizm akımını başlatan kişi olarak görülmüştür. Dolayısıyla ilk realist roman da Madame Bovary’dir.

Madame Bovary’nin Yazılış Öyküsü

Flaubert, arkadaşıyla 18 ay sürecek olan bir Ortadoğu gezisine katılır. Madame Bovary’i de bu yolculuk sırasında kurguladığı bilinmektedir. Seyahat sonrası ise kurguladığı bu eseri 1851 senesinde kaleme almaya başlamıştır. Eser, 1857 yılında yayımlandıktan sonra birçok suçlamalar almış, ahlaksızlık eseri olarak nitelendirilmiştir. Kitap yasaklanmış, Flaubert’e ise dava açılmıştır. Flaubert’in avukatının güçlü savunmaları sayesinde daha sonra dava düşmüş ve eserin basım yasağı kaldırılmıştır.

Eseri biraz daha detaylı inceleyecek olursak;

Eserin konusu ilk bakışta her ne kadar yasak aşkın yaşandığı trajik bir hayat öyküsü gibi gözükse de aslında öyle değildir. Toplumsal değer yargıları, 19.yüzyıl Fransız kadınının kısırlaştırılmış hayatı, ahlakî normlar gibi konular da ele alınmıştır.

Eseri çarpıcı kılan unsurlar ise hem konusu hem de Flaubert’in üslubudur. Olayları betimlemesi son derece başarılıdır, satırları okurken romanda geçen her şeyi en küçük ayrıntısına kadar hayal edebiliyorsunuz. Tabii akıcı bir anlatımla da bu betimlemeler zihninizde daha iyi canlanıyor ve zaman zaman kendinizi romanın içinde bulabiliyorsunuz.

Eserin başkarakteri olan Emma Bovary, kendini okuduğu romanlardaki karakterlerin yerine koyarak bir gün onlar gibi bir yaşam süreceğine inanır. Bu yüzden de ihtiraslarının ve tutkularının peşinden sürüklenerek bir çığ gibi büyüyen hatalar silsilesinin içinde bulur kendini. Eşi Charles Bovary ise Emma’ya karşı büyük bir sevgi duymaktadır onun tüm isteklerini yerine getirmektedir fakat Emma için ise bu durum tam tersidir. Eşini son derece yetersiz olarak görür böylelikle ilk başta ona duyduğu sevgi de zamanla yok olup gider. Durum böyle iken Emma aradığı sevgiyi ve aşkı başkalarında bulmaya çalışır bu da onu hazin bir sona götürecektir. Hiçbir zaman aradığı sevgiyi bulamayan Emma, bir türlü mutluluğu yakalayamamıştır bütün bunlar yetmezmiş gibi biriken borçları yüzünden de sıkıntılı günler yaşamaktadır. Tüm bu yaşananların ağırlığı altında ezilen Emma daha fazla dayanamaz ve intihar eder.

Eserin genel özeti bu şekildedir. Tabii ki bunların haricinde de birtakım olaylar olmuştur ama olay örgüsü oldukça yoğun olduğu için detaylı bir özet yapmak oldukça güç bu yüzden ana hatlarıyla ele alarak kısa bir özet yazdım.

Sonuç olarak, Madame Bovary yayımlandığı tarihe kadar eşine rastlanmamış bir eserdir. Gerek işlenen konu bakımından gerekse yazarın üslubu bakımından tüm dikkatleri üzerine çeken bu eser, uygulanan yasak ve sansürlere rağmen edebiyat dünyasına adını yazdırmış ve klasikler arasındaki yerini almıştır. Kendisinden sonra yazılan Anna Karenina ve Aşk-ı Memnu eserlerinde de Madame Bovary’den izler görmek mümkündür.

Beğeni ile okumanız dileğiyle…

İntibah Adlı Romanın İncelenmesi ve Tanzimat Dönemi Özellikleri

Türk edebiyatının ilk edebî romanı sayılan İntibah, Namık Kemal’in romantizm akımının etkisiyle kaleme aldığı bir eserdir. Kemal, bu eseri Tanzimat Dönemi’nde Kıbrıs’a sürgün edildiğinde yazmıştır. Namık Kemal romana “Son Pişmanlık” adını verse de o dönemde yayınları denetleyen Maarif Vekâleti romanın adını “İntibah: Sergüzeşt-i Ali Bey” (Uyanış: Ali Bey’in Macerası) olarak değiştirmiştir. Şimdi bu romanı daha detaylı inceleyelim:


Dönem zihniyeti;

Kendisini toplum için yazmaya adayan Namık Kemal, eserlerini çoğunlukla halkı uyandırmak, bilinçlendirmek için yazmıştır. Eserlerinde vatan, millet, hürriyet gibi kavramlar ele alınmaktadır. Bu yüzden de hayatının büyük bir kısmı sürgünde geçmiştir. Yukarıda da belirttiğim gibi bu eseri de sürgündeyken kaleme almıştır.

Eseri kaleme aldığı dönem II. Abdülhamit’in tahtta olduğu yıllara denk gelir ve istibdat dönemi olarak anılır. İstibdat, kelime manası olarak baskı anlamına gelmektedir. Bir nevi sıkıyönetim şeklinde de ifade edilebilir. İstibdat uygulaması özellikle sanatçıların üstünde daha baskındı bu yüzden yazılan her eser Maarif Vekâletinden geçer, hemen hemen her esere mutlaka sansür uygulanırdı. Hatta İntibah romanı ilk kez kendisinin adı yazılmadan basılmıştır.

Romanda,

Konu ve tema;

Konusu itibariyle dönemine göre oldukça ilgi çekici bir roman olan İntibah, Ali Bey’in hafifmeşrep bir kadın olan Mahpeyker ile bir cariye olan Dilaşub arasında kalışı ve yaşanan aşk üçgeni anlatılır.

Tema bakımından ise oldukça zengin bir tema içeriğine sahip olup kültürel değerlerin yozlaşması, aşk, ahlakî çöküş gibi temalara yer verilmiştir. Romandaki çatışmalar ise, yalan-dürüstlük,  iyi-kötü, ihanet-sadakat gibi çatışmalar üzerine kurulu bir olay örgüsü yer almaktadır.

Mekân ve zaman;

Romanda mekân genellikle Çamlıca ve çevresidir. Bunun yanı sıra Mahpeyker’in evi, Ali Bey’in evi de mekân unsuru olarak yer almaktadır. Roman, uzun bir Çamlıca tasviriyle başlar. Çamlıca o dönem için âşıkların gizlice buluştuğu bir yer ve mesire yeri olarak geçer. Mahpeyker ve Ali Bey de burada buluşurlar.

Zaman ise 1870’li yıllardır. Fakat kesin bir zaman belirtilmemiştir. Romanda da “Mayıs ayının bir Çarşamba günü” olarak ifade edilmektedir.

Olaylar kronolojik bir zaman şeklinde işlenmiştir. Ali Bey’in babasının ölümünden sonra Mahpeyker ile tanışması ve sonrasında gelişen olaylar yer almaktadır. Yazar, romanın başkahramanı olan Ali Bey’i daha iyi tanıtmak ve anlatmak için onun çocukluğundan bahsederek biz okuyucuları geçmişe götürür. Bu tür geçmişe dönüşler romanda birkaç kez tekrar eder, bu da zamanın genişletilmesini sağlamaktadır.

Dil ve anlatım;

Eserin ilk baskıları Arap harfli olup kullanılan dil Osmanlı Türkçesi şeklindedir dolayısıyla tamlamalı, ağır bir dil kullanılmıştır bu durum da romanı anlaşılması güç hale getirmiştir. Fakat roman, 1944 yılında ilk kez Latin harfleriyle basılmıştır.

Sonuç;

Tanzimat döneminin özelliklerini taşıyan bu eser şüphesiz Türk edebiyatının en önemli romanları arasındadır. Dönemin aile yapısını, ahlaki değerleri gözler önüne sermiştir. Biz okuyucularına vermek istediği mesajları ise eserde zıtlıklar yaratarak anlatmıştır.

Beğeni ile okumanız dileğiyle…

Anadolu’da Bir Yaban

Türk Edebiyatı’nın sevilen romanlarından biri olan Yaban, 1932 yılında Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından kaleme alınmıştır. Yazıldığı dönemden bu yana değerinden hiçbir şey kaybetmeyen bu eser 1. Dünya Savaşı’nın bitiminden Sakarya Savaşı’nın sonuna kadar olan zamanı kapsamaktadır. Roman, Kurtuluş Savaşı yılları, Anadolu insanı, Anadolu halkının milli mücadeleye bakışı gibi konuları içermektedir.

Romanın özetine bir bakalım;

1.Dünya Savaşı’nda bir kolunu kaybeden Ahmet Celal, İstanbul’a döner, işgal altındaki İstanbul’un hâli onu derinden yaralar, bu yüzden Anadolu’ya gitmeye karar verir. Gideceği yer olarak emir eri olan Mehmet Ali’nin Haymana civarındaki köyünü seçer. Fakat bu köy hiç de tahmin ettiği gibi değildir. Köy yoksulluk ve cahillik içindedir. Köylüler ise kendisini burada hiç istemez, onunla dostluk kurmazlar. Ona “yaban” adını takarlar. Bu sırada da savaş devam etmektedir fakat köylüler savaşla da ilgili değildirler. Ahmet Celal onları bu konuda uyarmak istese de bütün çabaları bir bir boşa çıkmaktadır. Köylü, Salih Ağa ve Şeyh Yusuf gibi cahil şeyhler ne dese inanmaktadırlar. Tek yakını olan Mehmet Ali de yeniden askere alınır ve Ahmet Celal hepten yalnız kalır. Bu sırada köyde Emine adından bir kızı sever, kızı ailesinden istese de ailesi kızlarını vermez. Durum böyle iken düşman ordusunun köye yaklaştığı haberi gelir fakat kimsede en ufak bir heyecan, karşı koyma arzusu görülmez aksine herkes Mustafa Kemal Paşa’ya düşmandır.

Bu düşmanlığın sebebi köyün uzun yıllar cahil kalmasından kaynaklanmaktadır. Bütün köy halkı savaşa dair hiçbir şey bilmez, tabiri caizse üstlerine ölü toprağı atılmış gibidirler. Çünkü çok uzun bir zaman köye ne bir öğretmen ne bir hekim gelmiştir. Yani köylünün dış dünyadan haberi yoktur. Fakat vergi tahsildarları her zaman köye gelmiş köylüden ağır vergiler almışlardır bu yüzden halk ister istemez bir kin beslemiştir. Bu düşmanlığın sebebi işte bu yüzdendir.

 Nihayet düşman köye gelir ama hiç kimseyi bulamazlar. Köylüler savunma yapmak için derenin içine saklanmışlardır fakat düşman askeri köylüyü bulur ve meydanda toplar. Askerler evlere girer, eşyaları yağmalar, köylülerin çoğunu öldürür ve ortalığı yakıp yıkar. Meydanda Emine de bulunmaktadır, bir kargaşada Ahmet Celal Emine’yi çekip alır. Bir süre duvarın arkasında gizlenirler fakat gizlendikleri yere mermiler gelmeye başlayınca koşmaya başlarlar. Bu sırada her ikisi de birer kurşunla vurulurlar. Bir ağaç dibinde biraz dinlenirler ve tekrar kaçmaya koyulurlar. Ancak ağır yaralı olan Emine olduğu yerden kalkamaz. Ahmet Celal de köye geldiğinden beri tuttuğu hatıra defterini Emine’ye verir ve ağır aksak ortadan kaybolur.

Eveet, romanımızın özeti bu şekildedir gelelim birkaç önemli ayrıntıya;

Yaban, çoğunlukla realizm akımının etkilerinin görüldüğü bir eserdir. Fakat köylüleri tasvir ederken ve konuştururken yerel ağzın etkileri mevcuttur. Natüralizm akımından da etkilenildiğini görmek mümkündür. Eser tamamen sosyal ve tarihi bir problemi ele alır. Bu problemleri ele alırken de Yakup Kadri’nin eleştirdiği kesim Türkiye’nin aydın kesimidir.

Yakup kadri vefatından önce eserin dilini sadeleştirmiştir. Eski sözcüklerin yerine ya yenisini ya da daha anlaşılır karşılıkları koymuştur.

 Bir diğer husus ise eserin tam bir roman özelliği taşıyıp taşımadığıdır. Kimi eleştirmenlere göre eser romandır kimilerine göre ise tam bir roman özelliği taşımamaktadır. Bu eleştirilerini de eserin anlatımına dayandırmaktadırlar. Eserin Ahmet Celal’in hatıra defterinden oluştuğunu düşünürsek belki de haklı olabilirler.

Sonuç olarak, eser pek çok yönden bize ışık tutmaktadır. Üzerine de çokça araştırma yapılmış bir eserdir. Cahilliğin ve bağnaz fikirlerin bir toplumu nasıl yok edebileceğini anlatan, bizlere tarihimizi yansıtan, o dönemin Anadolu’sunu gerçekçi bir şekilde aktaran bu eserin anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Umarım sizler de okurken benim kadar zevk alırsınız.

Keyifli okumalar dilerim…

Temel Düşünme Becerileri – Düşünmek Üzerine

Düşünme eylemi birçok insanın her gün, her saniye yaptığı bir durumdur. Zihnimiz her an hiç durmadan çalışan bir makine gibidir. Düşünmeyen insan yoktur herhalde. Bununla alakalı katıldığım bir açık oturumda değerli bir hocamız ”Kafamız kolay bir şekilde fikir/yön değiştirmesi için yuvarlaktır.” demişti. Peki, düşünmeyi biraz daha sistemli bir hale nasıl getirebiliriz? Az sonra değineceğimiz temel düşünme becerileri basamakları belki de farkında olmadan her birimizin yaptığı adımlardır. Bu adımlara daha net bir şekilde değinelim.

“Problem nedir, problem kimindir, ya da neden çözülmesi gerekir?” gibi soruların cevaplandırılması temel düşünme becerilerinin ilk adımını oluşturur. Burada önemli olan sorgulayan, soru soran, merak eden bireyler olabilmektedir. İkinci adımda ise kendimize bir hedef belirlememiz gerekmektedir. Rotası belli olmayan bir gemiye hiçbir rüzgâr yardım edemez diye boşuna dememişler. Problemimizi belirledik şimdi de bu problemi çözmek için neler yapacağım? Bu konu üzerine düşünmek, bilgi toplamak, araştırma yapmak, gözlemlemek ve soru sormak yapacağımız diğer adımdır.

Bilgileri toplarken işin içerisine hatırlama becerileri giriyor. Neden bu kadar önemli diye soracak olursanız bir konu hakkında ne kadar çok düşünme olursa, konu o kadar çok hatırlanır. Hatırlamanın alt basamağını oluşturan kodlama da işimizi daha da kolaylaştıracaktır. Bilgileri hafızamızda kodladıktan sonra karışıklığı önleyebilmek için düzenleme yapmamız gerekmektedir. Düzenleme becerileri, bilgiyi daha iyi anlayabilmek veya daha etkili bir şekilde sunulabilmek için kullanılır.

Düzenlenen bilgileri analiz etmek, niteliklerini ve bileşenlerini belirlemek mevcut bilgileri netleştirmek için kullanılır. Analizin işlevi, fikirlerin içine bakmaktır. Analiz etme becerisi olarak nitelikleri ve bileşenleri belirlemek, bireyin bir bütün oluşturan parçaları tanımasını ve daha sonra ifade etmesini sağlamaktadır.

Topladığımız bilgilerin ana fikrini belirlememiz gerekmektedir. Ana fikir belirlendikten sonra hatalar belirlenir ve düzeltme yapılması gereken yerler düzenlenir. Toplanılan bilgiler az çok bir alt yapı oluşturdu. Bu adımdan sonra sırada üretme yer alıyor. Mevcut bilgilerimizden yola çıkarak yeni bilgiler, fikirler üretmek. Günümüz bilgiden bilgi üretmeyi gerektirmektedir.

Çıkarım yapma basamağında farklı düşünme becerilerinden yararlanabiliriz. Bu tümevarım olabilir, analoji olabilir. Burada elimizdeki bilgilerle çıkarımlarda bulunuyoruz. Çıkarımla ilişkili olan tahmin etmede ise ileriye dönük fikirler sunuyoruz.

Detaylandırma basamağı; bir beceri olarak detaylandırma için öğrenci, bilgiyi önceden bildikleri ile ilişkilendiren açıklamalar veya zihinsel görüntüler (imajlar) üretir. Temel düşünme becerilerini anlatırken bir basamakta analiz etmeden bahsettik. Analiz yani parçalara ayırma yaptıktan sonra bilgilerimizi tekrar birleştiriyoruz ve özetleme kısmına geçiyoruz. Özetleme, bilgiyi verimli bir şekilde tutarlı bir ifadeyle birleştirmektir. Özetlediğimiz bilgileri yeniden yapılandırıyoruz. Yeniden yapılandırma, yeni bilgiler öğrendikçe ya da farklı fikirlerle karşılaşıldıkça mevcut yapıları değiştirmektir. Bilgilerimizi değerlendirdikten ve görüşlerimizden emin olduktan sonra kendimize bir ölçüt oluşturuyoruz.  Felsefî bir perspektiften, ölçütlerin oluşturulması fikirlerin değerini veya mantığını değerlendirmeye yönelik standartları belirlemektir. Ölçütümüzü kullanarak topladığımız bilgileri doğruluyoruz. İddiaların ve hipotezlerin doğrulanması bilimsel araştırma ve felsefenin temelini oluşturur.

Bir bilgiyi araştırırken veya inceleme yapmamız gerektiği durumlarda yukarıdaki adımların tamamını eksiksiz bir biçimde yapıyor muyuz? Çoğumuz bu adımları henüz öğrenmiş bile olabiliriz. Düşünmenin ne kadar önemli olduğundan ve temel düşünme becerilerinin neler olduğundan kısaca bahsetmeye çalıştım. Fransız heykeltıraş Auguste Rodin tarafından tasarlanan hemen hemen herkesin bildiği meşhur Düşünen Adam heykeli birçok batı ülkesinde müzelerde, parklarda sergilenirken, sadece Türkiye’de Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin bahçesinde sergileniyor olması ülkemizde düşünen, sorgulayan insanlara nasıl bir bakış açısıyla bakıldığının çok açık bir göstergesidir. Ne diyelim olsun ya düşünmen yeter!

Başkalarının düşüncelerine göre hareket edeceksek kendi düşüncelerimizin ne anlamı kalır.
Oscar Wilde

Dillerin Tarihi ve Türk Dili

İlk Dil Nasıl Ortaya Çıktı?

Dillerin nasıl ortaya çıktığına dair literatürümüzde kesin bilgiler yer almamaktadır. Fakat dillerin nasıl ayrıştığı ile ilgili az da olsa bilgi sahibiyiz. Prof. Dr. Mehmet Ölmez dillerin ayrışmasıyla ilgili şöyle der: “Bugüne kadar ki bilgilerimiz kutsal kitaplara dayalıdır fakat 19.yüzyıldan itibaren dilbilimciler bu konuyla ilgilenmeye başlamışlardır kutsal kitaplardan ziyade insanlarla ilgilenmişlerdir. Geldikleri nokta bir dilin nasıl ortaya çıktığı, en eski dilin hangisi olduğu buna karar verememişlerdir. Bu konuyu bırakıp dillerin yapısını incelemeye başlamışlardır ve 20.yüzyıl dilbilimi bunun üzerine şekillenmiştir.”

Diller Nasıl Farklılaştı ve Çoğaldı?

Dünya üzerinde aktif olarak konuşulan dil sayısı kimi araştırmacılara göre 5000 kimi araştırmacılara göre ise 7000 civarındandır. Dil aileleri kollar şeklinde ilerlemiştir. Her dil birbirinden kelime düzeyinde, gramer düzeyinde de etkilenebilir.

Türkçe Nasıl ve Ne Zaman Ortaya Çıktı?

Prof. Dr. Doğan Aksan yazıtlardaki soyut sözcüklere bakarak Türkçeyi miladın başına kadar, yani 2000 yıl kadar eskiye götürmüştür. Fakat yazılı belgeli Türkçe ise 700’lü yıllara ulaşır. Bu tarihten önce yazılan yazıtlar da mevcut.

Türklerden Kalma En Eski Yazıtlar

552–630 arasında Türkler ilk devleti kurmuşlardır bu süre içinde ilk yazıtları bırakmışlardır. En eski yazıtları göz önünde bulunduracak olursak yazıtların üstündeki yazı bugün konuşulan Türkçemizden kelimelerin bulunduğu ama Türkçe olmayan bir dildir. Bu dil Soğdca ve bir tür Moğolca’dır. En eski Türkler bu iki dili kullanmışlardır. Bu yazıtlar Orhun Kitabelerinden daha eskidir. 6.yüzyılın son çeyreğine ait olan bu yazıt Kültigin ve Bilge Kağan’ın dedelerine aittir.

Soğdca ile yazılmış bir metin

8.yüzyıldaki yazıtlarda(Orhun Kitabeleri) bulunan metinlerle günümüz Türkçesinin gramer yapısı hemen hemen aynıdır.

Üze kök tengri asra yagız yer kılındukta ekin ara kişi oglı kılınmış.

Bu cümle Kültigin Yazıtının ilk satırıdır. Az da olsa cümleyi anladınız değil mi?

Günümüz Türkçesiyle

Yukarıda mavi gök aşağıda yağız yer (kara toprak) yaratıldığında ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış.

Türk dilleri hangi coğrafyalarda etkili olmuştur?

Türk dillerinin etkili olduğu coğrafya çok geniş bir alana yayılmıştır. Haritalar mutlaka farklılık gösterebilir ama genel olarak bu haritayı göz önüne alabiliriz. Renklendirilmemiş yerlerde Türk dili yoktur diyemeyiz. Dağınık olarak yaşamını sürdüren topluluklar mevcuttur.

  • Türk dilleri içinde en zor anlayabileceğimiz dil Çuvaşça’dır.
  • Bir de artık var olmayan bir dil olarak Fuyu Kırgızlarının dili söylenebilir. Kendi dillerine ait sadece 1000 civarında kelime biliyorlar. 

Türkçenin Dil Ailesindeki Yeri

Türkçe Ural Altay dil ailesinin Altay kolundandır ve sondan eklemeli bir dildir. Bu kolda Japonca, Korece, Moğolca, Mançuca ve Tunguzca yer almaktadır. Bu bilgiye göre Japonca ve Korece ile dil bakımından akrabayız fakat bu yanlış bir bilgi. Yani Korece ve Japonca ile herhangi bir dil akrabalığımız yoktur.

Bu durumu Prof. Dr. Mehmet Ölmez şöyle açıklıyor: “Japonca yalıtılmış bir dildir. Japonlar dillerini Endonezya diliyle, Afrika diliyle, Sanskritçeyle ve daha pek çok dille karşılaştırmışlardır. Sonuç olarak Japonca hiçbir dil ile yüzde yüz örtüşmüyor.”

Diyeceksiniz ki şimdi hani biz bu dilleri kolay öğrenebiliyorduk?

Evet, yine kolay öğrenebiliriz bu dillerle akraba olmamamız öğrenmemizi etkilemiyor çünkü yapı bakımından Türkçe ile benzerlik gösteriyorlar. Nasıl biz bir cümle kurarken sıralamamız özne, nesne, yüklem şeklindeyse bu sıralama Japonca’da da aynıdır. Bu yüzden diğer dillere göre daha kolay öğreniriz.

Sonuç olarak gördüğümüz üzere dilimizin çok köklü bir geçmişi var. Elbette literatürdeki bütün bilgileri bilemeyiz fakat yine de tarihimiz ve dilimiz hakkında az da olsa bilgi sahibi olmalıyız. Dilimize sahip çıkarak onu yozlaşmanın etkisinden kurtarabiliriz. Ülkemizin her bölgesi farklı ağızlara sahip. Bu da demek oluyor ki dil ve kültür alanında çok büyük çeşitliliğe sahibiz. Bu çeşitlilik ise bizim sahip olduğumuz en büyük hazinedir ve bu hazine ancak biz sahip çıkarsak var olacaktır.

Keyifli okumalar dilerim.

“Zoraki Kral” Film İncelemesi

20. YY’ın ikinci çeyreğini betimleyen film (VI. George) unvanıyla bilinen Albert Frederick Arthur George’un hayatını konu alıyor. Film içerisinde krallıktan yıbıllık, nınıklık ve genzeklik olarak adlandırabileceğimiz konuşma kusurlarından dolayı kaçan bir veliaht ile karşılaşıyoruz. Belirli öneriler neticesiyle birbirinden farklı doktorlar ile tanışsa da derdine derman olacak bir doktor çıkmıyor. Fakat eşinin çaresizce arayışının içerisinde tesadüfen karşılaşacağı o adam (Lionel Logue), veliahtın dermanı olacaktır. Lakin soylu bir monarşi üyesi olan bu veliaht, onu bir dostu olarak görmez. Tabii ki dostluklarının başlayacağı ilk yıllarda…

Veliaht geçmişteki yaşadıklarından ve ağabeysinin gölgesi altında kalmasından dolayı konuşma kusurlarına sahip olarak yaşar. Başta da belirttiğim gibi bu yüzden krallıktan kaçmaktadır. Hatta eşi bile Albert Frederick Arthur George’la konuşma kusurlarından dolayı kral olmayacağı için evlenmiştir. Öncesinde de veliahtın iki evlenme teklifini reddetmiştir.

Karakterimiz başlarda sadece mevkisi gereği konuşmasını düzeltmek istese de sonraki yıllarda yani zoraki kral olacağı dönemlerde bu emeklerinin faydasını misliyle görecektir. Hem dostu hem de konuşma kusurlarını düzelteceği hocası olan Lionel’den çokça yardım alacak ve kendi çabalarıyla birlikte bu konuşma kusurlarından kurtularak halkın simgesi olan bir kral olacaktır. Filmde konuşma konusunda bir yükselişe hatta inanılmaz bir becerinin gelişimine tanık olmaktayız.

Hayatın her yerinde her halinde tanık olduğumuz emeklerin neticesinde sağlanan başarıyı tekrar görüyoruz. Şaşırtıcı ve bazen de çözümleyici yöntemleri olan bir dâhinin rehberliğinde bu yöntemler uygulanıyor ve öz saygı kazanımıyla birlikte başarı açığa çıkıyor. Birkaçına değinecek olursak tekerlemeler, nefes egzersizleri, diyafram gelişimi için uygulanan hareketler ve kişiliği kazanmak için yapılan çılgınlıkları örnek gösterebiliriz.

Film içerisinde hitabetin öneminin vurgulanmasıyla birlikte konuşma eğitimine verilecek önemin vurgusu da yapılmakta. Kısaca kendi öz eleştirim olarak şunları söylemek isterim: Film her düzeyde herkesin izleyebileceği bir forma sahip. Lakin konuşma eğitimi alan kişilerin daha çok zevk alabileceği bir seviyede ilerliyor. Ayrıca o dönemi araştıran bir kişinin de izlemesi gereken bir film. Konuşma eğitimi içerisinde alınan bilgiler filmle beraber pekişeceği ve ilişkiler kurduracağı için eğitim açısından da kullanılabilir yeterliliğe sahip. Ben bir öğretmen adayı olarak filmi sıkılmadan ve zevk alarak izledim. Hem benimle aynı eğitimi alan öğretmen adaylarına hem de farklı eğitim kademelerindeki öğrencilere ve eğitmenlere önereceğim eğitici filmler arasında yerini aldı. Fazla uzatıp tadını kaçırmadan da şunu ekleyeyim, anlattıklarımın devamı ve fazlası filmde mevcuttur. İyi seyirler…

Çalıkuşu’nun Öyküsü

Türk edebiyatının en bilinen romanlarından biri olan Çalıkuşu Reşat Nuri Güntekin tarafından kaleme alınmış 1922 yılında ilk kez dönemin gazetelerinden Vakit’te tefrika edilmiştir. Eserin kitap olarak basımı ise 1923 yılında gerçekleşmiştir fakat daha sonra Güntekin eserinde bir takım değişiklikler yaparak son halini 1937 yılında vermiştir. Realizm akımının etkilerinin görüldüğü eserde Anadolu’nun yoksulluğunu ve eksikliğini, sosyal hayatı, aşkı ve kadınların toplumdaki yeri gibi birçok konu ele alınmıştır.

İstanbul Kızı mı Çalıkuşu mu?

Eser ilk önce tiyatro türünde dört perdelik bir oyun olarak kaleme alınmıştır fakat dönem şartları gereği eseri sahneleme imkânı bulamayan Güntekin eserini romana çevirerek Çalıkuşu adını vermiştir. Bu konu ile ilgili Güntekin şöyle söyler: “Çalıkuşu evvelâ İstanbul Kızı isminde dört perdelik bir piyesti. Zaten o zaman roman yazmayı aklımdan geçirmiyor, yalnız tiyatro piyesleriyle uğraşıyordum. Dârülbedâyî o zaman yalnız ressam İzolabella’nın yaldızlı boyalarla yaptığı dekorlar içinde salon ve aristokrat piyesleri oynuyordu. Piyesi resmen oraya vermeden evvel fikirlerini almak istediğim birkaç âzâ arkadaş, köy mektebi sahnelerini tereddütle karşıladılar. Sonra eserimdeki kızı Türkçeyi iyi konuşmayan o zamanki kadın artistlerden birine oynatmak fenama gidiyordu. Bunun için İstanbul Kızı‘nı romana çevirmeyi düşündüm ve bu defter meydana geldi.”

Peki, Çalıkuşu ismi nereden gelmektedir?

Çalıkuşu roman kahramanımız olan Feride’nin mahlasıdır. Ona böyle bir mahlas verilmesinin sebebi ise onun karakteriyle alakalıdır. Feride yerinde duramayan kimsenin yapamayacağı şeyleri yapmaya cesaret eden hareketli yaramaz bir çocuktur. Yatılı kaldığı okulundaki ağaçlara tırmanır, daldan dala atlar. Bir gün yine onu ağaç tepesinde gören muallim ona: “ Bu kız bir insan değil, çalıkuşu!” diye bağırmış o günden sonra Feride’nin adı Çalıkuşu olarak kalmıştır.

Ayrıca eser beyaz perdeye, televizyon dizisine, tiyatroya ve baleye de uyarlanmıştır. Buradan hareketle eserin ne kadar çok sevildiğini, kendine edebiyat dünyasında ne kadar sağlam bir yer açtığını söyleyebiliriz.

 Atatürk’ün de bir o kadar sevdiği bu eser kendisinin başucu kitaplarından biridir. Her zaman yanında taşıdığı ve ara ara açıp okuduğu bilinir. Turgut Özakman “Şu Çılgın Türkler”  adlı eserinde Büyük Taarruz sırasında Atatürk’ün arkadaşlarına şöyle dediğini aktarır:

“Gece Reşat Nuri Bey’in Çalıkuşu romanını okumaya başladım. Çok beğendim. İhmal edilmiş Anadolu’yu ve genç bir hanım öğretmenin yaşadığı zorlukları ne güzel anlatmış. Bitirince, size de vereceğim.”

Eserin bu denli başarılı olmasının sebepleri arasında ilk olarak konusunun olduğunu düşünüyorum. Ele alınan konu eseri hem ilgi çekici kılıyor hem de çeşitlilik sağlıyor. İlgi çekicilik bunun neresinde derseniz eğer şöyle açıklayabilirim:

Ana karakterimiz olan Feride bir kız çocuğudur ve mektebe gider bu okul hem yatılı bir okul hem de bir Fransız okuludur. Bu durum o dönemin zihniyeti gereği alışıldık bir durum değildir çünkü kız çocukları küçük yaştan itibaren dikiş nakış işlerinde eğitilir elinin kalem tutmasının gerekli olduğu düşünülmez.

Feride kendi parasını kazanmaya çalışan özgür fikirli genç bir kızdır. Yaşadığı birtakım olaylar sonucu Anadolu’nun farklı köy ve kasabalarında öğretmenlik yapmaya başlar. Burada karşılaştığı sığ ve cahil fikirlere karşı mücadele eder.

Dönemin zihniyetini, yaşayış tarzını, Cumhuriyet’in ilk yıllarını, Feride’nin iç dünyasını ve daha pek çok şeyi arı, duru ve sade bir dille kaleme alan Güntekin’in bu romanı eminim ki herkeste çok farklı anlamlar ve hisler uyandırır. Romanı okurken kendinizden izler bulmanız dileğiyle…

Keyifli okumalar dilerim.

Türk Bengü Taşları ve Türk Mitolojisinden İzler

Bengü taşlar, Köktürklerin ikinci döneminden kalmış olan yazılı anıtlardır. Orhun Vadisi’nde bulunan bengü taşlardan biri Köl Tigin adına, 732 tarihinde ağabeyi Bilge Kağan tarafından diktirilmiştir. Orhun Vadisi’ndeki diğer bengü taş, Bilge Kağan adına 735 yılında oğlu Tenri Kağan tarafından diktirilmiştir. Üçüncü bengü taş, Bayın Çokto mevkiindedir; Bilge Tonyukuk tarafından kendi adına 716-726 yılları arasında diktirilmiştir. Bengü taşlarda büyük bir ihtimalle Türklerin icadı olan Köktürk (runik) yazısı kullanılmıştır (Ercilasun, 2016: 339).

Köl Tigin Yazıtı
Bilge Kağan Yazıtı’nın Kopyası (Gazi Üniversitesi)
Tonyukuk Yazıtı

Türk Bengü Taşları, Türk tarihinin ve Türk edebiyatının bilinen en eski yazılı ürünleridir. İçerisinde bulunan siyasi ve sosyal mesajlarla birlikte Köktürklerin yaşayışları ve inanışları hakkında pek çok bilgiye ulaşılabilmektedir. Aynı zamanda bengü taşların Türk mitolojisinden izler taşıdığını görmek de mümkündür.

Tengricilik ve Türk Bengü Taşları
Orhun Abideleri’nde sıklıkla geçen ‘Tengri’ kelimesi Göktürklerin bir yaratıcı olduğuna inanmalarının göstergesidir. Tengri, bugünkü Türkiye Türkçesindeki ‘Tanrı’ kelimesinin eski söyleniş biçimidir. Tengricilik ya da Gök Tanrıcılık, İslamiyet’in kabulünden önceki eski Türkler arasında yaygın olan bir inanç sistemidir. Bu inanca göre kağan, Tengri (=Tanrı) tarafından seçilirdi. Bengü Taşlar’da bu düşünceye oldukça sık rastlanır. Örneğin Köl Tigin Bengü Taşı’nın güney yüzünde: “…Tanrı buyurduğu için, benim talihim olduğu için kağan oldum…” cümlesi geçmektedir. Bu cümleden de anlaşıldığı gibi kağanın Tanrı tarafından seçildiği’ inancı benimsenmiştir. Doğu yüzünde ise: “…Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye babam kağanı ve annem katunu yükseltmiş olan Tanrı, il vermiş olan tanrı, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye beni, o Tanrı kağan olarak oturttu…” olarak geçmektedir.

Bu inanca göre Tanrı her şeyi bilir, görür ve işitir. Kağanlara güç verir. Bu düşünce Köl Tigin Bengü Taşı’nın doğu yüzünde şöyle geçer: “…Tanrı güç verdiği için babam kağanın askerleri kurt gibi imiş, düşmanı {ise} koyun gibi imiş…” Aynı zamanda kurt, Türkler tarafından yıllardır kutsal kabul edilmiştir. Bunun nedeni Türklerin, bir bozkurdun soyundan geldiklerine inanmalarıdır. Aynı zamanda kurdun özgürlüğüne düşkün, güçlü ve savaşçı olması Türkler tarafından güçlü ve savaşçı ruhlu kişilere “kurt gibi” benzetmesi yapılmasına neden olmuştur.


Türk Mitolojisindeki Tanrılar/İyeler ve Türk Bengü Taşları
Orhun Abidelerinde Türk mitolojisindeki Yer-Su ve Umay Ana’dan da bahsedildiği görülür. Yer-Su İyesi, Türk mitolojisinde bir külttür. Türkler, Yer-Su İyelerinin, ölmüş atalarının ruhları olduğuna inanırlardı. Köl Tigin Bengü Taşı’nın doğu yüzünde Yer-Su ile ilgili şöyle geçer: “…Yukarıda Türk Tanrısı, Türk’ün kutsal Yeri-Suyu şöyle yapmış; Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye, babam İlteriş Kağan’ı, annem Bilge Katun’u Tanrı tepelerinden tutup yukarı kaldırmış…”

Bilge Kağan Bengü Taşı’nın doğu yüzünde ise: “…Üstte Tanrı, kutsal Yer-Su, (amcam) kağanın ruhu razı gelmedi…” olarak geçmektedir. Umay Ana ise Tengricilik inancında Tanrı’dan sonra gelen en önemli kutsal varlık kabul edilirdi. Bunun nedeni Umay’ın anneleri, çocukları ve hayvanları koruduğuna inanmalarıydı. Köl Tigin Bengü Taşı’nın doğu yüzünde Umay ile ilgili şöyle geçer:“…Umay’a benzer annem katunun talihi sebebiyle kardeşim Köl Tigin erlik adını buldu…” Tonyukuk Bengü Taşı’nın batı yüzünde ise: “…Hiç şüphe yok ki Tanrı, Umay, kutsal Yer-Su {onları} bastı…” olarak bahsedilmektedir. Abidelerde Umay’dan başka tanrının ismi geçmemektedir.

Yedi (7) Sayısı ve Türk Bengü Taşları
Eski Türklerde 7 sayısı kutsal kabul edilirdi. Örneğin Altay Türklerine göre ay tutulması ‘yedi başlı dev’ yüzünden gerçekleşir. Kırgız Türkleri ise ‘Küçük Ayı’ yıldızını ‘Yedi Bekçi’ olarak adlandırır. Orhun Abidelerinde de sıklıkla geçen yedi (7) sayısı göze çarpar. Örneğin Abidelere göre İlteriş Kağan, on yedi (17) erle birlikte baş kaldırmıştır. Daha sonra Tanrı güç verdiği için yetmiş (70) er ve daha sonra yedi yüz (700) er olmuşlardır.

“Babam kağan on yedi erle baş kaldırmış. {Çin’den} dışarıya yürüyor diye haber işitince şehirdekiler dağa çıkmış, dağdakiler inmiş, derilip yetmiş er olmuşlar. Tanrı güç verdiği için (…) Hepsi (…) yedi yüz er olmuş…” (Köl Tigin Bengü Taşı – Doğu Yüzü)

Ötüken/ Ötüken Dağı ve Türk Bengü Taşları
Ötüken, günümüzde Moğolistan sınırları içerisinde, Orhun Nehri’nin yakınlarında yer alır. Türkler tarafından ‘Toprak Ana’ olarak adlandırılmış ve kutsal kabul edilmiştir. Türklerin yeryüzünde ilk olarak Ötüken’de var olduğu ve Ötüken’den Dünya’ya yayıldığı da kabul edilir. Orhun Abidelerine göre Ötüken; güvenli ve sığınılması gereken bir yerdir. Ayrıca devlet en iyi Ötüken’de yönetilir. Eğer Ötüken terk edilirse insanın başına türlü felâketler gelir.

“…Türk kağanı, Ötüken Dağlarında oturursa ülkede sıkıntı olmaz…” (Köl Tigin Bengü Taşı – Güney Yüzü)

“…Bunca yerlere dek ordu yürüttüm; Ötüken Dağlarından daha iyisi hiç yokmuş; devleti yönetecek yer Ötüken Dağları imiş…” (Bilge Kağan Bengü Taşı – Kuzey Yüzü)

“…Kutsal Ötüken Dağlarının halkı, gittiniz. (…) Gittiğiniz yerlerde kazancınız (!) şu oldu: Kanınız su gibi aktı, kemiğiniz dağ gibi yattı. Beyliğe layık erkek evlatlarınızı kul ettiniz; hanımlığa layık kız evlatlarınızı cariye yaptınız…”
(Bilge Kağan Bengü Taşı – Doğu Yüzü)

Görüldüğü üzere Orhun Abideleri sadece bir siyasetname örneği değildir. Göktürklerin yaşayışını, inancını ve bu inancın getirmiş olduğu düşüncelerine de yer verir. Göktürklerin Tengricilik anlayışının yanında Türk mitolojisindeki tanrılardan Umay Ana’yı ve bir kült olan Yer-Su İyesini de kutsal kabul ettiği söylenebilir. Bunun yanında Abidelerden de anlaşılacağı gibi yedi (7) rakamını ve Toprak Ana Ötüken’i de kutsal kabul etmişlerdir. Buna ilkel-mitolojinin izleri de denilebilir.

Sheakspeare’in Hamlet’i

Hamlet, William Shakespeare tarafından 1599–1601 yılları arasında yazılan temasında trajediyi işlediği bir tiyatrosudur. İngiliz edebiyatının en etkileyici eserlerinden biridir ve Dünya edebiyatında da yerinin ayrı olduğu söylenebilir. Pek çok ülkede defalarca sahnelenmiş beş perdelik bir oyun olan Hamlet’in sahnelenmesi son derece uzundur. Ayrıca dil özellikleri bakımından da zaman zaman anlaşılması güç kelime ve cümlelere rastlıyoruz. Yaşam ve ölüm, varlık ve yokluk, hırs, intikam gibi kavramları konu edinen Hamlet’in konusuna bir göz atalım:

Hamlet’in hikâyesi eski kuzey masallarına bağlanmaktadır. Yani özgün bir konu değildir ve kaynağı başka eserlere dayanmaktadır. Danimarka’da geçen oyunda Prens Hamlet’in kral olan babasını öldürdükten sonra tahta geçen ve annesi Gertrude ile evlenen amcası Claudius’tan nasıl intikam aldığını anlatır. Konusu kısaca bu şekildedir fakat olayların nasıl başladığını anlamak için biraz daha detaylı inceleyelim:

Hamlet, mutsuz ve öfkelidir. Bunun sebebi sadece babasının ölümünden kaynaklanmaz. Kendisinin de söylediği gibi babası öleli henüz iki ay olmuşken annesi Gertrude ile amcası Claudius’un evlenmesi onu daha da öfkelendirmiş ve melankolik bir ruh haline bürünmüştür. Ayrıca Hamlet’in de bir takım şüpheleri vardır. Babasını öldürenin amcası Claudius olduğunu düşünür fakat bu nasıl ispatlayacağını nasıl intikam alacağını bilemez. O bunları düşünürken mezarında rahat uyuyamayan babasını ruhu Danimarka surlarında her gece dolaşmaktadır. Hayaleti gören kişiyse Hamlet’in dostu Horatio’dur. İnançları gereği ölülerin ruhlarının dolaşması iyiye işaret değildir. Ülkede kara bulutların dolaştığını düşünen Horatio bu durumu hemen Hamlet’e bildirir. Bunun üzerine Hamlet gece yarısı hayaletin geleceği saatte surlara çıkar ve onunla konuşur. Hayalet her şeyi anlatır. Olaylar tam da Hamlet’in düşündüğü gibi olmuştur. Yani amcası Clauduis, babasını uykusundayken kulağına zehirli bir sıvı akıtarak öldürmüştür. Bütün bunları öğrenen Hamlet’in kanı çekilir ve orada intikam alacağına yemin eder.

Olaylar her ne kadar iktidar mücadelesi, entrika gibi gözükse de devletteki çürümüşlük, yolsuzluk olayların altında yatan asıl sebeptir. Çürümenin başı Claduius’tur yani devletin kendisidir. O zamanın anlayışına göre kralların Tanrı tarafından göreve getirildiğine inanıldığından Claudius’un ağabeyini öldürmesi sadece krala karşı işlenmiş bir suç değildir. Aynı zamanda Tanrı’ya karşı da suç işlemektir. Tabi ülkede ki çürümüşlüğün tek nedeni kralın zehirlenerek öldürülmüş olması değildir. Tahta geçen Claudius’un devletin nasıl yönetileceğinden bir haber olması, zevk ve sefa düşkünü olması ve meşru olmayan yönetimidir.

Buradan sonrası spoiler!

Sonuna doğru gelecek olursak:

Bir gün hamlet ve annesi konuşurken başmabeyinci Polonius bir perde arkasından onları gizlice dinler. O sırada birinin kendilerini dinlediğini fark eden Hamlet hançerini çekerek Polonius’a saplar. (Kral Claudius olduğunu zanneder.) Polonius orada ölür daha sonra Polonius’un oğlu olan Leartes durumu öğrenir ve Hamlet’i öldürmek ister. Kral Claudius, Hamlet’i öldürmesi için Leartes’e yardım eder ve bir tuzak kurarlar. Hamlet ve Leartes arasında bir düello düzenlenir fakat Leartes’in kullandığı kılıcın ucu zehirlidir. Kral da Hamlet’e vermek için zehirli içki hazırlar. Düello sorasında Leartes Hamlet’i yaralar, kraliçe yanlışlıkla içkiyi içer ve ölür. Daha sonra zehirli kılıcı eline geçiren Hamlet hem Leartes’i hem de Kral Claudius’u öldürür.

Sonuç olarak, Hamlet’in konusunun sıradan ve basit bir konu olmadığını, görünenin dışında çok farklı bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Oyunun sonu beni oldukça şaşırtmış ve üzmüş olsa da kurguya hayran kaldım diyebilirim. Kesinlikle okunması ve anlaşılması gereken bir yapıt olduğunu düşünüyorum.

Küçük bir tiradla yazımı sonlandırıyorum:

Yüreğim, katılaşma, taş olma sakın, yüreğim!
Neron’un canavarlığı girmesin içine.
Bırak sert olmasına sert, ama insan kalayım.
Hançer gibi konuşayım, hançer olmadan.
Dilim de, içim de iki yüzlü olsun bu işte:
Sözlerim canını ne kadar yakarsa yaksın.

Keyifli okumalar diliyorum…

Gurur ve Ön Yargı (Aşk ve Gurur) Kitap ve Film Üzerine

Gurur ve Ön Yargı 1796–1797 yılları arasında Jane Austen (1775–1817) tarafından yazılmış, ilk kez 1813’te yayımlanmıştır. Yazarımızın romanı kaleme aldığı seneye dikkat edersek oldukça genç bir yaşta mükemmel bir eser ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Tabii o dönemin İngiltere’sinde bir kadının roman kaleme alması pek de alışıldık bir durum değil bu yüzden ilk baskıda yazar, adının yerine “A Lady” ismini kullanmıştır.  Eser o zamanlar hak ettiği değeri göremese de zamanla gereken önemi ve değeri kazanmıştır. Eserin konusunu sadece bir aşk hikâyesi olarak nitelendirmek yanlış olsa gerek çünkü aynı zamanda dönemin getirdiği dayatmaları da konu edinen bir toplum eleştirisidir.

Romanın beyaz perdeye de uyarlanmış birkaç tane versiyonu var fakat bana kalırsa en güzeli 2005 yapımı olan başrollerini Keira Knightley (Elizabeth Bennet) ve Matthew Macfadyen (Fitzwilliam Darcy) paylaştığı Gurur ve Ön Yargı. Tabii ilk olarak romanı okumanın gerektiğini düşünüyorum çünkü her sahnenin gözünüzün önünde canlanması, adım adım ilerlemek romanı ve filmi daha zevkli hale getiriyor. Kitap bitip filmi izlemeye koyulduğunuz zaman gözünüzdeki bütün betimlemeler tek tek yerine oturuyor ve bir kere daha hayran kalıyorsunuz.

Karakterlere göz atmadan önce kısaca bilgi verelim; bütün karakterler tam tahmin ettiğim gibiydi o yüzden filmi izlerken hemen benimsedim yani pek yabancılık çekmedim. Tabii öncelikle kitabı iyi sindirmek gerekiyor. Ayrıca filmdeki birçok diyalog romanda geçen diyaloglarla aynı bu da filmi daha hoş bir hale getiriyor. Gelelim karakterlerimize;

Elizabeth, Bennet ailesinin ikinci kızıdır, ablası Jane kadar güzel değildir ama son derece zekidir ve romanda ön yargıyı temsil eder. Mr. Darcy hakkındaki yargıları zamanla bir bir boşa çıkacaktır ve aslında ona ne kadar haksızlık ettiğini anlayacaktır. Mr. Darcy ise oldukça zengin ve yakışıklıdır aslında Elizabeth’e âşıktır fakat Bennet ailesi kendisine göre alt sınıftan olduğu için gurur yapar ve aşkını gizler tabii bir müddet. İşte burada Mr. Darcy’nin itirafı filmde mükemmel yansıtılmış diyebiliriz.

Diğer karakterlere bakacak olursak Mr. ve Mrs. Bennet karakterleriyle son derece uyum içindeydiler, Jane ise eşsiz güzelliğiyle kitabın anlattığı karakterle birebir uyuşuyordu. Diğer karakterlere nazaran biraz daha geri planda kalan Lydia, Kitty, Mary, Mr. Wickham, Mr. Bingley, Mr. Collins karakterleri de kitaptaki betimlemeyle örtüşüyordu.

Bundan sonrası spoiler!

Kitabın çözülme noktasına bakalım;

Wickham ve Elizabeth arasında geçen konuşmalarda Wickham Darcy’e karşı Elizabeth’i hep doldurdu. Elizabeth de Darcy’e karşı kurduğu ön yargıları ancak gerçekleri öğrendikten sonra kırabildi haliyle. Böylece sadece Elizabeth değil biz okurlar da ta kitabın başından beri Darcy’e duyduğumuz ön yargılardan sıyrılıyoruz. Elizabeth gerçeği öğrendiği zaman Darcy’i ve Wickham’ı ne kadar yanlış değerlendirdiğini anlıyor ve Darcy’e karşı olan tutumu değişiyor.

İşte romanın kilit noktası tam da burası o noktaya kadar biz de Darcy hakkında iyi şeyler düşünmedik. Peki, o kilit nasıl açılıyor? Şöyle oluyor ki Darcy Elizabeth’in kendisini bu kadar kötü biri olarak görmesine daha fazla dayanamamış olsa gerek Elizabeth’e uzunca bir mektup bırakıyor. Elizabeth mektubu okuyup gerçekleri öğrenince hisleri arasında adeta bir perde kalkıyor. Aslında kendisinin de Darcy’i sevdiğini, gururu ve ön yargıları yüzünden bu hissini bastırdığını anlıyor.

Son olarak, gururun ve ön yargının insanları aslında ne kadar yanlış değerlendirebileceğimize, gerçeğin çoğu zaman pek çok farklı şekilde olabileceğine şahit olduk. Basit bir aşk romanından ziyade pek çok farklı yönü olan bu romanı önce okumanızı daha sonra izlemenizi tavsiye ederim. Ve güzel bir alıntıyla da yazımızı sonlandıralım:

“Onun gururunu ben de kolaylıkla hoş görebilirdim. Benim gururuma dokunmamış olsaydı.”

Keyifli okumalar dilerim. Sevgiler…

Pixar’dan Yepyeni Bir Film: Soul

Soul, Pixar Animation Studios tarafından üretilen ve Walt Disney Pictures tarafından 25 Aralık 2020 tarihinde Disney + da gösterime giren bir komedi-dram filmi. Filmin yönetmeni ise Pete Docter.

 “Dinsel gelenekleri ve kültürel gelenekleri temsil eden bir sürü insanla konuştuk ve ruhun ne olduğunu sorduk. Hepsi “buğulu”, “ruhani” ve fiziksel olmayan bir şey olduğunu söylediler. Bunu nasıl yapabileceğimizi düşündük. Büyük bir meydan okumaydı. Ama şunu söylemeliyim ki ekip gerçekten bu kelimelerin yansıması olan ama aynı zamanda tanıdık olan şeyleri bir araya getirdi” (Pete Docter)

! Okuyucular için spoiler içerebilir.

Filmimizin kahramanı New York’ta bir müzik öğretmeni olan Joe Gardner’dır. Joe’nun en büyük hayali bir caz grubunda caz piyanisti olmaktır. Ve bir gün şans kapısını çalar. Joe, eski bir öğrencisi tarafından şehrin en popüler caz grubuna davet edilir. Fakat şans o ki, sahneye çıkacağı gün bir kanalizasyon çukuruna düşer ve hayatını kaybeder. Ve bütün olaylar bundan sonra gerçekleşir. Joe, kendini o andan itibaren ‘öbür dünya’ da bulur. Bedeni de dünyada kalmıştır; artık sadece Joe’dur, bir ruh silüetine bürünmüştür. Ne olduğunu anlayınca itiraz eder, bugün ölmemesi gerektiğini söyler. Ve panik içerisinde, oradan kurtulma amacıyla derin ve siyah bir boşluğa düşer.


Joe’nun düştüğü o yer ‘önceki dünya’dır. Henüz sadece ruhlarımızın var olduğu, dünyaya gelmeden önce kim olduğumuzu, neyi sevdiğimizi, tercihlerimizin ne olacağını bilmediğimiz o yer… Oradaki ruhlar ancak ‘kıvılcım’larını keşfettikleri takdirde dünyaya geliş iznini kazanabilmektedir.


Joe, orada 22 adında bir ruhla tanışır ve o, kıvılcımını henüz keşfedememiştir. 22, Joe’ya dünyaya gelmek istemediğini açıklar. Joe’da bunu fırsat bilir ve 22’nin kıvılcımını keşfetmesinde yardımcı olmaya çalışır çünkü aralarında bir anlaşma yapmışlardır: 22’nin sahip olacağı dünya iznini Joe kullanacaktır.

Filmin özetini burada kesmemin nedeni herkesin farklı mesajlar çıkarabileceği bir film olması. Sadece meraklılarına şunu söyleyebilirim: 22, kıvılcımını dünyada keşfetti ve Joe’da ikinci bir şansı kazandı. Belki de hak etti demeliyim. Ve artık en büyük hayali bir caz piyanisti olmak değil. Onun için önünde yaşanması gereken yeni bir hayat var.

Araştırma şirketleri, filmin yayınlandığı andan itibaren Disney +’a abone olanların sayısının arttığını söylüyor. Ayrıca film The Guardian’ın yayımlamış olduğu “2020’nin En İyi 50 Filmi” listesi içinde ikinci sırada yer alıyor. Bence film hak ettiği bir sırada yer almış. Mutlaka izleyin derim…

Bir balık hakkında şu hikâyeyi duydum: Kendisinden büyük balıkların yanına yüzer ve şöyle der: “Okyanus dedikleri şeyi bulmaya çalışıyorum.”

“Okyanus mu?” diye sorar büyük balık. “Zaten onun içindesin.”

“Burası mı?” diye sorar küçük balık. “Burası su. Ben okyanus istiyorum.”

Toplumun Bir Halkası ”Çocuk” Üzerine

Froebel eğitimin doğumla birlikte başlaması gerektiğini savunur. Çocukların algılayış biçimi, hayata bakış açıları, yetiştikleri ortam, bulundukları sosyal çevre kurulan iletişim için önem taşımaktadır. Çocuk, kimi insan için çok basit bir kelime olarak algılansa bile aslında geleceğimizi şekillendiren yegâne bir değerdir çünkü geleceğin, dünyanın, yarının ta kendisidir. Burada en büyük iş ailelere düşüyor. Ailemizden gördüğümüz ve öğrendiğimiz her şey bizi geleceğimize hazırlıyor. Dünyada her çocuğun yetiştirilme tarzı farklıdır. Burada ülkelerin kültürleri de işin içerisine giriyor. Kimi aile otoriter, kimi aile umursamaz, kimi aile sevgi dolu kimisi ise nefret doludur. Çocukluk denen olgu bizleri bugün biz yapan en büyük olaydır. O dönemlerde yaşadığımız her şey ruhumuza karışıyor ve bugün davranışlarımızla, konuşma tarzımızla, karakterimizle dışarıya yansıyor. Anne babanın yetiştirme tarzı ve davranışları okuldan, sosyal çevreden çok daha önemlidir. Her birimizin kişiliği anne karnından başlayarak tüm yaşamımız süresince toplumsal kurumlardaki yaşantılarla şekillenir.

Çocuklar minyatür yetişkinler değildirler. Onlar üzerindeki etkimiz sandığımızdan çok daha büyüktür. Frijhoff ’a göre çocuklar tarihin dilsiz kaynaklarıdır. Anne ve babalar çoğu zaman çocuklarının yerine karar verir, onları istemedikleri durumlara sürükleyebilirler. Burada da devreye okul giriyor. Anne ve babadan sonra en büyük etkiye sahip olan öğretmenler çocukların her birini bir birey olarak görmeli ve bu doğrultuda onları yetiştirmelidir. Çocukları toplumdan soyutlamamamız, onları da toplumun bir ferdi olarak görmemiz gerekmektedir. Bu yüzden en iyi şekilde eğitmemiz gerekmektedir. Anne babanın ebeveyn olarak gösterdiği davranışlar özellikle toplumsallaşma sürecinin en yoğun yaşandığı ve kişilik gelişiminin temellerinin atıldığı okul öncesi dönemde önemli rol oynamaktadır.

‘’Çocuktan al haberi’’ sözü sıklıkla duyduğumuz bir cümledir. Burada değinilen en önemli şey çocukların saflığı, dürüstlüğü, sadeliği temsil ettiği düşüncesidir. Çocuklarınızı sevin, onlara saygı gösterin. Sevildiğini, sayıldığını gören bir çocuğun kendine özgüveni de olur, hayatında başarılı da olur. Sevmek en büyük anahtardır. Burada iş sadece annelere düşmüyor. Anneler kadar babalarında üzerine büyük sorumluluklar düşüyor. Unutmayın çocuk sadece bir insan değildir. Çocuk aynı zamanda yarının yetişkini, yaşlısıdır. En doğru şekilde yetiştirilirse yetişkinliğe adım attığında da aynı dürüst, güvenilir insan olmaya devam edecektir. Anne ve babanın olumlu davranışları çocuğun kendine özgü bir benlik geliştirmesini sağlamaktadır. Çocuk yaşamımızın birer halkasıdır.

Çocuk hem ebeveynlerinin bir parçasıdır hem de ebeveynlerinden ayrıdır. Onları yetişkinlerden ayrı değerlendirmek son derece önemlidir. Bilginin, gerçekliğin, geleceğin çoğaltıcısıdır; yatırım yapılması gereken en büyük sermayedir. Jean Jack Rousseau’ya göre ise çocuk masumiyetin simgesidir ve çocukluk insan hayatının altın çağını temsil eder.

Yapılan bir araştırmada ailenin eğitim seviyesinin önemi üzerinde de durulmuştur. Buna göre ilköğretim mezunu annelerin aşırı koruyucu tutumlar gösterdiği görülmüştür. Annelerin eğitim seviyesi arttıkça gösterdikleri baskı ve aşırı koruyucu tutumun düştüğü görülmüştür. Eğitimin yanında ailelerin aldıkları çocuk yetiştirme eğitimleri de önem arz ediyor. Çocuk yetiştirme konusunda bilgi alan aileler daha demokratik çocuklarına karşı daha olumlu tutumlar göstermektedir. Anne babanın iletişimleri ve tutumları çocuğun aile içindeki yerini belirler ve sağlıklı yetişmelerine olanak sağlar.

Geçmişten, geleceğe değişen onca teknolojinin arasında aslında kendi zihnimizi, hayata bakışımızı ve bilgilerimizi değiştirmemiz, geliştirmemiz gerekiyor. Toplumlar arası görülen büyük farklar gelişen teknolojiye rağmen daha da artıyor. Belki kültürlerimizi değiştirmek çok zor olacaktır. Ancak toplumun birer ferdi olan çocukların eğitimine tüm toplumlar eşit ölçüde yaklaşmalıdır. Çünkü çocuk kültür fark etmeksizin aynı ölçüde değerlidir.

Moliere’in “Cimri”si Üzerine

Dünyanın en büyük komedi yazarı diyebileceğimiz Moliére, Cimri adlı eserinde Paris’in o dönemki burjuvasının paraya olan düşkünlüğünü Harpagon karakteri üzerinden gözler önüne serer. Aşırı zengin olmasına rağmen cimriliğinden ödün vermeyen Harpagon’un söylemleri ve davranışları, mizahi ve bir o kadar da alaycı bir üslupla kaleme alınmıştır.

Harpagon, zengin olduğu kadar cimri bir adamdır. Paralarını ve altınlarını taparcasına sever. En çok paralarının eksilmesinden ve bitmesinden korkar. Bu konuda atların yemlerini azaltacak ve hayvanların aç kalmasına sebep olacak kadar ileri gider. Paralarını kasada saklamayı güvenli bulmadığından onları bir sandığın içine koyar ve bahçeye gömer. Bundan da kimseye bahsetmez. Çünkü çocukları Cléante ve Élise dahil kimseye güvenmemektedir.

Harpagon’un uşağı, Valére isminde bir delikanlıdır. Valére, Harpagon’un kızı Élise’i suda boğulmaktan kurtarmış ve Élise’le birbirlerini sevmişlerdir. Aşklarını korktukları için herkesten saklarlar. Valére kaybolan ailesini aramasına rağmen Élise’e olan sevgisinden orada kalmayı ve babası Harpagon’un uşağı olmayı tercih eder.

Harpagon’un oğlu Cléante ise Marine adında bir kızı sever. Mariane, annesiyle yaşıyordur, durumları iyi değildir. Cléante, sevgilisine maddi anlamda yardım etmeyi ister ama babasının cimriliği yüzünden elinden bir şey gelmez.

Bir gün Harpagon, çocukları Cléante ve Élise’i yanına çağırır ve onlarla konuşması gereken bir şey olduğunu söyler: Cléante ve Élise’i evlendirmeye karar vermiştir. Harpagon, Élise’i Anselme isminde ellili yaşlarında bir senyör ile evlendirmeyi istediğini söyler. Çünkü Senyör Anselme, Élise’i çeyizsiz almayı kabul etmiştir. Élise babasına bu evliliğin olmayacağını söylese de Harpagon bu evliliğin olması gerektiği konusunda ısrar eder. Yaşanan tartışma sonucu kimin haklı olduğunu açıklaması içinse Valére’i görevlendirir. Valére, istemese de Harpagon’un haklı olduğunu söyler. Cléante ise dul bir kadınla evlenecektir.

Harpagon, en sonunda kendisinin aşık olduğunu ve evlenmek istediğini söyler. O kişi Mariane’dir. Kendisi Mariane’nin de zengin olduğunu düşünüyordur. Fakat Cléante’un da Mariane’yi sevdiğini bilmemektedir. Cléante, bu durumda uşağı La Fléche’ten yardım ister. Uşağına bir tefeciden borç alması gerektiğini söyler. Fakat La Fléche’in bulduğu tefeci Cléante’un babası Harpagon’dan başkası değildir.

Cléante, Mariane’ye durumu anlatır. Mariane, Cléante’a kendisini sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini söyler. Daha sonra Cléante, babası Harpagon’a Mariane ile aralarında bir ilişki olduğunu açıklar. Fakat Harpagon, Mariane ile evlenmeye kararlıdır. Ancak Cléante’un da Mariane’den vazgeçme niyeti yoktur. Mariane ile Cléante, düzenci bir kadın olan Frosine’le bu evliliğin bozulması için anlaşırlar. Frosine, Harpagon’a onunla evlenmeyi isteyen zengin bir kadın olduğunu söyleyecektir. Bu arada, efendisi Cléante’u bu sıkıntılı durumdan kurtarmayı planlayan La Fléche, Harpagon’un sakladığı paraları bulur ve çalar. Harpagon, paraların çalındığını fark edince deliye döner ve polise gider. Harpagon’un arabacısı ve aşçısı olan Jacques Usta, Valére’den hoşlanmadığı için paraları Valére’in çaldığını söyler. Bunun üzerine Harpagon oklarını Valére’ye yöneltir.

Valére, bu konu hakkında hiçbir şey bilmemektedir. Harpagon’un, Élise ile olan aşkını öğrendiğini ve kendisini bu yüzden suçladığını sanar. Sonunda Harpagon, bu ilişkiyi öğrenir ve karşı çıkar. Çünkü ona göre Valére beş parasız bir uşaktır. Bu durum karşısında Valére, aslında soylu bir aileden geldiğini fakat ailesini bir deniz kazasında kaybettiğini ve babasının soylu Thomas d’Alburcy olduğunu söyler. Bunları duyan Mariane, kendi başından geçenleri anlatır. O da bir deniz kazasından annesi ile kurtulmuş ve beş parasız kalmıştır. Bütün bunların sonucunda Valére’nin, Mariane’nin abisi olduğu anlaşılır. Orada bulunan Senyör Anselme ise mutluluktan çılgına döner. O, aslında Thomas d’Alburcy’dir. Kazadan tüm parası ile birlikte kurtulmuştur. Kazadan sonra ise ismini değiştirmiştir. Böylece Senyör Anselme’in Valére ve Mariane’nin babası olduğu ortaya çıkar.

Sonunda Cléante, paranın kendisinde olduğunu söyler. Geri vermesinin tek şartı Harpagon’un Mariane’den vazgeçmesidir. Harpagon, bu duruma çok mutlu olmuştur. Çünkü Valére ve Mariane, soylu ve zengin bir ailenin çocuklarıdır. Élise’in Valére ile, Cléante’un da Mariane ile evlenmesine izin verir ve tüm düğün masraflarını Senyör Anselme’e yükler.

LA FLÉCHE

Burada sökmez onlar. Paradan yana bu adamı gevşetecek olanın alnını karışlarım. Para dedin mi taş kesilir, taşoğlu taş; karşısında gebersen kılı kıpırdamaz. İyilik, namus, şeref meref bir yana, para bir yana, kısacası. Para isteyen birini gördü mü Azrail’i görmüş gibi olur. Ha para istemişsin, ha can evine girmiş, yüreğine hançer saplamış, bağırsaklarını söküp çıkarmışsın bu herifin.

Bir Kitaba Tutuldum! Kitap İncelemesi

“Dil, insanların binlerce yıllık deneyim ve birikiminin taşıyan benzersiz bir kültürel varlıktır.”Türk dünyasında ise dil, Kâşgarlı Mahmut’un çalışmaları ile kendini göstermiştir. Yabancılara Türkçe öğretimi hususunda ilk ciddi dil çalışmaları ile bilinen en değerli eseri Dîvânu Lügâti’t-Türk, tarih sahnesinde yerini almıştır. Bu mükemmel eser, kuşkusuz Türk dünyasının en kıymetli mücevheri, Türklüğün kültürel hazinesidir. Açıkçası bu eseri okumak, her sözcüğün anlamını yorumlamak, Türklük bilincini aşılamada ve yaşatmada en güzel örnektir. Eser sadece dil bakımından olmaksızın içeriğinde edebiyat, tarih, folklör ve sosyoloji bakımından zengin bir yapıya ev sahipliği yapmaktadır. Türk dilinin güzelliğine, zenginliğine ve dönemin içinde barındırdığı kültürel kimliğe hayran kalmamak elde değil. Peki, bu eser günümüze gelmeyi nasıl başardı ve şu anda nasıl himaye edilmekte? Gelin birlikte kültürel mirasımızın kapısını aralayalım.

Dönemin ünlü bilginlerinden Ali Emîrî Efendi, 1912 yılında Dîvân’ın tek nüshasını yok olmaktan kurtarmış, Kilisli Rıfat ise bu nüshayı yayımlayarak Türk dünyasına neşretmiştir. Günümüzde ise eserin tek nüshası İstanbul’daki Millet Kütüphanesinde himaye edilmektedir.
Gelin Dîvânu Lügâti’t-Türk’ün serüvenlerle dolu hikâyesini Doç. Dr. Feyzi Ersoy’un kaleme almış olduğu ‘’Bir Kitaba Tutuldum’’ adlı didaktik eserinde ne anlatıyor birlikte dinleyelim.

Yazar, romanın konusunu okurlara iki zaman diliminde anlatıyor. Geçmişte yaşanan olaylar 1912’lerin İstanbul’unda, günümüzde yaşanan olaylar ise 2017’nin Türkiye’sinde geçiyor. Geçmişe gittiğimizde başkahraman olarak Ali Emîrî Efendi’yi, günümüzdeyse emekli bir Türk dili profesörü olan Aykut hocayı görüyoruz. Romanın başlangıcı, Millet Kütüphanesinden çalınan Dîvânu Lügâti’t-Türk’ün kaybolması ile başlıyor. Profesör, yaşanılan olayları yakın arkadaşı olan bir Türkolog profesör ve iki asistanı ile sıkı bir takibe alıyor. Takip sürerken eserde Divân hakkında bazı bilgilendirici konulara da yer veriliyor. Kitapta Divân’ın girişinden sözler de yer alıyor.

Dîvânu Lügâti’t-Türk- Millet Kütüphanesi

Evet, şimdi de sizinle geçmişe, 1912’lerin İstanbul’una yolculuk edelim. Hepimiz biliriz ki Ali Emîrî Efendi yaklaşık bin yıl önceden Kâşgarlı Mahmut’un mirasını ulusa kazandırmış çok değerli bir bilgindir. Kitapta Ali Emîrî, Divân’ın tek nüshasına erişmiş ve bu olaylar ise kısaca şu sırayla gerçekleşmiştir:
Ahmet Nazif Paşa’nın yeğeni olan Handan Hanım, pek değerli eseri, Divân’ı, ömrünün sonuna dek saklaması için paşadan emaneten alır. Eseri uzun bir süre muhafaza ettikten sonra hem sağlığı hem de maddi durumu bozulmaya başlar. Handan Hanım, amcazadesinin ölmeden önce zor durumda kalırsa Divân’ı altın para ile otuz liradan satabileceğini hatırlar. Büyük bir hassasiyetle eseri sakladığı yerden çıkarır ve içi buruk bir şekilde sahaflar çarşısına satmaya götürür. Sahaflardan Burhan Efendi, kitabı görüp inceler. Fakat Handan Hanım’ın söylediği miktarı çok bulur, eğer biraz beklerse hükümetteki tanıdıklarına kitabı gösterebileceğini söyler. Uzun uğraşlar sonucunda Burhan Efendi kitabı satamayıp Ali Emîrî Efendi’ye götürür. Ali Emîrî bir süre sonra kitabı satın almayı başarır. Kilisli Rıfat hariç uzun bir süre kitabı hiç kimseye göstermez. Ali Emîrî neşredilmesi için kitabı Kilisli Rıfat’a verir ve kitap bu sayede yayımlanır. Diğer taraftan günümüz İstanbul’unda Aykut hoca, meslektaş arkadaşı ve asistanlarıyla kaybolan Dîvân’dan gelecek güzel haberi beklemeyi sürdürürler.

Feyzi Ersoy’un gözünden Dîvân’ın bulunuş hikâyesini dinlerken büyük bir heyecan ve merak siz okurlara hâkim olacak. Kitabın içeriğine dair birçok detay ve bilgi bulunsa da okumayan okurlar için çok fazla bilgi vererek heyecanını kaçırmak istemiyorum.

‘’Bir Kitaba Tutuldum’’ romanını okurken kitaplığımda Dîvânu Lügâti’t-Türk’ü görmek, sözlüğün her detayını irdelemek ve o dönemin kültürel, sosyolojik yanlarını anlamak istedim. Kültürel mirasımıza sahip çıkmak ve tarih bilincinin farkında olmak bize düşen görevlerin en başında geliyor. Geçmişin ve geleceğin arasındaki köprüyü görmek adına bu güzel eseri baştan sona bitirmek şarttır. Nihat Sami Banarlı “Türkçenin Sırları” adlı eserinde Türk dilinin imparatorluk dili olduğunu ifade eder. Hemen ne dediğine bir göz atalım.

Türk dili herhangi küçük ve başkalarına mahkûm bir millet dili değil, tarihin daha ilk anlarından başlayarak bir imparatorluk dilidir. Her dil, imparatorluk dili olamaz çünkü her millet imparatorluk kuramaz. Bunun için büyük millet olmak lazımdır. Büyük milletlerin dili de tabiatıyla, büyük vatanlarda işlenmiş, büyük dil olur.

Eserde geçen bu bölüm Türkçenin zenginliğini genç kuşaklarla tanıştırmayı hedefleyen önemli bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Başka dilleri öğrenmeye merak salsak da kendi dilimizi, benliğimizi ve kimliğimizi unutmamamız gerekmektedir.

Dilimizin koca bir miras olduğunu anlamak ve kavramak için en değerli kaynağı Dîvânu Lügâti’t-Türk’ü, ardından Türkçenin Sırları’ını ve akabinde Bir Kitaba Tutuldum romanını okumanızı tüm kalbimle tavsiye ediyorum. Dil bilincini aşılayan ve aşılamaya devam eden tüm yazarlara ve bilim insanlarına minnetle…
Kitaplarla kalın.

Aşk-ı Memnu Roman İncelemesi ve Dönem Zihniyetinin Romana Yansımaları

Aşk-ı Memnu (Yasak Aşk) Halit Ziya Uşaklıgil’in realizm akımın etkisiyle kaleme aldığı Türk edebiyatının dönemlerinden olan Servet-i Fünun döneminde yayımlanmış ve büyük yankı uyandırmış bir romandır. Gerek işlenen konu gerek yazarın üslubu son derece dikkat çekmiştir.  Kanaatimce dönemin zihniyetinin, yaşayış tarzının en güzel yansıtıldığı bir romandır Aşk-ı Memnu. Kimi araştırmacılara göre Nihal’in öyküsü, kimi araştırmacılara göre ise Bihter’in öyküsüdür. Gelin bu romanı daha detaylı inceleyelim:

Romanın zihniyetine bakacak olursak; Servet-i Fünun dönemi II. Abdülhamit dönemine denk düşer ve bu dönemde uzun yıllar baskıcı, sansürcü bir yönetim hâkimdi. Bu yüzden “Toplum için sanat” anlayışının yerini “Sanat için sanat” anlayışı almıştır. Bu anlayışın da etkisiyle yazarlarımız kendi iç dünyalarına yönelmişler, sıkıntılı, buhranlı eserler ortaya çıkarmışlardır. Hatta yazarların büyük çoğunluğunda İstanbul’dan kaçma, kurtulma düşüncesi hâkimdir. Bu düşünce yapısını da Uşaklıgil roman kahramanımız olan Behlül’e “Behlül kaçar” şeklinde yansıttığını söyleyebiliriz. İşte Aşk-ı Memnu romanımız da bu anlayışlar çerçevesinde yazılmıştır.

Gelelim mekân unsuruna; romanda mekân son derece kısıtlıdır. Olayların büyük çoğunluğu yalıda ve Ada’da geçer, karakterler de kendi halinde yaşarlar. Zaman zaman o dönemki İstanbul’un eğlence ve mesire yerlerinden bahsedilir fakat bu mekânların üstünde durulmaz.

Zaman unsuru; olaylar 19.yüzyılın ikinci yarısında geçmektedir. Dönemin toplumsal yapısı ve yaşam tarzı bize bu yargıyı çıkarmamızı sağlamaktadır. Romanda kronolojik zaman kullanılmıştır. Olaylar birbirini takip eder ve olayların anlatıldığı süre iki yıl gibi bir süreyi kapsamaktadır. Ayrıca romanda sık sık geriye dönüşler yapılmıştır sanıyorum ki bundaki amaç karakterleri biz okuyuculara daha iyi anlatmak ve onların psikolojilerini daha iyi anlamamızı sağlamaktır. En belirgin geriye dönüş ise, Bihter’in evliliğinin üstünden bir yıl geçtikten sonra kendiyle hesaplaşıp çocukluğunu hatırladığı kısımdır.

Romanda tema; Bence bu romanda tek bir temadan bahsetmek olmaz evet ilk aklımıza gelen tema yasak aşk fakat bunun yanı sıra yozlaşma, kıskançlık, intihar, yalnızlık da temaya dâhil edilebilir. Ayrı ayrı ele almak gerekirse;

Yasak aşk: Bu tema romanda yaşanan yasak aşkın insanların hayatının üzerindeki yıkıcı ve yaralayıcı etkisini gözler önüne sermiştir.

Yozlaşma: Uşaklıgil bu romanıyla geleneksel Türk aile yapısının çöküşünü, ahlaki değerlerin yok oluşuna dikkat çekmiştir. Bunu üç karakter üzerinden anlatmıştır: Firdevs Hanım, Bihter ve Behlül.

Kıskançlık: Bu tema romanın genelinde işlenmiştir, bu duygunun ne kadar güçlü bir duygu olduğunu, önlenemez olduğunda sonucun büyük bir yıkıntıya yol açtığını görüyoruz.

İntihar: Romanın sonunda okuyucu etkileyen intihar olayıdır. Eminim ki pek çoğumuzun hafızasına yer edinmiş sahnelerden biridir intihar sahnesi.

Yalnızlık: Romanımızın en önemli temalarından biridir. Karakterlere baktığımızda hep yalnız olduklarını ve kendi iç dünyalarında yaşadıklarını görüyoruz.

Romanda dil ve anlatım; Kullanılan dil tipik bir Serveti Fünun döneminin dilidir yani ağır, sanatlı, süslü söyleyişlere bolca verilmiş. Tabii Uşaklıgil bunu romana titizlikle uygulamıştır.  Ayrıca bir cümlenin bir paragraf olduğunu, uzun ve sıralı cümlelerin de çok olduğunu belirtmek gerekir.

Peki, Aşk-ı Memnu romanı realizm akımıyla mı romantizm akımıyla mı yazıldı?

Bu sorunun cevabını şöyle verebilirim: Realizm akımı toplumsal konuların işlendiği romanlarda daha sık kullanılır. Bu bakımdan da birçok eleştirmen Aşk-ı Memnu’nun konusunun toplumsal olduğunu savunur ama giriş kısmında da bahsettiğim üzere Servet-i Fünun döneminde toplumsal konulara eğilmek pek mümkün değil. Bu yüzden Aşk-ı Memnu için kesinlikle realist bir romandır diyemeyiz. Çünkü içinde romantik unsurlara da rastlanır. Realist romanlarda bu romanda olduğu gibi kadere ve tesadüflere yer verilmez. Fakat bu duruma Aşk-ı Memnu ’da rastlıyoruz. Örnek vermek gerekirse; Nihal’in Behlül ile Bihter’in arasındaki ilişkiyi öğrenmesi tesadüf sonucu gerçekleşir.

Sonuç olarak; Aşk-ı Memnu, Batı edebiyatında gördüğümüz Madam Bovary ile çok benzeyen kurgusu ve konusu bakımından çok başarılı bir eserdir. Eleştirmenlere göre de Aşk-ı Memnu, Uşaklıgil’in en başarılı romanlarından biri olarak kabul edilir. Eser, topluma değil bireye dönük bir romandır. Karakterlerin psikolojik tahlilleri biz okuyuculara çok iyi yansıtılarak onların içinde bulunduğu ruh durumuna da bire bir tanık olduk.

Romanın çok başarılı bir eser olduğu su götürmez bir gerçek zaten. Bugün hâlâ üzerinde pek çok araştırmalar ve tartışmalar yapılmaktadır. Bence bir bakıma da ölümsüz bir roman diyebiliriz. Eminim ki bu romanı ölümsüz kılacak şey dili ve üslubudur.

Keyifli okumalar dilerim…