Beyin Biz Miyiz, Beyinsiz Miyiz? ”Sıcak Kafa” Kitap/Dizi İncelemesi

İnsanların dört temel becerileri içinde ilk geliştirdikleri beceri dinleme becerisidir. Henüz anne karnındayken işitme sürecimiz başlar. Devam eden süreçlerde konuşmayı daha sonra okumayı ve en son olarak da yazma becerimizi geliştiririz.

Gün içerisinde dinlediğiniz şeylerin listesini yapmayı denediğinizde aslında bu işin pek de kolay olmadığını fark edeceksiniz. Peki, dünyayı dinleme ve konuşma yoluyla yayılan bir virüs ele geçirseydi hayatımız nasıl bir yöne evrilirdi dersiniz?

Dil bilimin önemli dallarından biri olan semantik dil bilim, zaman içinde anlam değişiklikleri ile dilin yapısı, düşünce ve anlam arasındaki karşılıklı bağlantı gibi konular üstünde duran bir bilim dalıdır. Kullandığımız sözcükler dilin somut ve yüzeysel yapısını oluşturur. Bu ögenin zihinde uyandırdığı soyut anlam yüküne ise kavram adı verilir. Bu akademik terimlerden neden bahsettiğimi soracak olursanız kitabın dayandığı temel konu semantik bir virüsün insanlarda mantıksız ve hiçbir anlam içermeyen kelimeler ile konuşmalarına neden olan ARDS isimli bir hastalık yüzünden yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduklarını söyleyebilirim. Öncelikle kitabın konusuna kısaca değinelim.

Kitabın başkarakteri olan dil bilimci Murat Siyavuş dünyayı saran bu virüse çare arayan bilim insanlarından oluşan bir gruba dâhildir. Ancak yaşanan bazı olumsuz olaylar sonucunda bu grup ortadan kaldırılır. Yaşadığı bu olumsuz deneyim sonucunda yalnız yaşayan annesinin yanına sığınan Murat vaktinin büyük bir çoğunluğunu sadece belli başlı programların yayımlandığı televizyonu izlemekle geçirir. Virüsün çıktığı ilk anda insanlar abuklayan insan videolarını birbirlerine göndererek yayılım hızını arttırmışlardır ve bu yüzden internet kapatılmıştır. Kitapta değinilen bir diğer ilginç nokta ise insanların bu hastalığın kitaplardan yayıldığına inanmalarıdır. Artık insanlar kitap okumayı bırakmışlardır. Bu kısım bana kitapların düşman olarak görüldüğü ve yakılarak yok edildiği Fahrenheit 451 romanını getirdi.

İnsanlar Neden Dinler?

Kitapta bu soruya cevap olarak ‘’Merak’’ denilmiştir. İnsanlar arasında dinleme ve konuşma yoluyla yayılan bu hastalığa çözüm olarak ‘’Merakınızı kontrol altına alın, dinlemeyin!’’ sloganları ülkenin her yerine yayılmıştır. Peki, dinleme alışkanlığımızı nasıl kontrol altına alacağız derseniz de kulağınıza takacağınız ses geçirmez özellikteki kulaklıklar çare olarak gösterilmiştir.

Kitapta yer alan bir kısımda Kuzey Kore’nin nasıl toplu abukladığından bahsediliyor ve bu kısım kapalı kutu şeklinde yaşayan bu ülkeye güzel bir eleştiri olmuş diyebilirim. Anlatılanlara göre ülkenin başkanı konuşma yapmak ve salgın hakkında bilgi vermek için kürsüye çıkar. Başkanı dinlemek zorunlu tabii 🙂 kimse hastalığı kaptığını bilmiyor. Böyle bir hastalıktan haberleri var mı o bile belli değil. Ve başkan tüm televizyonlardan da canlı verilen konuşmasını yapmaya başlar. Pardon abuklamasını… Tüm ülke tertemiz toplu bir şekilde abuklar.

Hastalığa Bir Çözüm Yolu Var Mı?

Bu konuda farklı ülkelerden bilim insanları grupları çalışmalar yapmaya başlamıştır. Ancak bilindiği üzere abuklayan bir hasta üzerinde incelemeler yapmak oldukça risklidir ve çoğu araştırmacının da çözüm yolu ararlarken abuklamasına neden olmuştur. Murat Siyavuş ile aynı araştırma grubunda yer alan Nörolog Özgür karakteri oldukça zeki biridir ancak çözüm yolu ararken bir yandan da madde kullanımına devam etmesi ve kafasının dağınıklığı işleri çok zorlaştırmıştır. Özgür ilk yaptığı deneylerini Behzat karakteri üzerinde denemiştir. Bu karakter oldukça entel, edebiyata meraklı ve Osmanlı Türkçesine hakim bir kişidir. Özgür’ün yaptığı deneyler sonucu konuşmayı tamamen kesmiştir. Bununla da yetinmeyen Özgür farklı deneyleri Murat üzerinde denemekten de geri durmamıştır.

‘’Sıcak Kafa Neden Sıcak?

Özgür’ün yaptığı deneyler sonucu yan etki olarak başkarakterimizde sadece kafa bölgesinde oluşan ciddi bir ısınma söz konusu oluyor. Çok fazla düşünmemeye çalışan ve nasıl bir durumda olduğunu anlamak için abuklayan insanların seslerinin olduğu kayıtlar dinleyen karakterimiz hiçbir şekilde bu hastalıktan etkilenmiyor. Murat bunun kendisine verilen bir armağandan ziyade bir ceza olarak görüyor ve kendisini bu duruma getiren kişi olan Özgür’ü kendisini eski haline getirmesi için bulmaya karar veriyor.

Kitapta beni en çok etkileyen kısımlardan biri de hastalığın işaret diline de sıçramış olması. Sağırlar ve dilsizler okulunda nasıl olsa onlar duymuyor ve konuşmuyor diye düşünerek bu insanları umursamamışlar ve iki dil arasında aracı olan yani hem konuşup dinleyen hem de işaret diline hakim kişilerin abuklamasıyla hastalık işaret diliyle de yayılmaya başlamıştır.

Şimdiki zamanı yakalayamıyorsunuz, hep peşinden koşuyorsunuz. Ve bir de bakıyorsunuz ki o zaman çoktan geçmiş olmuş. Şimdiki zamanı yakalayabilir misin?

SICAK KAFA DİZİSİNE ELEŞTİREL BAKIŞ

Aralık ayının ilk haftası yayımlanan dizinin çekimleri yaklaşık olarak üç yıl sürmüştür. Distopik İstanbul’u görmek bana farklı bir haz verdi. Kitap ile dizi arasında farklılıklar bulunuyor ancak değinilen temel konu aynı. Afşin Kum tarafından kaleme alınan kitap 192 sayfadan oluşuyor. Kitap diziye aktarıldığında normalde kitapta bulunmayan karakterler ve bazı olaylar eklenmiş.

Dizide Salgınla Mücadele Kurumu (SMK) salgını bahane ederek yönetimi ele geçiriyor ve bu yönetim ile halk arasında oluşan Artı bir isimli grubun çatışmalarını görüyoruz. Murat’ın hem kendi ile hem çevresi ile çatışmaları diziyi akıcı kılıyor. Kullanılan bazı motiflerin diziye renk katığını da belirtmek isterim bunlara da değineceğim.

Değinmek istediğim başka bir konu ise altıncı seviyede (yani en yüksek seviyede) ARDS hastası olan Haluk’un zamanında abuklamasına yol açtığı Murat ile arasında sebebini tam bilmediğimiz bir zihinsel bağ söz konusudur. SMK ajanları tarafından aranan karakterimiz ajanların onu kıstırması sonucu köşeye sıkışır. Uzun zamandır ağzını açmayan Haluk sadece dört kelime kullanarak ”Söz Varmaya, Kulak Olmaya” kulaklıkları dahi takılı olan ajanları kemik titreşimi sonucu abuklatmayı başarır. Sözünü ettiğim bu kısım bana bir kaç ay önce okuduğum ve incelemesini de yaptığım Dune romanında yer alan kelimelerin gücünü kullanarak insanlara hükmeden Bene Gesserit Rahibelerini hatırlattı.

Bilinç Akışı Tekniği ve Abuklama

Abuklayan insanların konuşmaları bana bilinç akışı tekniğini hatırlattı. Zihnimizden geçen düşünceleri hiçbir mantık akışı içinde olmadan söylediğimizde abuklamanın nasıl bir şey olduğunu kendi üzerinizde görebilirsiniz. Hem kitapta hem dizide değinilen başka bir konu da abuklayan bir insanı neden dinleriz sorusudur. Buna cevap olarak ‘’Öğrenmeden aldığımız haz.’’ yanıt olarak verilmiştir. Bir insanın öğrenmeden aldığı hazzı kesersek o insan nasıl bir canlıya dönüşür? Sokakta sadece yürüyen birbirleri ile iletişime geçmeyen insanlar olduğunu düşünün. İnsanı insan yapan öğrenme becerileri değil midir?

Dizide Kullanılan Motifler

Kardelen Motifi: Doğanın öldüğü mevsimde yaşamın inadı kardelen… Dizide Murat ve aşık olduğu Şule karakteri arasında sıklıkla gördüğümüz kardelen çiçeği Murat’ın otobüs durağında Şule’yi ilk gördüğü anda kaldırımda taşların arasından çıkmış bir şekilde karşımıza çıkıyor. Yine başka bir bölümde SMK tarafından aranan karakterimiz teslim olacakken duvarın dibinde bir kardelen görür ve kaçmaya karar verir. Yani kardelen yani umut yani ışık…

Sarı Renk Motifi: Dizide Haluk karakterinin sarı renk tulum giymesi, dizi afişinin sarı renk ağırlıkta olması örnek verilebilir. Sarı renk psikolojide güneş ışığının ve altının rengidir; varlığı, yaşamı, zekayı, arzuları ve ruhsal gelişimi simgeler… 

Beyin ve Ağaç Dalları Motifi: Haluk ile Murat arasındaki zihinsel bağı göstermek için sıklıkla bu motifin kullanıldığını görüyoruz. Orman, ağaçlar, ağaç dalları, beyin, beynin içerisindeki damarlar arasında sürekli bir analoji kurulduğunu söylemek mümkün.

Çok uzağa distopik bir dünyaya gitmemize gerek yok aslında. Sokağa çıkıp çevreye şöyle bir baktığımızda da abuklayan insanlar görmek mümkün. Hayatın olağan akışı içinde kaybolduğumuz şu zamanlarda sevdiklerinizle olabildiğince sohbet edip küçük bir çocuğun size anlatmak istediklerine kulak verin. Şu anı yakalayalım ve bugünün yarının dünü olduğunu unutmayalım.

Reklam

Ya Paralel Evren Gerçekse?

“Yaşayan ve düşünen bir evrende yaşamaktayız.” -Spinoza-

Evren ilk varoluşundan itibaren binlerce gizemi bünyesinde barındırır. Bilinmeyen gezegenler, bilinmeyen boyutlar, kara delikler ve daha keşfedilmeyi bekleyen binlerce sır… Çözülememiş bunca sırrın yanı sıra zamanın başka bir evren için de aktığını düşünün. Kulağa inanılası gelmiyor değil mi? Gelin hep birlikte biz de bu gizemin bir ucundan tutalım. (:

Paralel Evren Nedir?

“Çoklu Evren” olarak da bilinen paralel evren, sonlu ve sonsuz var olan evrenlerin hipotezsel bütününü oluşturur. Bu evren var olan her şeyi (zaman, fizik kuralları, mekan evrendeki enerjiler vb.) içinde barındırır. Paralel evrenin bir diğer adı da alternatif evrendir. Ayrıca pek çok çalışma sonucunda bilim insanları tek bir paralel evrenin olmadığı, birden çok paralel evren olabileceği sonucuna varmışlardır. Paralel evren ile ilgili yürütülen pek çok çalışma vardır ama en önemli çalışmaları yürüten NASA olmuştur. Kurulduğu tarihten bu yana evrenle ilgili onlarca bilinmeyeni ortaya çıkaran NASA, paralel evren araştırmalarıyla da zaman zaman gündeme gelmektedir.

Teorinin Doğuşu:

Çoklu evren, her evrenin doğasını ve evrenler arası kurulmuş olan bütün ilişkileri içermektedir. Paralel evrenler; fizikte, psikolojide kozmolojide, astronomide, dinde, felsefe gibi alanların tümünde hipotezler kurulmasını sağlamıştır. Paralel evren terimi ilk kez Amerikalı psikolog ve felsefeci William James tarafından 1895 yılında kullanılmıştır. Bundan yıllar sonra ise Amerikalı fizikçi Hugh Everett çoklu evren teorisi ele alınmış zamanla kuantum fiziği alanında ilgi çekici ve çok tartışılan bir olgu haline gelmiştir. Kuantum fiziğinden türetilen çoklu evren teorisine göre dünya üzerindeki canlıların alternatif kopyalarının yaşadığı çoklu evrenler bulunmaktadır. Ancak bazı araştırmacılar bu durumun bütün evrenlerde geçerli olmadığını savunmaktadır. Bazılarına göre ise bu alternatif klonlar ait oldukları gerçek kimliklerin yaşamlarının birebir aynısına sahiptirler. Yani kendi hayatınızın aynı zaman dilimi içerisinde klonunuz tarafından da yaşandığını düşünün. Tüyler ürpertici değil mi?

Nasa’dan Çoklu Evren Açıklaması:

NASA paralel evren ile ilgili yıllardır şaşırtıcı çalışmalar yürütmektedir. NASA’nın yaptığı son çalışmalardan birinde şaşırtıcı sonuçlar elde edilmiş ve insanlığa heyecan verici açıklamalar sunulmuştur. Peter W. Gortham öncülüğünde, Hawaii Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada ulaşılan veriler çoklu evrenin gerçek olabileceği iddialarına sebep olmuştur. Peter W. Gorham öncülüğündeki araştırma grubu Antarktika bölgesinde yer alan buzulların yüksek enerji içeren nötrinolarla etkileşime girdiğinde yaydığı radyo dalgalarını tespit eden özel bir biçimde tasarlanmış, özel maddeden yapılan bir balon kullanmıştır. Bilim insanları balonun üçüncü kez uçuşunun sonuçlarını balonu önceki uçuşları ile kıyaslamıştır. Bu kıyaslama sonucunda balonun önceki uçuşlarından elde edilen verilerin sonuçları incelendiğinde sinyalin uzaydan değil de daha çok yerin altından geldiği tespit edilmiştir. Tüm bu verilere göre parçacıkların zamanda geriye yolculuk edebildiği ve bunun paralel evrenlerin varlığına kanıt olabileceği öne sürülmüştür. Çoklu evreni işaret eden diğer bir olgu da Büyük Patlama teoridir. Tüm bunlara rağmen pek çok bilim insanı çoklu evren teorisine kuşku ile bakmaktadır. Yine de NASA’nın yürüttüğü bu çalışma ile birlikte çoklu evren olgusuna inanan bilim insanı sayısında hatrı sayılır bir artış meydana gelmiştir.

Sicim Teorisi

Sicim teorisi kuantum fiziği ile Einstein’ın genel görelilik kuramını birleştiren bir teoridir. Sicim kuramına göre evrendeki tüm maddeler sicim adı verilen titreşimli, atomatlı parçacıklardan oluşmaktadır. Sicimler titreşerek proton ve nötroları oluşturur. Sicim teorisi 6 boyuttan oluşur. Bu boyutların beşincisi ise paralel evrenler boyutudur. Bu boyutta zamanın işleyişinde bir kırılma yaşanır. Bu kırılmanın sonucunda sicimler farklı titreşimlerde bulunarak paralel evrenleri meydana getirir. Pek çok fizikçi bu teorinin kanıtlanabilirliğinin düşük olması nedeniyle teoriyi kaydadeğer görmemektedir. Çünkü sicim denilen parçacıklar ışığın en küçük dalga boyundan bile daha küçüktür bu nedenle günümüzde bu parçacıkları inceleyebile ek bir cihaz bulunmamaktadır. Günümüz biliminde evreni açıklayan iki farklı teori vardır. Birincisi Albert Einstein’ın genel görelilik kuramı, diğeri ise evrendeki maddeleri ve atomları inceleyen kuantum fiziğidir. İşte bu iki teori eş zamanlı olarak, bir bütün halinde incelendiğinde insan oğlunun evreni bütünüyle anlaması ve evrenin sır kapılarını aralaması mümkün olacaktır.

SpaceX

Space Exploration Technologies Corporation yani Uzay Keşif Teknolojileri Şirketi adıyla kurulan SpaceX son 10 yıldır adından çokça bahsettirdi. Gerek şirketin sahibi Elon Musk gerek yaptıkları çılgın projeler ile daha da adından söz ettirecek. Şirketin kuruluş amacı ise Mars’ı kolonileştirmek ve uzay taşımacılığındaki maliyeti düşürmek. SpaceX 14 Mart 2002 yılında ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki Hawthorne şehrinde kuruldu. Normalde havacılık şirketi kurmak herkesin yapabileceği işlerden değildir. Elon Musk Paypal’dan elde ettiği gelirler ve kendi servetinden katarak kendi servetinden şirkete 100 milyon $ yatırım yapmıştı. Bu zamana kadar Falcon ( roket ailesi ) , Dragon ( uzay aracı ) , Starlink , Starship gibi birçok başarılı projelere imza atmışlardır. İlk başarıları 28 Eylül 2008 tarihinde, özel sektör tarafından finanse edilen ve yörüngeye ulaşan ilk sıvı yakıtlı roket olan Falcon 1 roketidir. SpaceX 9 Aralık 2010 tarihinde, bir uzay aracını uzaya fırlatan, yörüngeye oturtan ve bu uzay aracını (Dragon) başarılı bir şekilde Dünya’ya geri getiren ilk özel sektör şirketi olması şirketin adının duyulması ve popülerliğini arttırmıştır böylelikle insanların algısı da değişmiştir. Tüm dünyanın uzay ile ilgili NASA’dan haber beklerken SpaceX yaptığı çılgın projeler ve başında Elon Musk’ın olması SpaceX’i benim gözümde NASA’nın önüne çekmiştir. Şirket 2012 yılında Uluslararası Uzay İstasyonuna bir uzay aracı (Dragon) yollayan ilk özel sektör şirketi oldu. 2020 yılında ise SpaceX şirketin alışmış olduğu görevlerden farklı olarak Uluslararası Uzay İstasyonuna Crew Dragon’u yollayarak insanlı bir görev gerçekleştirdiler. Şirket ilerleyen yıllarda , 24 Ocak 2021 tarihinde tek bir roket fırlatması ile 143 uydu taşıyarak tüm zamanların en fazla taşınan uydu görevini yerine getirdi. SpaceX üretim , maliyet fiyatlarını kontrol altında tutabilmek ve motor ve aviyonik alanda kendilerini geliştirmek adına birçok tasarımı ve üretimi şirket içinde yapmışlardır böylelikle hem şirketin motor alanında gelişmesi hem de azalan maliyet şirketin kâr elde etmesini sağlamıştır. SpaceX’in Houston, Texas; Chantilly, Virginia; ve Washington, D.C. konumlarında bölgesel ofisleri bulunmaktadır.

Roket Çeşitleri

Falcon 1 , Falcon 9 ve Falcon Heavy olmak üzere 3 adet roketleri bulunmaktadır. Falcon 1 2006 yılında ilk uçuşunu yapmıştır. Falcon 1 roketinin amacı daha büyük ve opsiyonel olan Falcon 9 roketinin geliştirilmesinde yer almaktı. Falcon 9 ise 2014 yılında ilk uçuşunu yaptı. Falcon Heavy ise 6 Şubat 2018 tarihinde fırlatıldı. 3 çeşit motor üzerinde çalışmaktadırlar.  Merlin ile Kestrel, ve Draco roketi şirketin ilk kurulduğu yıllardan beri geliştirdikleri roketler , son yıllarda ise bu roketlerin yanı sıra Superdraco ve Raptor geliştirilmektedirler.

Başarısız Roket Denemeleri

Turkey’s success in the production of unmanned aerial vehicles

Turkey has achieved important developments in the field of unmanned aerial vehicles in recent years. Unmanned aerial vehicles provide the opportunity to use even in bad weather conditions shaped according to the weather conditions of Turkey. Anka produced by Tusas and Bayraktar unmanned aerial vehicles produced by Baykar are the cornerstones of Turkey’s unmanned aerial vehicle. Turkey used these vehicles on many battlefields. The most used place was the war of Karabakh and azerbaijan achieved great succes in the war thanks to Bayraktar TB2.

Historical development

Bayraktar TB2

Bayraktar Blok A First Automatic Flight Test was completed on 8 June 2009 at Keşan Military Airport. On October 3, 2009, Bayraktar Blok A carried out the flight tests in the presence of the official delegation at Sinop Airport. On January 6, 2012, the Tactical UAV Development Project started. It made its maiden flight on 29 April 2014. Until today , more than 200 have been produced. The unit cost is 6 million dollars.

TUSAŞ Anka

Anka male is in the UAV class. Designed for tactical surveillance and reconnaissance missions in the early 2000s. Anka has proven itself in many tasks by undergoing changes over the years. Anka, which was produced for Turkey’s need for medium altitude unmanned aerial vehicles, made its first flight on 30 December 2010. It was put into service in April 2013. Anka-S, the advanced model of Anka, was put into service in 2017. 58 units are produced and the unit cost is 5-8 million dollars. Anka being used in Turkey and Syria.

Technicial Specifications

Bayraktar TB2

Body length : 6.5 m

Wingspan: 12 m

Total Takeoff Weight: 700 kg

Payload Weight: 150 kg

Max speed: 120 Knots

Usual Cruising Speed: 70 knots

Service altitude: 27,000 feet

Airtime: 27 Hours

Operation radius: 300 km

TUSAŞ Anka

Body length: 8 m

Wingspan: 17 m

Total Takeoff Weight: 1.500 kg

Payload Weight: 350 kg

Max speed: 217 km/h

Usual Cruising Speed: > 75

Service altitude: 30,000 ft

Airtime: 24 – 32 hours

Operation radius: 200 km

Weapon Systems

Bayraktar TB2

L-UMTAS , MAM , Roketsan Cirit

TUSAŞ Anka

Roketsan UMTAS , Roketsan CİRİT , Roketsan MAM-L , Roketsan MAM-C

Operators

Bayraktar TB2

Turkey , Qatar , Ukraine , Azerbaijan , Libya , Poland , Morocco

TUSAŞ Anka

Turkey , Tunisia

Dondurulmuş İnsanlar

Dondurucular sayesinde pek çok besini uzun süreli olarak saklayabiliyor ve bunları sonradan tüketebiliyoruz. Hepimizin dondurucusunda dondurulmuş gıdalar bulunur. Meyveler, sebzeler, dondurmalar… Dondurulmuş gıdanın ne demek olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki ya dondurulmuş insan? Tüylerinizin diken diken olduğunu hisseder gibiyim. Yapılan deney belki de tıp tarihinin en büyük deneylerinden biri olabilir. Bu yazımda sizin için ilgi çekici olabileceğini düşündüğüm dondurulmuş insan deneyi konusunu ele almak istiyorum.

Nasıl Başladı?

Dünya üzerindeki ilk dondurulmuş insan James Berdford’dur. James Bedford Amerikalı, ünlü bir bilim insanıdır. Araştırmacılar insan dondurma düşüncesinin filizlerinin Benjamin Franklin’in bir mektubunda ortaya çıktığından bahsediyor. Mektubun yazılmış olabileceği tarihin ise 1773 yılları olabileceği düşünülüyor. Yine aynı tarihte “ölümü erteleme” çalışmalarıyla tanınan ünlü tıp araştırmacısı Jacques Dubourg bir yazısında şu satırları kaleme alıyor: “Keşke insanları dondurup ileride uyandıracağımız bilimsel bir metot olsaydı.” Bu tarihten 2 asır sonra bir fizikçi olan Robert Ettinger insan dondurma konusunu tekrar gündeme getirmeyi başarıyor. Bununla birlikte 4-5 yılın sonunda ilk insan dondurma deneyi gerçekleştiriliyor. James Berdford donduruluyor. Bu işlemin adına da “cryonics” deniliyor. Bu projenin temelinde yatan düşünce ise günümüz tarihinde tedavisi mümkün olmayan kanser vb. hastalıkların gelecekte ilerleyen ve gelişen tıp yöntemleri ile tedavi edilebileceği düşüncesidir.

Çalışmayı Kim Yürütüyor?

Cryonics Enstitüsü bu çalışmayı yürüten enstitüdür. Aynı zamanda James Berdford’un dondurulduğu enstitüdür. Cryonics ilk yıllarda bu deneyi başarılı bir şekilde yürütmeyi başarmış fakat sonra oluşan enerji problemi sebebiyle dondurulmuş olan 9 insandan bazılarının buzlarının çözüldüğü fark edilmiş, bu nedenle de güvenilirliği ciddi bir şekilde zedelenmiştir. İlerleyen yıllarda da dondurulmuş bedenlerden sadece James Berdford’un bedeni kurtarılabilmiştir. Cryonics Enstitüsü deneylerini günümüzde de yürütmektedir. Ben kendi adıma küçük bir inceleme yaptım. Cryonics’in internet sitesine girdiğimizde “ Hayatta İkinci Bir Şans” başlığıyla karşılaşıyoruz. Daha sonra ideallerinin ve hizmetlerinin yazılı olduğu metinlerle karşılaşıyoruz. Bunun dışında bu projeye dahil olmuş hastaların genel bilgileriyle karşılaşıyoruz. Her hastaya kendi şahsına ait bir numara verilmiş ve numaralarının yanında hastanın sağlık durumu kısaca belirtilmiş, bunun yanı sıra hangi tarihte öldükleri ve dondurulmaya başlandığı bilgilerine ulaşabiliyoruz. Eğer daha fazla merak ettikleriniz varsa “bilgi al” butonuna tıklayıp e-posta belirterek sorularınızı iletebiliyorsunuz. Ayrıca site pek çok dil seçeneği sunmakta. Giriş yaptığınızda kendi dilinizi seçip siz de siteyi inceleyebilirsiniz.

İşlem Nasıl Gerçekleşiyor?

Ölü beden ilk önce buz kalıplarına konularak . Soğutma işlemi gerçekleştikten sonra göğüs kafesi açılıyor, vücuttaki kan damarlarından çekiliyor. Daha sonra kan yerine -50 derece gliserol enjekte ediliyor. Bunun sonucunda vücut ısısı -50 dereceye düşüyor. Hücre çevrelerinde yer alan vücut yağlarının buruşmaması ve düzgün kalması için , içinde sıvı nitrojen olan metal silindir içerisinde -196 derecede muhafaza ediliyor. Bütün bu önlemler alınmadan beden dondurulursa buz kristalleri hücrelerin çevresini sarıyor ve su kaybına sebep oluyor. Bunun sonucunda gerilmiş olan hücre zarı yırtılıp parçalanıyor. Bu nedenle de önlemek amacıyla gliserol gibi donmayan kimyasal maddeler dondurulan insan vücuduna enjekte ediliyor. Dondurma işlemi bu şekilde gerçekleşiyor.

Dondurulan Diğer Canlılar

Dünya üzerinde dondurulmuş tek canlı insan değildir. Bu ve buna benzer deneylerde yer alan pek çok hayvan ve mikroskobik canlılar da mevcuttur. Araştırmacılar Sibirya’da 24 bin yıllık donmuş bir organizma bulunduğunu ve hayata döndürüldüğünü söylemişlerdir. Bu çalışmayı yürüten Rus bilim insanları özellikle mikroskobik canlıların dondurularak uzun yıllar hayatta tutulabileceği konusunda açıklamalar . Daha önce yapılan çalışmalar da bu canlıların 10 yıla kadar donmuş durumda hayatta kalabileceklerini göstermekteydi fakat yapılan çalışmalar yeterli değildi ve daha fazla çalışmaya ve kanıta ihtiyaç vardı. Bunun üzerine Japon bilim insanları da bir mikroskobik canlıyı dondurup 9 yıl beklettikten sonra dondurulan canlının buzunu çözdüler. Dondurulan mikroskobik canlı yaşıyordu Bu da bu tür deneylerin doğruluğunu kanıtlamaktaydı. Bilim sonsuz bir yolculuktur. Bakalım gelecekte bizleri neler bekliyor olacak?

DİL EDİNİMİ VE KRİTİK DÖNEM

Dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan en büyük araçtır. Bu özelliğiyle dil, insanları diğer canlılardan ayıran temel bir özelliğe sahiptir. Çevremizde var olan hayvanlar, bitkiler vb. ses ve beden hareketleriyle iletişim halinde olsalar da hiçbir şekilde daima üreten, canlı ve sistem durumunda olan, konuşmamızı sağlayan dil ile bir olamaz. İnsanoğlunun var olduğu ilk günden itibaren insanlar arasında iletişim, etkileşim daima olmuştur. Dilin gelişimi, kökeni ve farklılaşması tam olarak bilinmemekle birlikte, uzun bir sürecin ardından her dil milli bir kimlik kazanmış ve kuralları oluşmuştur.

Çocuklar tarafından zahmetsiz bir şekilde edinilen dil, bilinçli bir süreç değildir. Dilin gelişiminde; zeka, kişilik, hafıza gücü, kardeş sayısı, doğum sırası, ebeveyn iletişimi, sosyal yaşantı, bakım şekli gibi faktörler etkilidir.

Gelişim her alanında olduğu gibi dil yeteneği de bütün çocuklarda aynı oranda ve hızda gerçekleşmeyebilir. Ayrıca fiziksel ve bilişsel engeller var olsa bile tüm çocuklar gecikmeli de olsa dili edinmektedir. Fakat bu süreç normal bir gelişim içerisinde olan çocuklar arasında da farklılık gösterebilir. Genıshi, bir çocuk ilk kelimeyi 10. ayda diğer biri 20. ayda söyleyebilir. Bir çocuk kompleks cümleleri 5,5 yaşında diğeri 3 yaşında kullanabilir.” (Genishi, www.) diyerek bu konuya açıklık getirmiştir. Dili, dini, rengi, yaşamış olduğu sosyal çevre dil gelişiminde oldukça etkili faktörlerdir demiştik. Fakat dünyanın her yerinde bilimsel çalışmalar sonucunda açıklanan, dil gelişiminin ortak sonuçları vardır. Buna göre “dünyanın tüm kültürlerindeki çocuklar, ilk yılda tüm kültürlere özgü sesleri çıkarabilirler. Dünyadaki kültürlerin hepsinde, çocuklar 2-4 yaşları arasında konuşmayı öğrenirler.” Yapılan dil gelişimi çalışmaları sayesinde, çocukların ilk yıllarda aynı gramer kurallarını kullandıkları da saptanmıştır. Burada anlayacağımız en önemli nokta, küçük yaşlarda kendi doğamız gereği bu özelliğe sahipken hem ana dilimizi hem de maruz kaldığımız yabancı bir dili edinmek daha kolay olacaktır.

 

Kritik dönem ise, yaşa bağlı olarak belirli alanlardaki becerilerin edinilmesinde avantaj sahibi olunan dönemdir. Her bir beceri alanı için farklı kritik dönemler vardır. Dil de bu becerilerden biridir. Biyolojik temelli olan dil, çocuğun doğumdan orta çocukluk dönemine doğru büyürken anadilini öğrenme yeteneği belirli bir süre içinde gerçekleşir. Her bir yaş dönemi, önceki döneme göre daha karmaşık bir öğrenim aşamasıdır. Kritik dönem dediğimiz bu süreçte, kazanılmak istenilen beceriler, deneyimler gibi doğum öncesi ve sonrası gelişimi etkileyen çevreyle girdi ve çıktıların en fazla olduğu dönemdir. Bu nedenle kritik dönemi geride kalmış kişiler herhangi bir dil öğreniminde diğerlerine nazaran zorluk yaşarlar. Aynı şekilde okullarda verilen dil eğitimi, kritik dönemini atlatmış olanlar için hiçbir zaman o dili konuşan insanların yetişmiş olduğu seviyeye ulaşamayabilir.

Çocuklarda Konuşma Gecikmesi- Bölüm 2 - Medaim Yanık Kliniği

Küçük yaşlarda beyin gelişiminin çok hızlı olması ve dil ile beynin birbirini etkileyen iki unsur olması kritik dönemin önemini ortaya koymaktadır. Yapılan çalışmalara göre hedef dile maruz kaldıktan yaklaşık iki yıl sonra çocuk konuşmaya başlar ve hem ana dili hem de ikinci dil öğrenimi yaklaşık 12-13 yaşına kadar kolaylıkla sağlanır. Çünkü bu yaşa kadar beyin esnek nöron yapısına sahiptir. Bu süreçte ebeynlerin çocuğa karşı tavrı, iletişimi çok önemlidir. Onunla bebek dili dediğimiz dil ile konuşmaya devam edilirse, çocuk burada normalden uzun süre geçirmiş olur, yaşıtlarından geride kalır ve toplumsal bütünleşmede gecikme gerçekleşebilir.

Kritik süreçte ailenin etkisi olduğu kadar çevre de o derece önem taşır. Bu süreçte çevresiyle sürekli etkileşim halinde olan çocuk, algılayabilme, uyuyabilme, dürtü, ödül ve yasaları fark eder, davranışlarında ona göre değişiklikler meydana gelir. Duymuş olduğu sesleri, cümle haline dönüştürebilir. Edinmiş olduğu kelime sayısı da yine çevresiyle ne kadar etkileşim halinde olduğuna bağlıdır. Normal şartlarda bir birey 6 yaşına kadar 2500 sözcükten fazla sözcük edinir. Aksi bir durum varsa dil gecikmesi (ses, söz dizim ve anlamsal yönlerle ilgili işlevsel bir rahatsızlık) dediğimiz olay olabilmektedir. Bunun yanı sıra psikoz, otizm gibi kişilik rahatsızlıkları, zeka geriliği, duyuşsal rahatsızlıklar (sağırlık, körlük gibi), organik rahatsızlıklar da olabilmektedir.

Dil Öğreniminde Dil-Düşünme Etkileşimi

Dil ile beyin sürekli etkileşim halinde olan iki unsurdur. Buna bağlı olarak çocukların beyin gelişiminin oldukça hızlı ilerlediği bu dönemde, ana dilinin yanı sıra ikinci bir dil öğrenimi, zihinsel açıdan gelişmesini de sağlayacaktır. Bazı ailelerin bu konuda endişeleri olsa da doğru bir dil öğrenimi gerçekleşirse bu endişe yersizdir.

Bireyin dil gelişimi doğumu izleyen ilk beş yıl süresince en üst düzeydedir. Bu yüzden, bu dönem kritik dönem olarak adlandırılır. Buna en güzel örnek Dana Suskınd’ın yazmış olduğu “Otuz Milyon Kelime” kitabında bilimsel çalışmalarla elde edilen sonuçlardır. Kitapta, bebekler üzerinde deneyler yapılmış ve sonuç olarak kritik dönemin, bireyin hayatını nasıl şekillendirdiği gösterilmiştir. Bebekle çok fazla etkileşim halinde olan ebeveynler, çocuklarının geleceğini inşa etmede gayet başarılı olanlardır. Çünkü birey bir yaşla dört yaş arasında kendi dilinin sessel yapılarını aşama aşama edinmektedir. Bu dönemden başlayarak ana dilin dışındaki bütün dillerin ses birimlerini doğru biçimde üretme ve ince bir biçimde sesleri ayırt etmeye yönelik, ses organlarının uyum sağlayabilme yatkınlığının azaldığı saptanmıştır. Bu sebepten dolayı dil ediniminde kritik dönem, bireyler için son derece önem taşır. Özet olarak kritik dönemin, ebeveynlerin ilgisi ve alakasıyla, sürekli çocukla iletişim halinde olarak son derece iyi yönlendirilmesi gerekir.

Vtol Uçaklar

Son 60 yıl içinde mühendislerin titizlikle çalıştığı bir konu var. Tahmin edebileceğiniz üzere vtol uçaklardır. Vtol’un anlamına değinmek gerekirse dikey kalkış ve iniş yapabilen uçaklara denmektedir. Vtol uçakların uzun pistlere ihtiyaç duymadan kalkış yapması daha çok okyanus ötesi operasyonlarda kullanıldı. Vtol uçaklar için AV-8 HARRİER , F35 serisi , YAK-38 , V-22 OSPREY örnek verilebilir.

AV-8 HARRİER

Harrier 1978’den beri piyasada aktif rol almaktadır. Vtol yeteneklerine sahip çok yönlü hafif saldırı uçağıdır. Harrier’ların piyasa sürülmesi ile mühendisler vtol uçak yapımında cesaret kazanmış ve sektöre damga vurmuşlardır. Harrier 4 adet dönen nozzle’a sahip motor bulunmakta. Pilotlar nozzle lövyesi sayesinde iniş kalkışlar yapılmakta bundan dolayı harrier pilotları özel eğitim almaktadır. AV-8A’ların iyileştirilmesi ve AV-8B’lerde sistem geliştirmeleri yapılması sonucu AV-8C modeli ortaya çıktı. Birleşik Krallık , İtalya , İspanya , ABD kullanmıştır.

V-22 OSPREY

Helikopter ile uçak arasında geçiş formudur. VTOL ve STOL kalkış yeteneğine sahiptir. Daha uzun menzilli ve daha yüksek menzilli olması için tasarlanmıştır. İlk uçuş 19 Mart 1984 yılında yapmıştır. 160 adet üretilmiştir ve birim maliyeti olarak 67,1 milyon dolardır. Kullanıcılar ise ABD ve Japonya’dır.

YAK-38

Sovyetler Birliği tarafından 1971 yılında ilk uçuşunu yapmıştır. Sovyetler Birliği’nin ürettiği başarısız uçak diyebiliriz. Sovyetler Birliğinin ürettiği ilk vtol uçak özelliğini taşımaktadır. 3 motora sahip olmakla birlikte 2 motor iniş kalkış için 1 motor ise ana motor olarak kullanılmaktadır. Tasarım olarak ise AV-8 HARRİER’ e benzemektedir. Uçak’ın çok küçük olması az derecede faydalı yük taşıması ve menzilinin ise 371 kilometre olmasından dolayı 20 yıl kadar süre içinde emekli edilmiştir. Toplamda 231 adet üretilmiştir.

Lockheed Martin F-35 Lightning II

Ülkemizinde sipariş verdiği fakat diplomatik anlaşmazlıklardan dolayı projeden çıkartıldığımız uçaktır. Gelişmiş teknolojinin uçaklarda kullanıldığı son halidir. Radarlarda gözükmemesi , vtol olması , aviyonik olarak gelişmiş olması F-35 ön plana çıkartan özelliklerdendir. İlk uçuş olarak 15 aralık 2006 uçan F-35’den 526+ adet olarak üretilmeye devam etmektedir. F-35 önceki hayalet uçaklara göre daha az bakım gerektirecek şekilde tasarlandı. Kullanıcı ülkeler ise ABD , AVUSTRALYA , İNGİLTERE , GÜNEY KORE , İSRAİL , İTALYA , JAPONYA , NORVEÇ , POLONYA’dır.

Dillerin Tarihi ve Türk Dili

İlk Dil Nasıl Ortaya Çıktı?

Dillerin nasıl ortaya çıktığına dair literatürümüzde kesin bilgiler yer almamaktadır. Fakat dillerin nasıl ayrıştığı ile ilgili az da olsa bilgi sahibiyiz. Prof. Dr. Mehmet Ölmez dillerin ayrışmasıyla ilgili şöyle der: “Bugüne kadar ki bilgilerimiz kutsal kitaplara dayalıdır fakat 19.yüzyıldan itibaren dilbilimciler bu konuyla ilgilenmeye başlamışlardır kutsal kitaplardan ziyade insanlarla ilgilenmişlerdir. Geldikleri nokta bir dilin nasıl ortaya çıktığı, en eski dilin hangisi olduğu buna karar verememişlerdir. Bu konuyu bırakıp dillerin yapısını incelemeye başlamışlardır ve 20.yüzyıl dilbilimi bunun üzerine şekillenmiştir.”

Diller Nasıl Farklılaştı ve Çoğaldı?

Dünya üzerinde aktif olarak konuşulan dil sayısı kimi araştırmacılara göre 5000 kimi araştırmacılara göre ise 7000 civarındandır. Dil aileleri kollar şeklinde ilerlemiştir. Her dil birbirinden kelime düzeyinde, gramer düzeyinde de etkilenebilir.

Türkçe Nasıl ve Ne Zaman Ortaya Çıktı?

Prof. Dr. Doğan Aksan yazıtlardaki soyut sözcüklere bakarak Türkçeyi miladın başına kadar, yani 2000 yıl kadar eskiye götürmüştür. Fakat yazılı belgeli Türkçe ise 700’lü yıllara ulaşır. Bu tarihten önce yazılan yazıtlar da mevcut.

Türklerden Kalma En Eski Yazıtlar

552–630 arasında Türkler ilk devleti kurmuşlardır bu süre içinde ilk yazıtları bırakmışlardır. En eski yazıtları göz önünde bulunduracak olursak yazıtların üstündeki yazı bugün konuşulan Türkçemizden kelimelerin bulunduğu ama Türkçe olmayan bir dildir. Bu dil Soğdca ve bir tür Moğolca’dır. En eski Türkler bu iki dili kullanmışlardır. Bu yazıtlar Orhun Kitabelerinden daha eskidir. 6.yüzyılın son çeyreğine ait olan bu yazıt Kültigin ve Bilge Kağan’ın dedelerine aittir.

Soğdca ile yazılmış bir metin

8.yüzyıldaki yazıtlarda(Orhun Kitabeleri) bulunan metinlerle günümüz Türkçesinin gramer yapısı hemen hemen aynıdır.

Üze kök tengri asra yagız yer kılındukta ekin ara kişi oglı kılınmış.

Bu cümle Kültigin Yazıtının ilk satırıdır. Az da olsa cümleyi anladınız değil mi?

Günümüz Türkçesiyle

Yukarıda mavi gök aşağıda yağız yer (kara toprak) yaratıldığında ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış.

Türk dilleri hangi coğrafyalarda etkili olmuştur?

Türk dillerinin etkili olduğu coğrafya çok geniş bir alana yayılmıştır. Haritalar mutlaka farklılık gösterebilir ama genel olarak bu haritayı göz önüne alabiliriz. Renklendirilmemiş yerlerde Türk dili yoktur diyemeyiz. Dağınık olarak yaşamını sürdüren topluluklar mevcuttur.

  • Türk dilleri içinde en zor anlayabileceğimiz dil Çuvaşça’dır.
  • Bir de artık var olmayan bir dil olarak Fuyu Kırgızlarının dili söylenebilir. Kendi dillerine ait sadece 1000 civarında kelime biliyorlar. 

Türkçenin Dil Ailesindeki Yeri

Türkçe Ural Altay dil ailesinin Altay kolundandır ve sondan eklemeli bir dildir. Bu kolda Japonca, Korece, Moğolca, Mançuca ve Tunguzca yer almaktadır. Bu bilgiye göre Japonca ve Korece ile dil bakımından akrabayız fakat bu yanlış bir bilgi. Yani Korece ve Japonca ile herhangi bir dil akrabalığımız yoktur.

Bu durumu Prof. Dr. Mehmet Ölmez şöyle açıklıyor: “Japonca yalıtılmış bir dildir. Japonlar dillerini Endonezya diliyle, Afrika diliyle, Sanskritçeyle ve daha pek çok dille karşılaştırmışlardır. Sonuç olarak Japonca hiçbir dil ile yüzde yüz örtüşmüyor.”

Diyeceksiniz ki şimdi hani biz bu dilleri kolay öğrenebiliyorduk?

Evet, yine kolay öğrenebiliriz bu dillerle akraba olmamamız öğrenmemizi etkilemiyor çünkü yapı bakımından Türkçe ile benzerlik gösteriyorlar. Nasıl biz bir cümle kurarken sıralamamız özne, nesne, yüklem şeklindeyse bu sıralama Japonca’da da aynıdır. Bu yüzden diğer dillere göre daha kolay öğreniriz.

Sonuç olarak gördüğümüz üzere dilimizin çok köklü bir geçmişi var. Elbette literatürdeki bütün bilgileri bilemeyiz fakat yine de tarihimiz ve dilimiz hakkında az da olsa bilgi sahibi olmalıyız. Dilimize sahip çıkarak onu yozlaşmanın etkisinden kurtarabiliriz. Ülkemizin her bölgesi farklı ağızlara sahip. Bu da demek oluyor ki dil ve kültür alanında çok büyük çeşitliliğe sahibiz. Bu çeşitlilik ise bizim sahip olduğumuz en büyük hazinedir ve bu hazine ancak biz sahip çıkarsak var olacaktır.

Keyifli okumalar dilerim.

Yer Çekimi Kuvveti

Hiç düşündünüz mü, maddeler yeryüzünde nasıl sabit kalıyor? Uzayda cisimler havada süzülüyorken biz nasıl havada kalamıyoruz? İşte bunu sağlayan özel bir kuvvet var ve biz bu kuvvete yer çekimi kuvveti diyoruz. Bu kuvvet sayesinde maddeler havada asılı kalmıyor. Gelin hep birlikte yer çekiminin ne olduğunu detaylıca öğrenelim.

Yer Çekimi Nedir?

Yer çekimi dünyamızın kütle çekim kuvvetidir. Yer çekimi bir nevi mıknatıs olarak zihnimizde canlandırabiliriz. Yer çekiminin diğer bir adı da kütle çekim kuvvetidir. Isaac Newton tarafından 1642-1727 yıllarında keşfedilmiştir. Yer çekimi kuvveti maddelerin yerinde sabit kalabilmesini sağlar. Eğer bu kuvvet olmasaydı maddeler tıpkı uzay boşluğunda süzülen cisimler gibi havada asılı kalırdı. Kulağa ne kadar hoş gelse de esasen dünya için büyük bir tehdit oluştururdu. Her şeyin dengesiz bir biçimde havada süzüldüğünü düşünün. Biraz korkutucu değil mi?

Yer Çekimi Nasıl Ortaya Çıktı?

Hepimiz Isaac Newton’un hikayesini biliriz. Newton bir gün düşünmek için bir elma ağacının altına oturur. Bu sırada kafasına bir elma düşer ve Newton böylece yer çekimini bulur. Peki gerçekten de yer çekimi böyle mi keşfedildi? Dünya için belki de çığır açıcı nitelikte olan bu bilgi bu kadar basit bir şekilde mi ortaya çıktı? Aslında bu düşüncenin temellerini ortaya atan ilk kişi Aristo’dur. Aristo yukarıdan yere atılan cisimlerin düşüş hızının kütlesine göre değişiklik gösterdiğini fark etmiştir. Yani yukarıdan yere bıraktığı cisimlerden ağır olanı yere daha hızlı düşerken hafif olan cismim diğer cisme oranla daha yaklaş yere ulaştığını fark etmiştir. Aristo’dan sonra bu konuyla ilgili araştırmalar yapan diğer bir kişi de Galileo’dur. O da yaptığı çalışma da iki cismi farklı yüksekliklerden yere bırakmış ve düşüş hızlarının değişiklik gösterdiğini gözlemlemiştir. Bu çalışma sonucunda yere yakın mesafede olan cisimlerin düşüş hızlarının daha fazla olduğunu, yere uzak mesafede olan cisimlerin ise düşüş hızlarının daha yavaş olduğunu fark etmiştir. Aristo ve Galileo ne kadar araştırma yapmış olsalar da yer çekimi kanununu tam olarak açıklayamamışlardır.

Yer çekimi kanununu esas ortaya çıkaran kişi Isaac Newton’dur. Newton uzun yıllar boyunca yer çekimi kanununu araştırmış, bunun üzerine pek çok çalışma yapmıştır. Aslında Aristo’nun döneminde yer çekiminin ne olduğu biliniyordu fakat bilinmeyen bir şey vardı; o da cisimlerin bırakıldığı yere neden düz bir şekilde düştüğü konusuydu. İşte bu konuya son noktayı koyan kişi Newton’dur. Newton’un kütle çekim kuvveti kuramı tam olarak bu konuya aydınlık getirmektedir.

Yer Çekimi Dünyanın Her Yerinde Aynı Etkiye Sahip Mi?

Kütle çekim kuvveti olarak da adlandırılan yer çekimi kuvveti dünyanın her yerini aynı oranda etkilemez. Bunun en temel sebebi gezegenimiz olan dünyanın şeklinden kaynaklanmaktadır. Dünyamız tam anlamıyla bir küre şekline sahip olmadığı için yer çekimi kuvveti gezegenimizin her bölgesinde aynı etkiyi yaratmaktadır. Dünyamızın kendi etrafında yaptığı hareket sonucu gezegenimizin şeklinde bazı bozulmalar meydana gelir. Böylelikle dünyanın şekli kutuplardan basık, ekvatordan şişkin bir şekil almıştır.

Ay ve Dünya arasındaki yer çekimi etkileşimi de, dünyamızın şeklinde düzensizliklere sebep olmaktadır. Ayrıca yüzey şekilleri de kütle çekim kuvvetine göre değişmektedir. Bu nedenle de Ekvator bölgesinde bulunan bir dağın zirvesindeki cismin ağırlığı, deniz seviyesindeki ağırlığından daha düşük olur. Son dönemlerde yapılan pek çok araştırmaya göre buzullardaki erimelerin okyanus tabanının hareketli yapısının gezegenimizin kütle çekim alanını büyük oranda etkilediği sonucuna varılmıştır. Bunun yanı sıra dünya üzerindeki kayaçların yapıları, türleri de kütle çekim kuvvetini etkilemektedir.

Isaac Newton

Türk Bengü Taşları ve Türk Mitolojisinden İzler

Bengü taşlar, Köktürklerin ikinci döneminden kalmış olan yazılı anıtlardır. Orhun Vadisi’nde bulunan bengü taşlardan biri Köl Tigin adına, 732 tarihinde ağabeyi Bilge Kağan tarafından diktirilmiştir. Orhun Vadisi’ndeki diğer bengü taş, Bilge Kağan adına 735 yılında oğlu Tenri Kağan tarafından diktirilmiştir. Üçüncü bengü taş, Bayın Çokto mevkiindedir; Bilge Tonyukuk tarafından kendi adına 716-726 yılları arasında diktirilmiştir. Bengü taşlarda büyük bir ihtimalle Türklerin icadı olan Köktürk (runik) yazısı kullanılmıştır (Ercilasun, 2016: 339).

Köl Tigin Yazıtı
Bilge Kağan Yazıtı’nın Kopyası (Gazi Üniversitesi)
Tonyukuk Yazıtı

Türk Bengü Taşları, Türk tarihinin ve Türk edebiyatının bilinen en eski yazılı ürünleridir. İçerisinde bulunan siyasi ve sosyal mesajlarla birlikte Köktürklerin yaşayışları ve inanışları hakkında pek çok bilgiye ulaşılabilmektedir. Aynı zamanda bengü taşların Türk mitolojisinden izler taşıdığını görmek de mümkündür.

Tengricilik ve Türk Bengü Taşları
Orhun Abideleri’nde sıklıkla geçen ‘Tengri’ kelimesi Göktürklerin bir yaratıcı olduğuna inanmalarının göstergesidir. Tengri, bugünkü Türkiye Türkçesindeki ‘Tanrı’ kelimesinin eski söyleniş biçimidir. Tengricilik ya da Gök Tanrıcılık, İslamiyet’in kabulünden önceki eski Türkler arasında yaygın olan bir inanç sistemidir. Bu inanca göre kağan, Tengri (=Tanrı) tarafından seçilirdi. Bengü Taşlar’da bu düşünceye oldukça sık rastlanır. Örneğin Köl Tigin Bengü Taşı’nın güney yüzünde: “…Tanrı buyurduğu için, benim talihim olduğu için kağan oldum…” cümlesi geçmektedir. Bu cümleden de anlaşıldığı gibi kağanın Tanrı tarafından seçildiği’ inancı benimsenmiştir. Doğu yüzünde ise: “…Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye babam kağanı ve annem katunu yükseltmiş olan Tanrı, il vermiş olan tanrı, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye beni, o Tanrı kağan olarak oturttu…” olarak geçmektedir.

Bu inanca göre Tanrı her şeyi bilir, görür ve işitir. Kağanlara güç verir. Bu düşünce Köl Tigin Bengü Taşı’nın doğu yüzünde şöyle geçer: “…Tanrı güç verdiği için babam kağanın askerleri kurt gibi imiş, düşmanı {ise} koyun gibi imiş…” Aynı zamanda kurt, Türkler tarafından yıllardır kutsal kabul edilmiştir. Bunun nedeni Türklerin, bir bozkurdun soyundan geldiklerine inanmalarıdır. Aynı zamanda kurdun özgürlüğüne düşkün, güçlü ve savaşçı olması Türkler tarafından güçlü ve savaşçı ruhlu kişilere “kurt gibi” benzetmesi yapılmasına neden olmuştur.


Türk Mitolojisindeki Tanrılar/İyeler ve Türk Bengü Taşları
Orhun Abidelerinde Türk mitolojisindeki Yer-Su ve Umay Ana’dan da bahsedildiği görülür. Yer-Su İyesi, Türk mitolojisinde bir külttür. Türkler, Yer-Su İyelerinin, ölmüş atalarının ruhları olduğuna inanırlardı. Köl Tigin Bengü Taşı’nın doğu yüzünde Yer-Su ile ilgili şöyle geçer: “…Yukarıda Türk Tanrısı, Türk’ün kutsal Yeri-Suyu şöyle yapmış; Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye, babam İlteriş Kağan’ı, annem Bilge Katun’u Tanrı tepelerinden tutup yukarı kaldırmış…”

Bilge Kağan Bengü Taşı’nın doğu yüzünde ise: “…Üstte Tanrı, kutsal Yer-Su, (amcam) kağanın ruhu razı gelmedi…” olarak geçmektedir. Umay Ana ise Tengricilik inancında Tanrı’dan sonra gelen en önemli kutsal varlık kabul edilirdi. Bunun nedeni Umay’ın anneleri, çocukları ve hayvanları koruduğuna inanmalarıydı. Köl Tigin Bengü Taşı’nın doğu yüzünde Umay ile ilgili şöyle geçer:“…Umay’a benzer annem katunun talihi sebebiyle kardeşim Köl Tigin erlik adını buldu…” Tonyukuk Bengü Taşı’nın batı yüzünde ise: “…Hiç şüphe yok ki Tanrı, Umay, kutsal Yer-Su {onları} bastı…” olarak bahsedilmektedir. Abidelerde Umay’dan başka tanrının ismi geçmemektedir.

Yedi (7) Sayısı ve Türk Bengü Taşları
Eski Türklerde 7 sayısı kutsal kabul edilirdi. Örneğin Altay Türklerine göre ay tutulması ‘yedi başlı dev’ yüzünden gerçekleşir. Kırgız Türkleri ise ‘Küçük Ayı’ yıldızını ‘Yedi Bekçi’ olarak adlandırır. Orhun Abidelerinde de sıklıkla geçen yedi (7) sayısı göze çarpar. Örneğin Abidelere göre İlteriş Kağan, on yedi (17) erle birlikte baş kaldırmıştır. Daha sonra Tanrı güç verdiği için yetmiş (70) er ve daha sonra yedi yüz (700) er olmuşlardır.

“Babam kağan on yedi erle baş kaldırmış. {Çin’den} dışarıya yürüyor diye haber işitince şehirdekiler dağa çıkmış, dağdakiler inmiş, derilip yetmiş er olmuşlar. Tanrı güç verdiği için (…) Hepsi (…) yedi yüz er olmuş…” (Köl Tigin Bengü Taşı – Doğu Yüzü)

Ötüken/ Ötüken Dağı ve Türk Bengü Taşları
Ötüken, günümüzde Moğolistan sınırları içerisinde, Orhun Nehri’nin yakınlarında yer alır. Türkler tarafından ‘Toprak Ana’ olarak adlandırılmış ve kutsal kabul edilmiştir. Türklerin yeryüzünde ilk olarak Ötüken’de var olduğu ve Ötüken’den Dünya’ya yayıldığı da kabul edilir. Orhun Abidelerine göre Ötüken; güvenli ve sığınılması gereken bir yerdir. Ayrıca devlet en iyi Ötüken’de yönetilir. Eğer Ötüken terk edilirse insanın başına türlü felâketler gelir.

“…Türk kağanı, Ötüken Dağlarında oturursa ülkede sıkıntı olmaz…” (Köl Tigin Bengü Taşı – Güney Yüzü)

“…Bunca yerlere dek ordu yürüttüm; Ötüken Dağlarından daha iyisi hiç yokmuş; devleti yönetecek yer Ötüken Dağları imiş…” (Bilge Kağan Bengü Taşı – Kuzey Yüzü)

“…Kutsal Ötüken Dağlarının halkı, gittiniz. (…) Gittiğiniz yerlerde kazancınız (!) şu oldu: Kanınız su gibi aktı, kemiğiniz dağ gibi yattı. Beyliğe layık erkek evlatlarınızı kul ettiniz; hanımlığa layık kız evlatlarınızı cariye yaptınız…”
(Bilge Kağan Bengü Taşı – Doğu Yüzü)

Görüldüğü üzere Orhun Abideleri sadece bir siyasetname örneği değildir. Göktürklerin yaşayışını, inancını ve bu inancın getirmiş olduğu düşüncelerine de yer verir. Göktürklerin Tengricilik anlayışının yanında Türk mitolojisindeki tanrılardan Umay Ana’yı ve bir kült olan Yer-Su İyesini de kutsal kabul ettiği söylenebilir. Bunun yanında Abidelerden de anlaşılacağı gibi yedi (7) rakamını ve Toprak Ana Ötüken’i de kutsal kabul etmişlerdir. Buna ilkel-mitolojinin izleri de denilebilir.

Et Yiyen Bitkiler

Bitki yiyen canlılar olur da diğer canlılardan beslenen bitkiler olmaz mı? Şaşırtıcı da olsa bu bir gerçektir. Yani doğada kendi besinlerini kendileri üreten bitkiler olduğu gibi etobur bitkiler de vardır. Sıradan bitkiler kendi besinlerini kendileri üretirler. Bunun için de su, oksijen, karbondioksit ve güneş ışınları gibi dış etmenleri kullanırlar. Peki etobur bitkiler nasıl beslenir? Bu soruyu benim kadar sizin de merak ettiğinizi biliyorum ve bu sebeple sizler için küçük bir araştırma yaptım. Bakalım etobur bitkiler nasıl besleniyorlar?

Etobur Bitkiler:

Bazı bitki türleri yaşadıkları ortamlarda hayatta kalabilmek için azota ihtiyaç duyarlar. Azota ihtiyaç duyan bu bitkiler ihtiyaçlarını çevrelerindeki böceklerden ve sineklerden karşılarlar. Etobur bitkiler avladıkları böceklerin proteinlerini emerek beslenirler. Bunu yaparken de kendilerine bahşedilmiş olan mucizevi yapıdaki tuzaklarını kullanırlar. Bu tuzaklar böcekler tarafından oldukça ilgi çekici bir yapıya sahiptir. Tuzağa yakalanan böcekler bir daha kurtulamaz ve etobur bitkiler için besleyici bir besine dönüşürler. Araştırmacılar yeryüzünde 600’e yakın türde etobur bitki türü olduğunu söylemektedirler. Etobur bitkiler 4 farklı beslenme tipine sahiptirler.

1- Yapışkan Tuzaklar:

Bazı bazı etobur bitkilerin yapraklarının uçlarında yapışkana benzer bir sıvı bulunur ve yapışkanın olduğu kısımlar tüylerle gizlenir. Bu yapışkan Güneş ışınlarının etkisi ile su damlası gibi parıldar ve böceklerin ilgisini çeker. Sıvıyı gören böcek, yapışkan sıvının olduğu bölgeye yaklaşır ve buraya yapışır. Özellikle de susayan böcekler bu tuzağa düşer ve bitkiye yem olurlar.

2-Ani Kapanan Tuzaklar:

Dünyada en çok bilinen ve en çok tanınan etobur bitki türü “Venüs Sinek Kapanı”dır. Bu etobur bitkinin yaprakları kapan şeklinde bir yapıya sahiptir ve bu yapraklar özel bir enzim salgılayarak böcek ve sinek türlerini bu kapana çekerler. Böcek salgılanan bu enzimin hoş kokusunu alır ve kapanın içine doğru ilerler. Böcek kapanın içerisine girdiğinde kapan ani bir hızla kapanır. Böylelikle bitki avladığı böceği sindirmeye başlar ancak sindirim süreci hızlıca olan bir durum değildir ve belli bir zaman içerisinde gerçekleşmektedir. Tuzağın açılması 12 saat sürer, böceğin sindirilmesi ise 1-2 haftayı bulmaktadır.

3-Emici Tuzaklar:

Bazı etobur bitkiler sulak ve yarı sulak alanlarda yaşarlar. Suyun içinde yaşayan etobur bitkilerde bu tür avlanma özelliği görülür. “Torba Otu Bitkisi” bu özellikte bir etobur bitkidir. Bu bitkiler küçük keselere sahiptir. Keseler içeri dolan suyun dışarı pompalanması ile meydana gelen basınca dayanan bir kapakla kapanır. Bir böcek ya da benzeri bir av bu kapıyı dokunduğunda kapı ani bir şekilde açılır ve av emilir. Bu süre saniyenin otuzda biri hızındadır.

4-Sürahi Tuzaklar:

Etobur bitki tuzaklarının içerisinde en ilkel olan tuzak biçimi sürahi tuzaklardır. Bazı ilkel etobur bitki türlerinde diplerinde su biriktiren yapraklar vardır ve bu yapraklar sürahi şeklindedir. Sürahiye benzeyen bu yapının dip kısmında suya benzer bir sıvı bulunur. Yaprak tarafından salgılanan bu sıvı suya benzeyen yapısının yanı sıra güzel bir kokuya da sahiptir. Aynı zamanda yapraklarının renk ve desenleri de böcekler açısından oldukça dikkat çekicidir. Bu sıvıyı gören böcek sıvının olduğu kısma doğru ilerler. Böceğin sıvıya doğru ilerlemesiyle bitkiye bir sinyal ulaşır. Bu sinyal avın yaklaştığının bir işaretidir. Bu sayede yapraklardaki tüyler sertleşir ve böceğin geriye dönüp tırmanmasını engeller. Bu nedenle böceğin kurtulma ihtimali yoktur. Geriye dönemeyen böcek sıvının içine düşüp salgılanan enzim sayesinde ölür. Bazı bakteriler tarafından böcek sindirilir ve bu sayede bitki de beslenme sürecini gerçekleştirmiş olur.

Küresel Isınma

Küresel ısınma Dünya’yı etkisi altına alan çok büyük ve riskli bir küresel çevre problemidir. Özellikle de son yıllarda Küresel ısınmanın etkisi geçmiş yıllara oranla daha çok hissedilmekte ve pek çok canlı bu sorundan olumsuz etkilenmektedir. Yıllar geçtikçe dünyamız koca bir ateş topuna dönüşmekte ve tüm canlılar için yuva olan bu güzel gezegenimiz çok büyük hasarlar almaktadır. Eğer evimiz olan bu gezegeni kaybetmek istemiyorsak bir şeylerin farkına varmalı ve vakit kaybetmeden önlemler almalıyız. Bu yazımda farkındalık oluşturmak amacıyla küresel ısınma sorununu anlatan bilgilendirici bir yazı yazmak istedim.

Küresel Isınma Nedir?

Küresel ısınma atmosfere salınan zararlı gazların sebep olduğu düşünülen, sera etkisinin sonucunda dünya üzerinde ölçülen ortalama sıcaklığın tehlike oluşturacak şekilde artması olarak tanımlanabilir. Pek çok bilim insanının yaptığı çalışmalara göre küresel ısınmayı endüstriyel, tarımsal ve enerji tüketimi sonucu havaya salınan kimyasal gazlar meydana getirmektedir. Metan, karbondioksit, su buharı gibi gazların Güneş’ten gelen radyasyonun yansımasını önleyerek soğurması sonucu yer kürenin fazlaca ısındığı düşünülmektedir. Küresel ısınma sonucunda ozon tabakası delinmekte ve Güneş’ten gelen zararlı ışınlar kolaylıkla dünyamıza girebilmektedir. Tarım alanlarında daha doğal yöntemlerin kullanılmasıyla, enerji üretiminde kullanılan kimyasal yöntemler yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasıyla etkisi azaltılabilir. Önlem alınamazsa gezegenimizi çok acı sonuçlar beklemektedir.

Küresel Isınmanın Etkileri Nelerdir?

Küresel ısınmanın pek çok olumsuz etkisi vardır. Bilim insanları, bu büyük problemin önüne bir an önce geçilmezse dünyamızı iyi şeylerin beklemediğini sürekli vurgulamaktadır. Küresel ısınmanın yarattığı en büyük problemlerden biri iklim değişikliği sorunudur. İklim değişikliği sebebiyle doğanın dengesinin bozulduğu gözle görülür bir durumdur. Biz canlılar olarak bu duruma ayak uydurmakta oldukça zorlanmaktayız. Özellikle de hayvan dostlarımız. İnsanlığın yarattığı bu büyük problemden en çok etkilenenler ne yazık ki onlardır. Artan sıcaklıklar nedeniyle buzullar hızla eriyor, Kutuplardaki yaşam alanları daralıyor ve çoğu hayvan bu sebeple canlarından oluyor. Yaz mevsimleri aşırı sıcak geçiyor ve kış mevsimlerinde beklendiği miktarda kar yağmıyor. İlkbahar ve sonbahar gibi yağmurlu geçen mevsimlerde ise beklenenin çok çok altında yağışlar meydana geliyor. Kuşlar göç etmekte zorlanıyor ve göç edemedikleri için canlarından oluyorlar. Dahası su kaynaklarımız hızla tükeniyor ve yağış meydana gelmediği için neredeyse bitme noktasına geliyor. Ekosistemler yok oluyor, hayvan ve bitkilerin türlerinde azalmalar meydana geliyor. Tarım alanlarındaki verimlilik düşüyor.

Küresel Isınmayı Önlemek İçin Neler Yapılabilir?

Yapılması gereken ilk şeylerden birisi bu sorunu dikkate almak ve vereceği zararların farkına varmaktır. Bunun için de yeterince bilgi sahibi olmamız gerekir. Kullandığımız enerji kaynaklarına dikkat etmeliyiz. Enerji dostu ampuller kullanmalıyız. Ev ve sokak aydınlatmalarına dikkat etmeli, sokaklarda gereksiz aydınlatmalar yapmamalıyız. Gideceğimiz yakın mesafelerdeki yerlere giderken eğer zorunda değilsek araba kullanmamalı yürüyerek ya da bisiklet kullanarak gidebiliriz. Toplu taşıma araçlarını tercih edebiliriz. Araç alırken kurşunsuz benzin tüketen araçları tercih etmeliyiz. Enerji üretiminde yenilenebilir enerji kaynaklarını tercih etmeliyiz. Alacağımız küçük önlemlerin bile etkisi büyük olacaktır.
Pek çok çevre örgütü bu durumun önüne geçmek için çalışmalar gerçekleştiriyor fakat hala önlem almış değiliz. Örneğin Greenpeace ses getirmek adına iklim grevleri yapıyor. Çok fazla çalışma ve eylem yapılmasına rağmen ne yazık ki bu problemin önüne geçebilmiş değiliz. Unutmamalıyız ki her şeyin olduğu gibi dünyamızın da yok olacağı bir gerçektir ve maalesef çevreye verdiğimiz olumsuzluklar sebebiyle biz sadece biz bu süreyi hızlandırıyoruz.

Oyunların Çocukların Gelişimine Etkisi

Pek çoğumuz çocukluğumuzda oynadığımız oyunları hatırlıyoruzdur. Peki oyunların gelişimimiz üzerindeki etkisini merak ediyor musunuz?
Oyunlar hem eğlenceli hem de eğitici yönü oldukça fazla olan etkinliklerin başında gelir. Bireylerin hem sosyal hem de zihinsel açıdan gelişimine katkı sağlar. Çocuklar için öğrenmenin en iyi yolu oyunlardır. Oyunlar sayesinde çocuklar hem eğlenir hem öğrenirler. Aynı zamanda bireyin sosyal gelişimine de katkı sağlarlar. Özellikle de grup çerçevesinde oynanan oyunlar çocukların sosyalleşmesi açısından etkilidir. Çocuklar oyunlar sayesinde grup çalışması, grup liderliği, iş birliği yapma, problem çözebilme, öz güvenli olma gibi nitelikler kazanırlar. Uzmanlar oyunu ‘’nitelikli zaman’’ olarak adlandırmaktadır. Eğer oyun çocuğu eğlendiriyor, eğitiyor ve çocuk kendini oyuna kaptırıyorsa nitelikli zaman geçiriyor demektir. Bütün bunların yanı sıra oyunlar çocukların psikomotor, duygusal, fiziksel, sosyal, dil ve zihin gelişim alanlarına da büyük katkılar sağlamaktadır.


Duygusal Gelişim ve Oyun:

Freud ve Walder gibi psikoanalitik kuramcılar oyunu çocuğun endişesini hafifletici bir yol olarak nitelendirmişlerdir. Çocuklar oyunlar sayesinde normal zamanlarda ifade edemediği duygularını dışa vurabilir, bu olayları sembolik olarak oyunda yansıtabilir. Çocuklar oyunlar sırasında ruhsal durumlarına göre tepki verebilirler. Örneğin annesi ve babası sürekli kavga eden ya da ailesinde şiddet olgusuna tanık olan ya da maaruz kalan çocuklar oyun esnasında agresif ve yıkıcı , şiddet içerikli tavırlar sergileyebilir. Bu sebeple oyunları çocukların duygularını çözümlemede iyi bir yöntem olarak nitelendirebiliriz. Aynı zamanda oyunlar sırasında çocuklar hiç mutluluk, öfke, kin, korku, kaygı, dostluk, düşmanlık gibi daha önceden bilmedikleri duyguları da keşfedebilirler.


Fiziksel Gelişim ve Oyun:


Oyunların çocukların fiziksel gelişimine etkisi vardır. Örneğin hareketli oyunlara ilgi duyan çocuklar diğer çocuklara göre daha atletik ve daha çevik olurlar. Zıplamalı oyunlar seven çocukların boyları daha uzun olabilir. Bisiklete binme, ip atlama gibi oyunlar çocuğun kas gelişimine etki eder. Ayrıca koşma, atlama, sıçrama gibi hareketler içeren oyunlar da çocuğun solunum, dolaşım, sindirim ve boşaltım gibi sistemlerinin düzenli çalışmasına etki etmektedir.


Psikomotor Gelişim ve Oyun:


Çocukların yürüme, zıplama, koşma, atlama, itme-çekme, fırlatma gibi sürekli hareket halinde olmaları büyük kas gelişimini etkilemektedir. Aynı zamanda el ve kol destekli oyunlar da küçük kas gelişimine etki etmektedir. Bunun yanı sıra yapboz, boyama, örme, kesme, bağlama içerikli oyunlar da el-göz koordinasyonunu geliştirmektedir.


Sosyal Gelişim ve Oyun:


Sosyal gelişim açısından oyunlar çocuklara pek çok katkı sağlamaktadır. Oyunlar çocukların insanlarla olan iletişimlerini etkiler. Onlara iletişim becerisi kazandırır. Aynı zamanda öz güvenlerinin gelişmesine de katkı sağlar. Oyunlar sorumluluk alma, problem çözebilme, doğruluk ve disiplin gibi toplumsal alışkanlıklar kazandırmada önemli bir araçtır. Oyun çocukların kendini denetleme ve çabuk karar verebilme gibi yetenekleri kazanmasında yardımcı olur. Ayrıca oyunlar çocukların iyi-kötü, doğru-yanlış vb. ahlak kavramlarını öğrenmelerini sağlar.


Zihin ve Dil Gelişimi ve Oyun:


Oyunlar sayesinde çocuklar şekil, renk, boyut, ağırlık, büyüklük, uzaklık, mekan, zaman gibi pek çok kavramı ve analiz-sentez yapma, eşleştirme, gruplandırma, problem çözme, sıralama yapma gibi becerileri kazanır. Çocukların dil gelişimine de katkısı vardır. Oyunlar kelime dağarcığının gelişmesine, çocukların yeni sözcükler öğrenmesine katkı sağlar. Çocuk oyunlar sayesinde soru sorma, cevap verme, komut verme, soyut durumları ifade edebilme, sözlü olarak ifade edilenleri anlama, sıralama, zihinsel değerlendirme gibi beceriler kazanır.
Tüm bunları ele aldığımızda oyunlar ”boş zaman aktivitesi” olarak görülmemelidir. Özellikle de çocuğun gelişim dönemlerinde aileler çocuklarıyla birlikte bol bol eğitici oyunlar oynamalı onlarla “nitelikli zaman” geçirmelidir.

Mısır Piramitleri

Mısır Piramitleri’ni duymayanımız yoktur. Bu muhteşem yapıları çoğumuz filmlerde gördüğümüz kadarıyla biliyoruz. Tuzaklar, mumyalar, hazineler… Peki piramitler gerçekte nasıl? Piramit sözcüğü Yunanca ”pyramis” sözcüğünden türemiştir. Mısır Piramitleri genellikle Firavunlar’ın mezarları olarak inşa edilmiş yapılardır. Mısır’da bulunan en eski piramit Mimar Imhotep tarafından tasarlanmış olan Basamaklı Piramit’tir. Piramitlerin inşa edildiği zamanda yapımına yardımcı olan ve sırrını bilen herkesin öldürüldüğü söylenmektedir. Piramitlerin en çok bilinenleri Gize’de bulunmuştur. Gize’de bulunan bu piramitlerden en büyüğü Keops Piramidi’dir. Keops Piramidi Dünya’nın Yedi Harikası içerisinde yer almaktadır. Araştırmalara göre Mısır’da 100’e yakın piramit vardır. Geçmişte Mayalar, İnkalar ve Aztekler de benzer yapılar yapmıştır.

Piramitlerin Sırrı Çözüldü mü?

Piramitler asırlardır gizemini korumayı sürdürmüştür. Günümüzün şartlarıyla bile tamamı henüz keşfedilememiştir. Bu yapıların keşfedilmeyi bekleyen pek çok sırrı vardır.

Piramitlerin Özelikleri Nelerdir?

Piramitlerin her 20 ton olan taşlardan inşa edildiği bilinmektedir. Bu taşları bulabilecek en yakın mesafe yüzlerce kilometre uzaklıktadır. Ağırlıklarını zihnimizde canlandıracak olursak bu taşların insan gücüyle taşınması neredeyse imkansızdır. Nasıl taşınmış oldukları da gizemini korumaya devam etmektedir.Piramitlerin oldukça şaşırtıcı özellikleri vardır. Örnek verecek olursak; piramitlerin içerisine yılda iki kez güneş ışığı girmekte bu tarihler piramit hangi kralın adına yapıldıysa onun doğduğu ve tahta çıktığı zamana denk gelmektedir. Piramitlerin ilk keşfedildiği zamanlarda mumyalarda bulunan radyoaktif maddeden ötürü bilim insanları kanser hastalığına yakalanmış ve yaşamlarını yitirmişlerdir. Piramitlerle ilgili çözülemeyen bir sır da piramitlerin içerisinde radar, sonar ve ultrasound gibi cihazlar çalışmamaktadır. Piramitlerin bazı bölümleri hâlâ keşfedilememiştir. Büyük piramitin tabanının yüzeyi anıtın yarısının iki katına bölündüğünde pi sayısını (3,14) vermektedir. Büyük piramit dünyanın kara kitlesinin tam merkezinde yer almaktadır ve dört ana yöne göre düzenlenerek inşa edilmiştir. Piramitin başka bir işlevi de güneş saati olmasıdır. Ekim ortasıyla mart başı arasında düşen gölgeler yılın uzunluğunu ve mevsimlerini gösterir. Piramiti çeviren taş levhaların uzunluğu bir günün gölge uzunluğuna eşittir. Büyük piramit ile Dünya’nın merkezi arasındaki uzaklık Kuzey Kutbu ile arasındaki uzaklığa eşittir. Yüksekliği ile çevresi arasındaki oran bir dairenin yarıçapı ile çevresi arasındaki orana eşittir. Piramitler ile ilgili çeşitli matematiksel bulgular vardır:
Keops Piramiti’nin yüksekliğinin 1 milyar ile çarpımı Dünya ile Güneş arasındaki mesafeye denk gelmektedir. Piramitlerin üzerinden geçen meridyen karaları ve denizleri iki eş parçaya bölmektedir. İşçilerin olağanüstü bir çabayla 10 metreküp taşı üst üste koyduklarını kabul edersek Keops Piramiti’nde yer alan taşlar 664 yılda yerleştirilebiliyor. Gerçekte ise 20 ile 30 yıl arasında tamamlandıgı bilinmektedir. Her şeyin bu kadar ayrıntılı olarak düşünülmesi, planlanması bu yapıları mucizevi kılmaktadır.

Piramitler aslında kral mezarlarıdır. Eski Mısır Dönemi’nde ahiret inancı vardı. Bu nedenle krallar mezarlarını ölmeden önce inşa ettirir, öldükten sonra da kıymetli eşyaları ve eşleri ile birlikte oraya gömülürdü. Bugün filmlerde izlediğimiz gibi piramitler tuzaklarla dolu değildir. Piramitlerin her bölümü keşfedilememiştir. Günümüzde ise çalışmalara hâlâ devam edilmekte olup sır perdeleri ise yavaş yavaş kapılarını aralamaktadır.

Uzay Nasıl Keşfedildi?

   Hiç kafanızı kaldırıp gökyüzüne baktınız mı? O pamuğa benzeyen bembeyaz bulutların arkasındaki gizemi hiç merak ettiniz mi? Gezegenler, yıldızlar, göktaşları daha birçok gök cismi nasıl keşfedildi hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm ve sizler için araştırdım. Gelin bu soruların cevabını birlikte arayalım.

   Uzay çalışmaları ilk kez Sovyetler Birliği tarafından başlatıldı. 4 Ekim 1957 tarihinde Sputnik adlı insan yapımı ilk uydunun uzaya gönderilmesiyle ‘’Uzay Çağı’’ başladı ve çalışmalar 23 gün sürdü. Aynı yıl içerisinde Laika adında bir köpek koyularak gönderilen Sputnik 2 ile devam etti. Laika uzayda 2 gün hayatta kalabildi ve yeryüzüne ölü olarak iniş yaptı. Yani Laika adlı bu köpek uzayı gören ilk canlı olmayı başardı. Daha sonra ABD 4 Ocak 1958 tarihinde Explorer 1 isimli uzay aracını fırlatıldı ve uzay araştırmalarının devamını böylece gelmiş oldu.

Uzaya Giden İlk Maymun

   28 Mayıs 1959 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri bir Jüpiter balistik füzesinin burun hunisinde Able ve Baker adında iki maymunu uzaya fırlatıldı. Fırlatılışından 1 saat 33 dakika sonra maymunların bulunduğu kapsül Atlas okyanusuna indi. İşin ilginç yanı ise iki maymun da sağ salim geri dönmeyi başardı.

Ay’ın Arka Yüzü:

   14 Ekim 1959 tarihinde Sovyetler Birliği Luna 2 adını verdikleri bir kapsülü Ay’a çarptırarak gökyüzündeki başka bir maddeye ilk cismi göndermeyi başardı. Ay’ın Dünya’dan görünmeyen arka yüzünün ilk fotoğrafı 7 Ekim 1959’da Sovyet uydusu olan Luna 3 tarafından çekildi.

Bir Kavanoz Sinek ve Birkaç Fare Uzayda

   19 Ağustos 1960 yılında 4.600 kilo ağırlığındaki bir uyduyla yörüngeye iki köpek, bir kavanoz sinek ve birkaç fare gönderildi. Dünya’nın çevresini 18 kez dolanan bu canlılar 20 Ağustos 1960 günü sağ salim döndüler.

Uzaya Giden İlk İnsan (Yuri Gagarin)

Uzaya Giden İlk İnsan: Yuri Gagarin

   12 Nisan 1961’de Sovyetler Birliği, içerisinde Yüzbaşı Yuri Gagarin’in bulunduğu bir uzay gemisini Dünya yörüngesine fırlatıldı. Uzay gemisi fırlatıldıktan 108 dakika sonra tekrar Dünya’ya döndü. Böylelikle uzaya ilk insan başarıyla gönderildi.

Uzaya Giden İlk Kadın (Valentina Tereshkova)

16 Haziran 1963’de Vostok 6 yörüngeye oturmak üzere yola çıktı. Vostok 6’nın içinde Valentina Tereshkova bulunuyordu. Bu sayede uzaya ilk kez bir kadın adımını attı ve pek çok hemcinsine de öncülük etmiş oldu.

Günümüzde uzayla ilgili çalışmaları NASA yürütmektedir. Eğer sizin de uzayla ilgili meraklarınız varsa NASA’nın yaptığı canlı yayınlara katılabilirsiniz.