Giden Herkesin Ardından Söylenebilecek Muhtelif Sözler

Öykünü adı belli ama içerik hakkında en ufak bir fikrim yok. Bazen öyle olur. Ne yapacağınızı bilirsiniz ama nasıl yapacağınızı kimse size anlatmamıştır. El yordamıyla ulaşmaya çalışırsınız kimi şeylere. Bazıları bölük pörçük şeyler söylemiştir. Kulağınıza bir şeyler çalınmıştır. Yol tarifini kötü yapan insanlar gibi. Falanca yere git. Falanca durakta in. İşte orada kime sorsan gösterir. Hayır, kime sorsam göstermiyor işte. Anlıyor musun? Kardeşim kitabı da yok ki bunun okuyup öğrensek!

Bazen gideceğimiz yer bellidir ama yollar karışıktır. Hangi arabaya nerede binip nerede ineceğimiz bilmiyoruzdur. Yolda çevirip birilerine sorarız “Falanca yer nerede?” diye. Ama kimse bilmiyordur. Herkes kendi yürüdüğü yolları ezbere bilmez mi zaten? Bazıları anımsar gibi olur ama onlardan da hayır çıkmaz. İş başta düştü dersiniz, bu sefer de kaybolabilirsiniz. Bunların hepsi mümkündür. Olabilir. İmkân dahilindedir. Oturup ağlamak istersiniz ama ağlamakla da vakit kaybetmenin sırası değildir. Ayrıca el alem ne der? Ya birileri durup da size acırsa? Aman Allah’ım! Bu yüzden müsait bir yerde biraz dinlenip kafamızı toparladıktan sonra bir eylem planı yapıyoruz. Sonuçta kimse sonsuza kadar kaybolamaz! Kimseye bir şey çaktırmıyoruz!

***

Bu şehrin insanları, ruhlarına giydirilen takım elbiselerle dökülüyor her gün sokaklara. Yüzlerinden düşen binlerce parçayı süpürüyor belediyenin temizlik işçileri. Yetişemiyorlar onlar da bütün bu işlere. Sonra, gökdelenlere tırmanıyorlar. Birbirlerinin üstüne inşa ettikleri gökdelenler. “Uğurlar olsun.” diyorum. Allah işinizi rast getirsin.

Sabahın altı buçuğu. Durakta bekliyorum. Ellerim cebimde. Hava aydınlanmamış. Göğe bakıyorum. Ay aydınlatıyor sabahı. Güneşe daha sıra gelmemiş. Simitçi tezgahını kurmamış.  Bir, iki, üç… Arkamda uzunca bir kuyruk oluşuyor. Hepimiz aynı yolun yolcusu muyuz şimdi? Hangi yolun yolcusuyuz? Bizden öncekiler nereye gittiler, nereye vardılar? Geri geldiler mi? Hadi bakalım yeğenim. Yediğin içtiğin senin olsun bana gezdiğin gördüğün yerleri anlat!

***

Bu yılın başıydı. Yılbaşı, diye yazılıyor sanırım. Evet, öyledir muhakkak. Hepimiz, her yılbaşında olduğu gibi yeni yıla dair umutlarımızı yazıyorduk, söylüyorduk sağa sola. Yeni yılın ilk haberi geldi. Çıktığı yoldan geri dönememişti. Biletini kendisi kesmişti. Rahmet okuduk o giderken. Yolculuğun dünyada başlamadığına inandığımız gibi bu dünyayla son bulmayacağına inanıyorduk zira. Ama veda etmek isteriz ya yolculuğa çıkanlara o buna da izin vermemişti.

***

Arabalar vızır vızır geçiyor. Arakalarında bıraktıkları rüzgâr yüzümüzü yakıyor. Daha da büzülüyoruz ısınmak için. Takım elbiseli bir adam bir eliyle ceketinin önünü kapatıp öteki eliyle şoföre el sallayarak durduruyor özel halk otobüsünü. Abicim acele et biraz ya! Duymazdan geliyor. Şoförün gaza basmasıyla sendeliyor.  Kendine tutunacak bir yer buluyor kalabalığın arasında.

***

Bir gün daha battı bozkırın ortasında. Ufuk çizgisinde yitiverdi zaman. Heybetli dağların, çam kokularının içinden değil de toza toprağa karışarak götürdü aydınlığı. Yerle bir oluvermiş gibi. Giderken de ardında kırmızıyla sarı arasında bir renk bıraktı uzun müddet. “Yarın yeniden geleceğim.” der gibi. Gözlerim doldu onu uğurlarken. Yüreğim sıkıştı. Sadece küçük bir hıçkırık sesi duyuldu. “Elveda!” diyemedim.

***

-Bir saat oldu hâlâ bekliyoruz. Bu kadar erken gelecek ne vardı durağa. Erken de gelsen geç de gelsen gideceğin saat belli değil mi!

-Yok yok biz erkenden çıkalım evden. Ne olacağı belli olmaz hanım. Ben eşeğimi salam kazığa bağlarım. Bak herkes bizim gibi bekliyor, görmüyor musun?

– Ne çektiysem bu inadından çektim hep! Kepaze oluyoruz yollarda! Çocuk kaç kere dedi. Baba, dedi. Ben sizi arabayla alırım. Acele etmeyin.

-Senin de neye sinirlendiğin belli değil hanım! Bu yaştan sonra çoluğa çocuğa yük mü olalım!

– Yük olmazsan sürün böyle yollarda.

Derin bir iç çekiş. Sessizlik.

***

Herkesi birer birer uğurladım ben bu şehirden. Hangisi gitse en yalnız ben kaldım. Kimseye çaktırmadım ama gözyaşlarımı. Beni gülerek hatırlasınlar. “Siz gelince sanki köyün içi insanla dolu oluyor.” der babaannem. Siz gidince sakin bu şehir bomboş oluyor.

Şakalarla kahkahalarla vedalaşıyoruz. Sakın merak etme beni, diyorum. Ben burada çok mutluyum. Her şey yolunda. Gözün arkada kalmasın. Sen kendine dikkat et yeter. Sıkıca sarılıyorum. Arkasını dönüp gidiyor. Ben de ters istikamette yürüyorum. Dönüp bakıyorum omzumun ucundan. Gözü telefonunda. Duruyorum, daha uzun bakıyorum. Oralı değil. Arkaya bir de müzik koyalım bari. Sanat filmi çekmiyoruz sonuçta. Kendine gel.  Ben yine de böyle uğurlardım seni hayatım absürt komedi olsa da sanat filmi çekerdim.

***

Artık iyiden iyiye bunaldık. Gitmek istiyoruz hepimiz ama gideceğimiz yere de varmak istemiyoruz gerçekte. Zaruretlerden mürekkep bir hayat var elimizde. Makineleşmek mı istiyoruz? Yok, hayır. Sıradan olmanın konforunu yaşıyoruz biz daha çok. Herkesle birlikte bizim de Mersin’e gitmemiz daha kolay çünkü. Şeksiz şüphesiz istikamet aldık.

***

Hadi Allah’a emanet ol. İyi bak kendine. Dikkat et. Varınca ara bizi, olur mu? Hayırlı yolculuklar. Yolun açık olsun. Güle güle. Yine bekleriz. Tekrar gelin. Bunu saymayız bak! Bu kapı sana her zaman açık. İstediğin zaman dönebilirsin. “Gitme, kal.” diyemedim. Elveda! Allah’a ısmarladık. Allah rahmet eylesin. Allah mekânını, durağını cennet etsin. Giden herkesin ardından söylenebilecek bütün muhtelif sözleri söyledim. Bir veda şekli olarak ayrılık düştü payıma.

***

Güneş ufukta yükseldi. Bize hafif hafif ışığı vuruyor. Dünyayı ısıtmaya başladı bile. Oh be! Nihayet! Sonsuza kadar bu durakta bekleyemezdik ya! Kaynak yapmayın kardeşim. Hanımefendi valizinize yardım edeyim. Aman zahmet olmasın! Kardeşim kaynak yapmayın ya! Amca gel sen, önden geç. Öööf!

Dı-dıt!

 Tam kart!

 Öğ-ren-ci!

Yetersiz bakiye!

-Biri basabilir mi?

-…

-Lütfen!

-Ablacım hadi acele edelim. Bekletme milleti.

-Ben ineyim o zaman.

-…

Reklam

Edebî Sofralar

Tok karna okuyunuz! Ya da siz bilirsiniz.

Epey bir zamandır dijital platformlarda yayınlanan yapımların başarılarından, kalitesinden ve saire söz ediyoruz. Bunun etkenleri arasında televizyon yayınlarının süresi ve dijital platformların daha popüler hâle gelmesi sayılabilir. Bunun yanında keşfetmemiz gereken şeylerin arasında onları gördükçe de ilgimiz ve odağımız da o tarafa kaymış durumda. Öte yandan televizyonda, ulusal kanallarda da pek kaliteli işler yapılıyor. Bazı kanallarsa hakikaten takdire değer. Bunlardan biri ve benim de en dikkatimi çeken TRT 2. TRT 2 zaten uzun zamandır sanat ve kültür alanında yaptığı işlerle adından söz ettiriyor. Ama zannediyorum ki son yıllarda eleştirmeye, eleştirirken de kötü özelliklerden bahsetmeye alışkın olduğumuz için “İyi zaten iyidir. Biraz da eksikleri söyleyelim daha iyi olalım.” fikriyle hareket ediyoruz ve iyi olanı konuşmaktan ve bazen hakkı olduğu hâlde övgü sözleri söylemekten yâni beğenimizi ifade etmekten imtina ediyoruz.  

Bu yazımda sizlere TRT 2’nin yeni yayın döneminde dikkatimi çeken programlarından biri olan Edebî Sofralar’dan bahsedeceğim. Bu programla nasıl karşılaştığımdan bahsedeyim öncelikle kısaca: Nergiz Erbay’ı sosyal medyadan takip ediyordum ve Ninemin Dolabı hesabından diktiği ürünleri paylaşıyordu. Böyle kısaca anlatmak istemezdim ama yazının asıl konusu bu değil. Merak edenler inceleyebilir. Her neyse… Bir süre önce Edebî Sofralar programının TRT 2’de yayınlanacağını duyurdu. O günden beri de programın yakın takipçisiyim.

Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil adlı eserinde “Edebiyatı hemen hemen kültüre denk buluyorum. Denklik ayniyet demek değildir. Aynadaki hayal, kendisine akseden eşyaya benzer. Edebiyat bu manada, kültürün aynadaki aksine benzetilebilir.” der. Kültür unsurları öyle ya da böyle edebî eserlere yansımıştır. Bizler için sofra, bir sofranın etrafında toplanmak, yemek yemek de kıymetli bir kültür ögesidir; yaşamımız, yaşayışımız hakkında bilgiler verir. Kalabalık bir sofrada toplanıp yemek yemek, ayaküstü bir şeyler atıştırmak, bulgur pilavına kaşık çalmak ya da hizmetçilerin birinin gelip birinin gittiği mükellef bir sofrada seçkin davetlilerle bir akşam yemeği yemek… Doğumlar, ölümler, düğünler, mutlu haberler ve hatta üzüntüler bile bizi sofranın etrafında buluşturur.

Bir yanda Cemal Süreya, “Yemek yemekle ilgili ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” derken bir yandan köyde apar topar kahvaltı yapıp tarlaya ekin biçmeye giden köylülerin olması, öte yandan Barış Manço’nun “Buyurun dostlar, buyurun. Halil İbrahim sofrasına!” demesi de bize yemek yemenin, sofrada olmanın hayatımızda ne kadar önemli bir yer tuttuğuyla ilgili ipuçları verir.

Yemek bir yer sofrasında mı yeniyor yoksa tahta iskemleli, muşamba çakılı küçük bir masada mı? Yemeğe kimler davetli? Sofrada kullanılan yemek takımları ithal mi, su takımı kesme kristal mi? Bardaklardaki içe ekler neler? Sofra kalabalık mı yoksa tek kişilik mi? Roman kahramanı tıka basa mı yiyor yoksa ayakta bir şeyler mi atıştırıyor? Bunların hepsi edebî eserle pek tabii yazarla ilgili de bilgiler içeriyor. Öte yandan gene kültürümüzde, dilimizde yer alan sefer, sefer tası, sofra, misafir kelimeleri arasındaki ilişkiyi de bir düşünmenizi tavsiye ederim. Zira programın adından tutun da müziklerine, görsel unsurlarına, çekimine ve tabii ki konuklarına kadar her şey çok ince düşünülmüş. Hazır lafı buradan açmışken de programdan konuşalım elbette.

TRT 2’de pazartesi günleri 19.00’da yayınlanan programda her hafta Türk edebiyatındaki farklı bir edebî eserdeki sofraya konuk oluyor izleyenler. Sofra merkezde olmak üzere de yazarlar, eserler ve eserlerin yazıldığı dönemdeki toplumsal hayattan bahsediliyor. Bu sofranın daimî misafiri, programın sunuculuğunu üstlenen Fatih Baha Aydın ve her hafta değişen uzman konuklar. 25’er dakikadan oluşan bölümler, o bölümde anlatılan eserde geçen bir pasajın seslendirilmesiyle ve bir sofranın kurulmasıyla başlıyor. Sofranın kurulması derken işe mutfaktan, yemeklerin hazırlık aşamasından pişirilmesine, sunumuna kadar pek çok safhaya şahitlik ediyoruz. Burada da Şef Kevser Aydoğdu’nun marifetli elleriyle karşılaşıyor seyirci. Özellikle belirtmem gerekir ki sanatsal ve estetik kaygı gözetilerek hazırlanmış, film sahnelerinden farksız bu sahnelerde izleyici ve okur olarak kendinizi eserin içinde hissedeceksiniz.

Tanpınar’ın Huzur’u

İlk bölümde Tanpınar’ın Huzur’undaki sofraya konuk oluyoruz. Programın uzman konuğu da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Handan İnci. Tanpınar’la ilgili şunu söylüyor: “Tanpınar’ın romanlarında sofralar bir roman karakteri gibidir. O kadar işlevseldir.” Sofrada barbunya var. Tanpınar’ın romanlarında okurun karşısına sık sık çıkar bu yerli balık. Onun romanlarından sofra kuruluyorsa eğer romanda bir eşik aşılacaktır.

Simitle Çay

İkinci bölümde Sait Faik’in Simitle Çay öyküsündeki kahvaltı sofrasına konuk oluyoruz. Onun “sabahın büyük ziyafeti” dediği bu sofrayı gazeteci-yazar Mehmet Yaşin’den dinliyoruz. O da bu kahvaltıyı yapabiliyorsa eğer kendisini dünyanın en yoksul kahvaltısını yapan zengin adamına benzettiğini söylüyor. “Simit Anadolu’dur.” diyor. Anakara simidi, İstanbul simidi, gevrek Kastamonu kel simidinden bahsediliyor ki bu benim hassas noktam. Bu bölümde seyirci, simitle ve Sait Faik hikâyeciliğiyle ilgili harika detaylar bulacak.

Refik Halit Karay, Mutfak Zevkinin Son Günleri

Sofra deyince elbette ki Ramazan sofralarını da anmak gerekir. İftarda yenen yemeklerin tadı eminim ki hiçbir yemekte yoktur ve sahurda uykuyla karışık ağza atılan lokmalar hepimizin zihnimize kazınmıştır.  Yazar Artun Ünsal Refik Halit’in sahur sofrasına o pek tatlı Türkçesiyle misafir oluyor. “Yemeğin en büyük özelliği, sadece yemek olmadığının anlaşılmasıdır.” diyor. Ünsal, bu bölümde yemekle ve yemek kültürüyle ilgili şahane tespitlerde bulunuyor, yemek kültürümüzdeki değişimlere dikkat çekiyor. Hatta buzdolabının yemek odasına konmasını anlattığı kısım da epey dikkat çekiyor.

Felâtun Bey ile Râkım Efendi

Bu bölümün konuğu olan yazar- araştırmacı Beşir Ayvazoğlu, “Bir medeniyeti tanımak istiyorsan sofrasına ve yemek kültürüne bakacaksın.” diyor. Elbette konu Felâtun Bey ile Râkım Efendi olunca da Doğu ve Batı medeniyetleri arasındaki farklar ve bu iki medeniyetin çatışması oluyor.

İnce Memed

Beşinci bölümde de Dr. Nihan Abir ile birlikte Hatçe ve Iraz’ın hapisteki sofrasına konuk oluyoruz. Bu sofranın kıymeti de iki insanın arasındaki buzları eritip onları yaklaştırıyor olmasıdır. Aynı zamanda sofranın kurulmasıyla da romandaki dersn sükûnet bitmiş ve iki kadın arasındaki yakınlığın adımı atılmıştır.

Bölümde, Yaşar Kemal’in romanlarında zengin ve fakir sofralarına konuk olmaktan, sofranın bir araç oluşundan ve içeriğinden konuşuluyor. Sofranın bireysel ve toplumsal gösterge oluşunun üzerinde duruluyor. Çünkü sofra, insanlar arasındaki uzaklık ve yakınlık anlamındaki münasebetin göstergesidir aynı zamanda. Güvenmediğiniz bir kimseyle aynı sofraya oturmak istemeyeceğiniz gibi aynı sofraya oturduğunuz kişilerle de bağ kurarsınız.

Çamlıca’daki Eniştemiz

Yayınlanan son bölüm olan altıncı bölümde yazar Mario Levi ile Abdülhak Şinasi Hisar’ın sofrasına konuk oluyoruz. Bu sofranın öne çıkan özelliği de zenginliği ve özenidir. Burada tasvir edilen sofrada Hisar’ın sofra zevki oldukça etkili olmuştur. “Hüzün hayata bağlar insanı ama içinde bir gülümseme taşır. Ne mutlu ki edebiyat var anlatabilmek için.” diyerek Mario Levi, Hisar’ın yazar kimliğine ve şahsiyetine de atıflarda bulunuyor.

E peki siz hangi edebî sofrada kimlerle oturmak, neler konuşmak isterdiniz?

Edebî Sofralar, her pazartesi akşamı saat 7’de TRT 2 ekranlarından seyircisiyle buluşuyor. Ben televizyonda denk getiremem, derseniz ya da eski bölümleri izlemek isterseniz diye de TRT İzle uygulamasını kullanarak tüm bölümlere ulaşabilirsiniz. Hatta şuracığa bağlantısını da bırakıyorum: https://www.trtizle.com/programlar/edebi-sofralar

Kelime Müzesi Ankara’da Açıldı

Şermin Yaşar, 10 Mayıs’ta bizlere bir “Kelime Müzesi” açacağını haber verdiğinde çok heyecanlanmıştık. “Kelime Müzesi mi? Harika fikir! Çok heyecanlı! Nasıl yapacak acaba? Bence çok güzel olacak!” gibi şeyler söyledik birbirimize. Evet, hakikaten nasıl olacaktı, nasıl yapacaktı? Türkiye’de daha önce böyle bir müze görmemişti kimse. Ama işin içinde Şermin Yaşar’ın olduğunu bildiğimiz için de pek umutluyduk. Sonucun zaten çok güzel olacağından emindik. Kendisi yolun başındayken şunları söylemişti yaptığı bir paylaşımla: “Bir hayalle yola çıktım. Şuraya evlatlarımızın elinden tutun da getirin, dilimizi sevin, çocuklarımıza da sevdirin, okudukça, gördükçe, gezdikçe şaşırın diye bir müze kurma gayretindeyim.”

Kelime Müzesi taaa haberi duyduğum o ilk günden beri sanki benim müzemmiş gibi hissettirdi bana. Hazırlık sürecinde yapılan paylaşımlarda ipuçları yakalamaya çalıştım. Şermin Yaşar, kah sanayiye gitti kah şantiyeden fotoğraflar paylaştı. Gece gündüz, ekibiyle birlikte çalıştı da çalıştı. Öyle ki bize söylediğine göre müzede Mısırlı sanatçı Abdelnasser İbrahim’den de bir eser olacaktı. Bu işin içinde gerçekten büyük bir emek vardı!

Şermin Yaşar, bir gün Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin bahçesinde çay içerken karşıdaki boş binayı görmüş, gitmiş, gezmiş. Sonra da demiş ki: Ben buraya “Kelime Müzesi” kuracağım. Nasıl olacak o iş? Kafanızın içinde bir fikir vardır hani. O fikri tam da anlatamazsınız ya kimseye. Ama sonucunun güzel olacağından eminsinizdir. Öyle bir şey işte. Sonra o fikri hayata geçirebilmek için harekete geçersiniz. Şermin Yaşar da öyle yapmış. Gitmiş, eskiden zahire ve tiftik ambarı olarak kullanılan bu binayı satın almış. Sonra da bir senelik uzun bir restorasyon süreci başlamış ve tüm bu çalışmaları telif gelirleriyle yapmış. Orada, öyle, sessizce bekleyen binayı şenlendirmiş. Sonrası mâlum…

Yukarıda, benim de sosyal medyadan tanık olduğum süreci kısaca anlatmaya çalıştım. 2021’in aralık ayında başlayan süreç, Şermin Yaşar’ın da hayal ettiği gibi 26 Eylül Dil Bayramı’nda güzel bir açılışla taçlandı ve Kelime Müzesi Ankara’da açıldı. Hakikaten bayram gibi bayramdı. Ben de en başından beri açılmasını merakla beklediğim müzeyi bu hafta gezme fırsatını buldum.

Yanıma iki arkadaşımı da alıyorum. Hadi, diyorum. Sizi bir müzeye götüreceğim. Müze? Kelime Müzesine gideceğiz. Çok beğeneceksiniz, çok! O kadar güzel bir yer ki! Sanki müzeyi ben kurmuşum gibi heyecanlı heyecanlı anlatıyorum. Ankara Kalesi’ne giden o uzun yokuşu yürüdükten… Şey… Tırmandıktan sonra fotoğraflarda gördüğüm o lacivert tenteli kapıyı görüyorum. Gözlerim ışıl ışıl. Ama, diyoruz. Burası ne kadar küçük bir binaymış böyle! Allah Allah. Fotoğraflarda ne kadar da büyük görünüyordu halbuki. Neyse, deyip içeri giriyoruz. Çünkü Ankara’nın sıcağında yokuş çıkmaktan kan ter içinde kalmışız zaten. İçerisi tahmin ettiğimden daha kalabalık. Bir de “Hafta içi nasıl olsa. Rahat rahat gezeriz.” demiştim. Bizden önce kalabalık bir öğrenci grubu gezmiş müzeyi. “Allah Allah!” diyorum. “Bu kadar çocuk nasıl sığmış buraya?” Kapının önündeki paspas sizi “Ne iyi ettiniz de geldiniz.” Diyerek karşılıyor. Dikkat edin bu müze kelimelerden mürekkep! Onlar çıktıktan sonra içeri girip biletlerimizi alıyoruz: Tam: 40 ₺, Öğrenci: 20₺.

Kendime gelip kafamı kaldırdıktan sonra gözlerimdeki ışıltı yeniden parlıyor. Dışarıdan küçücük görünen bu binaya ne kadar çok kelime sığmış öyle! Şaşkınlığım geçtikten sonra ben de karışıyorum kalabalığın arasına. Kızlar çoktan kendilerine birer kelime bulup gezmeye başlamış bile. Şimdi, anlatması en zor kısma geçiyorum. Kelimelerin sergilendiği bir müzeyi nasıl anlatabilirim ki? Evet, bu müzede kelimeler, Türkçemizin söz varlığı sergileniyor. Sergilenmekle de kalmıyor. Müzede kelimeler yaşıyor. Onları uzaktan seyretmekle de kalmıyorsunuz. Görerek, dokunarak ve hatta işiterek kelimelerin yolculuğuna şahit oluyorsunuz. İşitmek demişken şu bilgiyi de vereyim:

Müzeyi gezerken kulağınıza arkadan bir müzik sesi gelecektir. Prof. Dr. Mehmet Efe, kelimelerimizin Orta Asya’dan başlayıp bugüne kadar süren yolculuğunu anlatan “Kelimenin Yolculuğu” adında bir eser hazırlamış. (Dinlemek istersiniz diye: https://open.spotify.com/album/60kx7VDxeV7RdFYaAE54yp?si=f_cm0CSdSB-hDe7g06uzSQ )

Efendim, müzeyi gezerken çok temkinli olmalısınız. Çünkü nereye baksanız bir kelimeyle karşılaşıyorsunuz. Meselâ içeri girer girmez şöyle bir dantel karşılıyor sizi:

Bu müze hakikaten de el emeği göz nuru.

Karşınızda benim de çalışmalarını çok beğendiğim Emir Rıfat Işık’ın şu eserini görüyorsunuz: Mutlaka yakından inceleyin ve yanındaki küçük tanıtım yazısını okuyun.

Mutlaka yakından inceleyin ve yanındaki küçük tanıtım yazısını okuyun.

Ellerden dökülen kelimeler de var müzede:

Buradaki kelime ne olabilir?

Kelimelere dokunabiliyorsunuz, dedim ya kelimelerle oyunlar da oynayabilirsiniz müzede:

Meselâ bu harf şeritlerinde alfabemizdeki harflerden oluşan kelimeleri bulabilirsiniz. “K” harfini çekin bakalım. Ne kadar uzağa gidebileceksiniz? Ya da “Ğ”yi?

Abdelannser İbrahim’in eserlerine gidip yakından bakın meselâ:

Giriş katı uzun uzun inceleyerek gezdikten sonra alt kata iniyoruz.

Bu müze dışarıdan göründüğü kadar küçük değil. Attığınız her adımda şaşırmaya hazır olun. Merdivenleri inerken şöyle bir kafanızı kaldırıp da bakın meselâ. Hatta çok sıkıştınız, lavaboya mı gideceksiniz? Temkinli olun. Orada da kelimler sizi bulacak.

Alt katta da ziyaretçilerin “Aaa! A aaa!  Bak bak, burada ne yazıyor. Gel gel telli duvaklı gelinin nereden geldiğini buldum. Bil bakalım, sence kaşıkla kaşımak arasında ne ilgi var?” sözleriyle karşılaşabilirsiniz. Ve herkesin yüzündeki o tatlı tebessümle…

Şimdi üst kata çıkıyoruz. Dedim ya gerçekten düşündüğünüzden daha çok kelime var burada. Üst kata çıkar çıkmaz da hatta çıkarken de kelimeler çıkıyor yolunuza: Dur, biraz yavaşla düşün, bak, incele, şaşır ve merakın daha da artsın.

Hepsini ben anlatmayayım ama. Yalnızca şu fotoğrafları paylaşayım:

Üst katta da kelimelerin kökeniyle ilgili şöyle bir çalışma var. Nan ne demek? Peki nan ve nankör kelimeleri arasındaki ilişki ne?

Müzeden yüzümüzde tebessüm, gönlümüzde mutlulukla ayrılıyoruz. Hatta çıkarken acaba bir tur daha mı atsak, diye düşünmeden edemiyoruz. Öyle ki dönüş yolunda çıkarıp cebimdeki bilete baktığımda orada dahi güzel bir yazıyla karşılaşıyorum.

Farkında değiliz belki ama hakikatte hepimiz kelimeleri seviyoruz. Çünkü onlarla doğuyoruz, büyüyoruz ve hatta son nefesimizde de yine kelimeler oluyor. Türkçemiz, dilimiz de bizimle birlikte yaşamış, yaşıyor. Hayat hikâyelerden oluşur. Hikâyeler de kelimelerden… E kelimelerin de hikâyeleri var yahu! O zaman gidin, görün ve hikâyemizi öğrenin lütfen. Öyle her şeyin de fotoğrafını çekmeye kalkışmayın canım! Yoksa çok şey kaçırırsınız.

Teşekkürler Şermin Yaşar.

(Kelime Müzesi, pazartesi günleri hariç diğer günler, saat sabah 10’dan akşam 5’e kadar açık. 1-23 Ekim tarihleri arasında devam eden Kültür ve Turizm Bakanlığı Başkent Kültür Yolu Festivali kapsamındaki etkinliklerde Kelime Müzesi de yer alıyor ve bu vesileyle de pek çok ziyaretçiyi ağırlıyor. Hem bu etkinliklere katılmak hem de Müzeyi gezmek isterseniz kapıları size her zaman açık.)

Minibüs

Gideceğim yere ya erken varıyordum ya da geç kalıyordum. Benim nasibime zamansızlık düşüyordu hep. Bazı yerlere erken varmanın dakiklik ya da acelecilik olmadığını ise sonradan anladım. Bu böyledir. İnanın bana. Biz her yere vaktinde varırız. Çünkü hep yetişmemiz gereken bir hikâye vardır.

Bugün, minibüsün kalkmasından yirmi dakika önce vardım otogara. Ablacığım seninki de tez canlılık artık, diyeceksiniz. Durun, hemen teşhisi koymayın. Olduğunuz yerde kalmanızın bir anlam ifade etmediğini hissettiğinizde oradan gitmek en güzeli oluyor çoğu zaman. Her zaman değil. İstisnalar hep vardır. Böyle şeylerin kurguyu bozduğunu söylerler ve buna genellikle canımız sıkılır. Meselâ tam saat başında kalkması gereken minibüsün birkaç dakika gecikmeli hareket etmesi gibi. Ya da çok sıcak bir havada şoförün klimayı çalıştırmak istememesi gibi. Oysaki bunların hepsi kurgunun bir parçasıdır belki de. Belki de ben yanılıyorumdur. Çünkü herkesin bir bildiği vardır ve kimsenin işine karışılmaz.

Bizim işlerimiz de hep böyledir zaten. Olduğu kadarıyla yetinmek düşer payımıza. Keza bugün de öyle oldu. Kimilerinin Anadolu’nun küçük ve şirin bir ilçesi diye niteleyebileceği bir yerde bizler de kendi konfor kanunlarımızı yazıyorduk kendimizce. Uzaktan bakıldığından çok şey istiyorduk belki de. Sağlam bir minibüs, kibarlıktan kırılan insanlar ve dünyanın en anlayışlı şoförünün bize denk gelmesi gibi temel ihtiyaçlarımız vardı. Bunların peşindeydik biz yalnızca. Diğer başka şeyler pek de umurumuzda değildi zira. Bunların size inandırıcı gelmemesini umut ederek satırlarıma devam etmek isterim.

Kimsenin bir başkasının acısına bulaşmak istemezcesine birbirinden kaçarak yürüdüğü yollardan geçtim. Bizim burada her adım başında bir cami, caminin bahçesinde de türbe vardır. Haliyle camilerin bahçelerinde de sanki dünya kurulduğunda oraya dikilmiş diyeceğiniz çam ağaçları vardır. Şöyle hafif bir yel esse yanağınıza bir serinlik çarpar ya öyle işte. Sonra kahvehaneler… Camlarına perdeler çekilmiş. Mübarek günde niyetlilerin nefsine zarar gelemsin diye. Herkesin günahı kendi başına. Dükkanların önüne atılmış birkaç eski iskemle. Üstünde oturan yorgun ruhlar. Caddeden arada bir hızla geçen Şahinler, Kartallar… Arada bir uyuyanların uykusundan kaldıracak bir traktör sesi doldurur her yanı. Sonra bir adam iner traktörden çevik bir sıçrayışla. Gözleri hemen tanıdık birilerini bulur da bir günlük yoldan onlara selam verir. Sonra her yandan asırlardan beri aşina olduğumuz bir ses yükselir. Davete icabet etmenin kıymetini bilenlerin yolu bellidir bu andan sonra. Herkes üzerinde düşeni lâyığıyla yapmanın derdindedir. Allah kabul etsin. Cümlemizin.

Bizim buralarda yolların öyle düzü yoktur. Ya yokuş çıkarsınız ya da bayır aşağı freni patlamış kamyon gibi inersiniz. Ben ikincisiydim bugün. Freni patlamış kamyon gibi gidiyordum. Aklımda yalnız bir tek şey vardı: Varış yerim. Üstüme başıma takılıp kalmış her bir hikâye ruhumda kalıcı izler bırakıyordu halbuki. Durup düşünmeye vakti olmayanların çağındaki bir aceleciydim ben de. Yol yorgunuydum hep. Uyusam üstümdeki ağrılığı atardım belki de. Çareyi psikanalizde arardım ben de ileride. Kim bilir! Zihnimin kıvrımlarına sızmış, sıkışmış kaygıları atmanın başka yolunu bulur muyuz?

Kahvehanelerden, cami bahçelerinden, dükkanlardan, parklardan ve insanlardan geçip varmıştım hedefime. Benim hâlimden Kastamonu’ya gideceğimi anlayan sefer sırasını bekleyen şoförler sıradaki minibüsü işaret ettiler hiç konuşmadan. Ben de hiç tereddütsüz yürüdüm. Yürüdüm ama gösterdikleri minibüs sanki oraya iki bin beş yılından gelmiş gibiydi. Bu ilçeye geldiğim ilk yıl. Sağıma soluma bakındım. Kimse oralı değildi. Neyse, deyip bindim minibüse. Tek sıra koltuklar, yırtık döşemeler zemine döşenmiş Yudum sıvıyağı kartonları, yırtık perdeler… Bir rüyanın içindeymiş gibi hissediyordum kendimi. Halbuki bu rüya değil uykudan uyanmanın ta kendisiydi. Arkalarda bir yere oturdum. Böylece kendimi diğer bütün yolculardan tecrit edecektim. Aynı yola gidiyor olmamız dışında bir sorun yoktu.

Camı sonuna kadar açıp derin derin nefes aldım. Sonra iki koltuk önüme Suriyeli bir çift oturup hararetlice konuşmaya başladı. Arada da göz ucuyla bana bakıyorlardı. Kapıda gençten bir kadın belirdi. Bir elinden tuttuğu oğlunu yanımdaki koltuğa oturttu. Kulağına eğilip bir şeyler fısıldadıktan sonra yanından ayrıldı. Sonradan anladım ki şoföre çocuğun ineceği yeri tembihlemiş de öyle emanet etmiş. Sonra oğluna gelip bu sefer yüksek sesle “Oğlum, bak ağabeyin seni varınca indirecek. Korkma, oldu mu?” dedi. Çocuk da korkmadı. Çocuktu, korkmadı. Elindeki kocaman havucu kemirmeye devam etti. Kalkış vakti yaklaşıyordu. Geç kaldığını düşünenler telaşla bindiler arabaya. Önümdeki iki genç kızın yanına oturmuş kavanoz dipli gözlükleri olan kasketli ihtiyar, arada bir kızların elindeki telefona şöyle çaktırmadan bir göz atıyordu. Arada da kendi elindeki telefonuna minik büyüteciyle dikkatli dikkatli bakıp bir şeyleri görebilmeye çalışıyordu. Tüm bu sakinliğin ortasında dışarından bir kıyamet koptu. Şoför sinirle ama aynı zamanda kendi de tutarak “Cins misin, sipariş misin kardeşim? Hadi git işine. Belanı benden bulma!” diyerek karşısındakine söyleniyordu. Muhatabının ne dediğini duyamadık ama şoför sanki kendi kendiyle konuşurmuşçasına “Git abicim, git. Beğenmezsen başka arabaya bin. Bendeki bu! Günaha sokma adamı. Bu binenlerin canı yok mu?” diye gittikçe yükselen bir sinirle konuşmaya devam etti. O hışımla da minibüse binip kontağı sessiz bir besmeleyle çalıştırdı. Yanındaki koltukta oturan adam “Bırak belaya bulaşma Mehmet Ağa.” diyerek onu teselli etti. Bela. Bu hikâye tahlil edilseydi eğer uzmanlar kim bilir ne sonuçlar çıkarırdı. Yaşarken öyle değildi ama. Her şey olabildiğine basitti. Ama şunu da eklemek gerek: Büyük çarkın dişlileri rahat dönebilsin diye küçük hayatlarda böyle şeylerin yaşanması gerekiyordu ve hayatın sırrı dedikleri şeye her neyse burada gizleniyordu.

Şoför arabayı kaldırırken annesi oğluna neşeyle el salladı. Çocuk havucunu kemirmeye devam etti. Şoför Mehmet de birden aklına gelmiş olacak ki arkaya dönüp çocuğu kontrol etti. Yerindeydi. Yolun belli noktalarında durup yolcu almaya devam ettik. En arka koltukta oturan teyze Pazar çantasını eline almış en sağa sıkışmış oturuyordu. Minibüse binene herkese yol veriyordu. “Buyur apla sen otur şöyle.” “Yok gardaş sen geç, geç. Rahatsız olma. Benim dizlerim sızlıyo. Sen buyur.” diye adamın gönlünü müsterih etti. Ondan daha yaşlı olan adam da kadını rahatsız etmediğinden emin oturdu yerine. Minibüs artık tımtıkış olmuştu. Ayakta bile dikilecek yer yoktu. Ayaktaki adamların üstü başı da sanki iki bin beş yılından gelmiş gibiydi. Moda dedikleri şeyin bir kıymeti yoktu buralarda. Herkes kendine yakışanı giyiyordu çünkü. Öyle değil mi? Yolculuğuna ayakta devam eden bu beş adam kafalarını öne eğmiş, kimseyi rahatsız etmek istemezcesine kendi dünyalarına dalmıştı. Birinin telefonu çaldı o sırada. Kemerine taktığı telefon kabından, minibüsü inleten telefonu çıkartıp yanındakine kimin aradığını okuttuktan sonra kapatma tuşuna basıp telefonu yerine geri koydu.

Bu minibüsteki her şey sanki yüzyıllardır oradaymış gibi birbiriyle uyumluydu. Benim bu denli rahatlığa alışık olmayan ruhumsa başta daralmıştı ama şimdi yol hiç bitmesin istiyordum. Aynı yolun yolcusu olduğum bu insanlarda ruhum bir aşinalık bulmuştu. Geçmişten gelen bu yolculuğu hiç de yadırgamamıştım. Ben kendi derdime düşmüşken yanımda oturan teyzenin dikkatini birden havuç yiyen çocuk çekti. Sağına baktı, soluna baktı. Ayaktaki adamalara sordu. Eyvah! Çocuğu tanıyan kimse yoktu. Olaya hemen el koyarak havucunu kemirmeye devam eden oğlana annesini babasını sordu da çocuk tek cevap vermedi. Tantanayı fark eden şoför “Apla annesi bana bıraktı. Yolda indürecen.” deyip de teyzenin yüreğine su serpti.

Çocuğu indirdiğimiz yerde yaşlı bir kadın bindi minibüse. Yanımdaki teyze kalkıp ileride ineceğini söyleyerek bu yel esse yıkılacakmış gibi yürüyen kadına verdi yerini. Ben kulağımdaki sesleri dinleyip diğer her şeye sağırken kendi kendine söylenmeye başladı. Kulaklığımı çıkarınca anladım ki arka koltuktaki adamlar hararetli hararetli bir şeyler tartışıyordu. O kadar hızlı konuşuyorlardı ki ne söylediklerini onlardan başkası anlamıyordu. Teyze de bundan rahatsız olmuş olacak ki “Sanki evlerinde konuşuyorlar. Şu sese bak.” diye bana döndü. Benim buna bir cevap vermem gerek şimdi. “Farkında değiller demek ki.” diyerek sohbeti orada kesmek istedim. Ama teyze aradığı boşluğu yakalamıştı bende. “Yok kızım. Böyle de olmaz ki. Hadi biz neysek… Bu adam ne etsin akşama kadar?” dedi şoförü gözüyle işaret ederek. “Alışmıştır artık o da.” dedim. Bu geçiştirmelik cevapları başkasına vermiş olsam sohbet daha fazla uzamazdı ama herkesi kendi gibi zanneden bu teyze konuşmaya devam etti beni utandırarak:

-Öğrenci misin kızım?

-Yok teyze, öğretmenim.

-Öyle mi? Benim büyük oğlan da meslek lisesinde müdür. Karısı bıraktı gitti geçen sene. Onun yanına gidip geliyorum her gün. Seksen beş yaşındayım kızım. Gidiyorum sabah. Temizliğini, yemeğini yapıp öğlen evime geri dönüyorum. Oğlanın benden hizmet beklediği yok da işte kendim duramadığımdan.

-Maşallah! Allah daha çok iyiliğini versin teyze.

-Âmin kızım, âmin! Ne ediyim ben de kendimi böyle oyalıyorum işte. Adamım otuz beş yaşında öldü. Ondan da bir şey kalmadı. Devletin verdiğiyle kendimi idare ediyorum işte.

-Mekânı cennet olsun.

-Adamım bir taneydi kızım. Amma ne yapalım işte. Hastalık çökertti hemen. Birden gidiverdi.

            Parmağındaki yüzünü çıkarmamıştı. Elindeki poşeti sımsıkı tutmaya devam ediyordu. Bir elinde de bastonu vardı. Üstündeki siyah, örme yeleğinin içinde incecik, yeşil bir penye vardı. Ayağındaki kara lastiklerin içine mestlerini giymişti. Basma siyah eteğinin çiçekleri ağarmıştı. Ben susmaya devam ediyordum. Sohbet etmek böyle bir şey miydi? Sen susarsın. O anlatır. İnsan neden yolda karşılaştığı birine bunları anlatır? Evvel refik, bade’l tarık. Yol gerçekten de arkadaşla gerçekten bir yol oluyordu. Yoksa çekilen çileye değmez.

-Yaşlandım amma gayrı. Şu dizlerim tutmuyor. Adamının zamanında bir ev yapalım diye çıktık. Sırtımda o harç tenekelerini çektim de yorulmak ne bilmedim. Dört duvarı örüp çatıyı kapattık da sen bana sor ne eziyetler çektiğimi. Gündüz perdeleri çekerdik de kimse görmesin de ekmeğin arasına soğan koyar da yerdik. Evin içine kendimizi attık da bomboş dört duvar. Bak dur. Çalış Allah çalış. Ah o canlarımı nerelerde arayıp da bulayım! Oğlan hepsini sattı savuştu. Yedi içti. Geçti bir kenara. Ne edersen et. İşte!

            Ben yalnızca sustum. Yüzüne uzun uzun bakarak dinledim. Dünyadaki herhangi bir öyküden biriydi onunki de. Herkesin bu dünyada oyalanacağı bir öyküsü vardı. Kimisininki yazım yanlışlarıyla doluydu. Kimisinin kahramanları kötüydü hep. İyilerin savaşı vardı. Kimisi yalnız başına kalmıştı. Kimisi anlatabiliyordu yaşadıklarını. Kimisi yalnızca susuyordu. Gözleri namlu olanlarınkini sormaya çekiniyorduk. Onlar da herkese anlatamıyordu zaten. İnsanlar çeşit çeşit, hayatlar hep hatalıydı.

            Mehmet abi, yavaşlayarak yolun kenarında durdu. Teyze de bu sessiz anlaşmaya uyarak usulca indi minibüsten.

-Abi müsait bir yerde.

-Kaptan beni şurada indir.

-Öğrenci mi?

-Para üstüüü!

-Ne kadar abi?

-Abla müsaade et de inelim.

-Son durak!

-Hadi geçmiş olsun cümleten.

Tefrika Hikâye: Tutunamayanlar Bölüm 4: Son…

Sevgili Okur,

“Çivisi çıkmış.” dedikleri dünyanın çivilerini yerine çakmaya çalıştıkça ellerim kana bulandı. Kafamın içinde bir dünya derdi taşımaktan da yoruldum artık. “Yoruldum, bıktım, usandım.” denmez ama hâlimi kime şikâyet edeceğimi de bilemiyorum. Bildiğim tek bir şey varsa yılmak, yıkılmak ya da durmak gibi şeylerin benim gibilerin lügatinde hiç olmadığıdır.

İçimde kaynayan mahşer beni uykularımdan uyandırıyor. Coşkumdan yerimde duramıyorum. Olmalı, diyorum. Tutunacak bir dal, beni kendine çekecek bir ses, gözüm gördüğünde içimde neşeli bahar şarkıları çaldıran bir güzellik elbette bir yerlerde var olmalı. Ben bu kadar umutla nasıl yaşıyorum?  

Ahir ömrümde, çocukların gözlerinin nasıl ışıldadığını gördüm. Sonra, gençlerin gözündeki ferin nasıl söndüğüne şahit oldum. Gözlerinin ışığı yitmemiş olanı nerede görsem tanırım. Sen de öğren onların kim olduğun sevgili okur. Bir çocuk merakı taşırlar onlar içlerinde. Heybelerinde hep güzellikler vardır. Bu güzelliği dağıtmaktan da elbette ki yüksünmezler. Yetişkin demenin ne olduğunu ise hâlâ anlayamadım. Nereye yetişiyoruz biz? Vardık mı? Bildiğim bir şey varsa o da hepimizin yolda olduğudur.

Hacı teyzeyle kesişti yolum, yolumuz. O genç kızın gençliğiyle Hacı’nın yolları kesişti. Bu öykü gönlüme nereden düştü bilinmez. Eksik parça ne zaman tamamlanır? Yürünen yollar nereye varır? Okunan öyküler ne anlatır? Yukarıdaki cümleleri bir bütün oluşturacak şekilde sıralayamazsak ne kaybederiz? Bu ve bunun gibi sorular hangi sınavda çıkar? Hayatın karşıma çıkardığı sorulardan yalnızca birkaçı.

Benim hafızam zayıftır. Yazdıklarımı sen hatırla.

Bana postalanan öyküde bu kadarı yazıyordu. Bu genç kız kim? Hacı teyze kim? Nerede yaşadılar? Öyküleri nasıl başladı, nasıl bitti? Bunların hiçbirini bilmiyorum. Final yapamadan ekranlara veda eden diziler gibi beni merakta bırakan bu öykü hayatıma nasıl giriverdi ben de bilmiyorum. Bir tek şey biliyorum yalnız: Hayat yanı başımızda. Peki ya sen neredesin sevgili okur!

 

Tefrika Hikâye: Tutunamayanlar Bölüm 3: Günlüğüme yazıyorum…

Baştan sona yazım hatalarıyla dolu bir öykü yazmak istiyorum. Bütün cümlelerim küçük harfle başlasın. Yürüyen merdivene tersten bineyim yukarı çıkmak için. En ciddi ortamlarda kahkahalar atayım. Filmin en güzel yerinde kanalı değiştireyim. Bütün yarışmalara sonuncu olmak için katılayım. Çektiğim fotoğraflar hep siyah beyaz olsun. Masamın üstünde kötü kokan kır çiçekleri olsun daima. En sevdiğim kelimeyi yazarken kalemimin mürekkebi bitsin. Tuttuğum ip incelsin, incelsin ve kopsun. Kolum kırılmışken kanatlarımı da ben kırayım. Yok yok böyle olmadı. Ben en iyisi herkesin güvenini kazanmışken tek bir hata yapıp gözlerden düşeyim. Baştan sona yazım hatalarıyla dolu bir öykü yazmak istiyorum. Üstü çizilmemiş tek bir cümlesi olmayan. “Vakit gece yarısına yaklaşıyor. Ortam uygun. Ey kafa! Akıt zehirini!”

Gün bitip de odamda yalnız kaldığımda içimde bir şeylerin parça parça olduğunu hissediyordum uzun zamandır. Yorgun olduğumu hissediyorum. Yorgunluğum hayatın içine karışmaktan gelmiyor. Beni yoran hayatı kenardan seyretmekti. Herkes anlatmak isteyip de kimseye anlatamadığım şeyler oluyor. Çünkü bir yazar “Anlatıldığında değerini kaybetmeyecek bir hikâye var mı?” diye yazmıştı o en iyi öyküsünde. Ben de anlat(a)madım kimseye. Anlatılacak pek de kıymetli şeyim yoktur belki de. Dünyayı “Neden böyle?” diye eleştirecek de değilim. Belki de kendime kızmalıyım hayatı yakalayamadığım için. Her neyse… Hacı teyzeye emanetini teslim ettim bugün.

Ah kızım, ah! Ben böyle miydim? Gençliğimde tek ayağımın üstünde dönerdim. Bir evin işini tek başıma görürdüm ben. İçeri seğirt, dışarı seğirt her iş benim elimden geçerdi. Amaaan bu yaşlılığı satsan alan olmaz. Şu dizlerim işte bak guyür guyür ettikçe canım çıkıyor. Doktor sıvısı bitmiş, dedi. Amaam bu yaştan sonra iyi olacağımdan değil de işte, benimkisi gönül tesellisi.
“Hacı teyze dur ne olursun. Ben yetişemiyorum hepsine. Kafam o kadar çalışmıyor benim. Daha selam vermeden dert anlatmaya başladın.” diyemedim. Onun yerine lâfı daha da uzatarak “Doktor ne diyor?” diye sordum. O da bu soruyu bekliyormuş gibi,
“Amaan ne desin kızım! Bana bu yaştan sonra doktor ne yapsın? Hareket et teyze. İlaçlarına dikkat et teyze. O da beni kandırıyor işte. Hastalığımı çekip alacak değil ya işte. Getirdin mi emaneti? Ver bakayım.” demesiyle paketi elimden çekip alması bir oldu.
“Hangimiz yaşlı bir daha düşünelim istersen Hacı!

Elimden aldığı paketi kapını yanındaki sehpanın üstüne koyup “Haydi gel. Yaprak sardım yeni. Sıcak sıcak ye.” diyerek mutfağa yöneldi. Bu öyle bir davetti ki reddetme şansım yoktu bile. Ben de ayakkabılarımı çıkarıp onu takip ederek uslu uslu mutfağa geçtim. Geçtim geçmesine de aklım sehpanın üzerine koyduğu pakette kalmıştı. Ne diye oraya koydu ki şimdi? Açsa da içinde ne olduğunu öğrensem, diyor bir yanım. Bir yanım da “Amaaan bu yaşlı kadın ne göndermiş olabilir ki, boş ver!” diyor. Ben mutfak masasında kendimle cebelleşirken Hacı teyze tencerenin sargısını açıp raftan aldığı kocaman bir tabağı yaprak sarmasıyla doldurdu. “Yok yok Hacı teyze. Ben o kadar yiyemem.” desem de beni duymazdan geldi. “Ye kızım, ye. Anandan babandan uzaktasın sen. Sıcak yemeğe hasret kalmışsındır.” dedi anne şefkatiyle. “Deme öyle şeyler. Ağlarım ben.” diyemedim. Neyse ki Hacı teyze usta oyunculara taş çıkartacak duygu geçişleriyle beni şaşırtmaya devam ediyordu. Fazla uzatmadan başka bir konuya geçti.

“Gelinlerin biri de demiyor ki ‘Gel anne biz gezdirelim seni. Evde canın sıkılıyordur. Hava alırsın, eş dost görürsün.’ diye. Bir gün Güler’e giderdim, bir gün Hacer’e. Tabi çekti benim oğlanlar altlarına arabaları. Konuşuyorlar. Konuşsunlar bakalım. Anne de demiyor şimdikiler evladım. Fatma anne, diyor büyük gelin. Küçüğünde o da yok. Fatma teyze. Ben bilmiyorum sanki ellerinde olsa kapımı da açmayacaklar ya neyse! Allah evladın da hayırlısını versin kızım. Oğlun olmuş ne fayda! Doğurdum oğlum oldu. Everdim el oldu kızım. Bizim de çekecek derdimiz varmış. Ah amcanın eski zamanları olsaydı bana bunların birini yaptırmazdı. Aaah ah! Var mıydı köyde Halit’im gibi bir adam daha! Harmanı tek başına kaldırırdı da köylü bakakalırdı yavrum. Hep yokluklarla bu günlere geldik kızım biz. Adamımın bir süveteri vardı da el içine çıkarken yaz kış onu giyerdi. Bir kere de Allah’a isyan etmezdi. Şimdi size şaka gibi gelir bunlar yavrum. Evlendiğimiz sene bir çift ayakkabı aldıydı da bayramda seyranda giyerdi eskimesin diye. Tam on yıl giydi o ayakkabıları. O yıl koyun para ettiydi de zorla aldırdıydık yenisini. Olsun. Yine de şikâyet etmem kızım. Şimdikilerde de para var, huzur yok. Allah çoluğumuza çocuğumuza dirlik düzen versin.

Ben o sırada yaprak sarmalarını birer birer mideme indirmekle meşguldüm. Söylediklerini hiç duymamış gibi “Ellerine sağlık Hacı teyze.” dedim. “Dur, kabak da yaptıydım dün. Ondan da koyayım bir tabağa.” deyip çabucak dolaptan bir tencere çıkardı. Küçük bir tabağa da birkaç dilim kabak koydu. “Bugün de doyduk çok şükür.” dedim içimden.  Beni öyle bir gaza getirmişti ki önüme ne koysa yerdim. Öyle de güzel anlatıyordu ki okulda ders anlatsa hiç sıkılmadan dinlerdim.

Yıllar, yüzyıllar geçse de insanın dertleri hep birbirine benziyordu. Anlaşılmak istiyordu insan. Anlatmak istiyordu daha çok. Bunun için de bir parça samimiyet görmesi yetiyordu.

Ben kafamın içinde romanlar yazadurayım “Dur sen. Şu Güler’in yolladığı paketi bir açalım bakalım. Sen de gör içinde ne olduğunu.” deyip sehpaya doğru yürümeye başladı. Hacı teyzenin hikâyesinin bu paketin içinden çıkacağını o an anlamıştım.

Tefrika Hikâye: Tutunamayanlar Bölüm 2: Şiirlerle karşılaşıyorum….

Herkes aynı sırrı saklıyor da kimse birbirine söylemeye cesaret edemiyordu. Hayata dair bir şeyler fısıldayacaktı birileri kulağımıza. Hakikati fısıldayacaktı belki. 

İnsanları ite kaka kendime bir yer açtıktan sonra elimi cebime atıp koyduğu paraya baktım. Elli lira vardı. Acaba bu paraya bana ne aldıracaktı? Neyse…Kafamda kurmayayım şimdi. Şoföre parayı ödeyip boş bir koltuğa oturdum. Gide gele dolmuştaki yüzlere de âşina olmuştum artık. Meselâ bir sonraki durakta orta boylu, siyah takımlı bir adam öksürerek dolmuşa binecek ve herkese şöyle göz uzuyla baktıktan sonra bir hışım ona ayrılan yere oturacaktı. Yuvarlak gözlüklü bu adam-memur olması muhtemel-arada bir, seyrekleşen saçlarına elini götürerek düşünceli bir tavır takınacaktı. Sık sık arkasına dönüp bakarak dolmuştaki herkesi tedirgin edecekti. Ya da sadece beni… Daha sonra elinde pazar çantasıyla yeşil takkeli yaşlı bir amca sağ ayağıyla “Bismillah!” deyip usul usul dolmuştan içeri adımını atacak ve ona aldırmayan şoför de gaza basınca sarsılıverecekti. Bazı gençler ona hürmeten yerlerini verecek, hayır duasını alacaklardı. Sonra yeşil takkeli, gençlerle sohbet etmeye çalışacak onlar da geçiştirmelik cevaplarla durumu idare edeceklerdi. Çünkü sabahın bu saatinde hiçbirinin afyonu patlamamış olacaktı. Bir anne binecekti sonra dolmuşa okula geç kalan kızını kolundan çekiştirerek. Kız gözlerini ovalayacaktı. Uykusu daha açılmamış.

Herkes aynı sırrı saklıyor da kimse birbirine söylemeye cesaret edemiyordu. Hayata dair bir şeyler fısıldayacaktı birileri kulağımıza. Hakikati fısıldayacaktı belki. Böyle böyle yolumuza devam edecektik. Son durak kara toprak olacaktı. Bazı şeyler değişecek bazılarıysa hep aynı kalacaktı. Bazılarını unutacaktık. Bazılarıysa biz istesek de zihnimizden ayrılmayacaktı. Bir şiir anlatacaktı sonra bize olan biteni.

 

Sevdiğim kadını kurşunlamalı

Öyle değildi bu türkü bilirim

Her durakta duran sonra gaza basan

Bir belediye otobüsü gibi simsiyah dumanlar dökerek

Bazan gelmesi beklenen bazan ansızın çıkagelen

Mesajlar bilirim, mailler bilirim

Öyle değildi bu şiir bilirim. Dolmuştan inip fakülteye gittim. Her şey olması gerektiği gibiydi. Dersin yarısında kendimden geçmiştim zaten. Kimseyle konuşmadan geldiğim yoldan geri dönerek Hacı teyzenin verdiği adresi bulmaya gittim. Bu işi de halledip eve döner ertesi güne kadar da mis gibi uyurdum. Ama hayat siz planlar yaparken Hacı teyzenin de başka planlar yapmasından ibaretti ve ben de bu planın bir parçasıydım artık.

Hacı’nın tarif ettiği adresi biliyordum. Ziraat Bankası… Ayakkabıcılar… Tamam buldum. Kaç numaraydı? Sekiz numara. Bastım. Art arda üç kere. Artık dönülmez akşamın ufkundaydım. Kapı açılana kadar basacaktım. Sonuncusunda otomatiğin cızırtılı sesiyle apartman kapısı “Tık!” diyerek açıldı. Var gücümle yüklenerek kapıyı ittim de yalnız benim geçebileceğim kadar bir yer aralandı. Kapıya sıkışır da kalırım korkusuyla tek hamlede kendimi içeri attım. Sağa sola bakındım ama asansör yoktu. Olsun. Dört kat dediğin nedir ki bir solukta çıkarım. Dört kat çıkıp sekiz numaranın önüne geldim. Kırmızı kapının tokmağında beyaz bir sekiz rakamı yazılıydı. Kapının önünde bir çift erkek ayakkabısı vardı. Onun dışında burada bir insanın yaşadığına dair hiçbir emâre yok gibiydi. Mozaik kaplamalı zemin bana hafifi bir soğukluk verse kendimi buraya itmiş gibi hissetmemi sağlamıştı. Kapının sağ yanındaki zile bastım. İçeriden hiçbir ses gelmedi. “Allah’ım az önce kapıyı açmadılar mı bana? Bir şey mi oldu acaba içeridekilere?” Zile art arda iki kez daha bastım. İçeriden “Kim o?” sesi geldi. Ben kimdim? Kendimi nasıl tanıtacaktım içerideki bu yaşlı sese? “Beni Hacı Şerife teyze gönderdi de…” diyebildim yalnız. Kapının ardındaki yaşlı ses aramızdaki engeli kaldırarak beni içeri buyur etti. Ben de bu ısrarsız teklifi hemen kabul edip bana verilen terlikleri giydim. “Yok girmeyeyim teyzeciğim. İşim var benim. Hacı teyzenin emanetini alıp gideyim bir an evvel.” diyemedim.

“Buyur, gel kızım içeri. Sen desene beni Hacı Şerife yolladı, diye. Ben bekletir miydim seni bu kadar! Ah kızım ah! Kaç yıl oldu ahretliğimi görmeyeli.”

“Dedim ya zaten.” diyemedim. Onun yerine sadece gülümsedim. Kapının sağında uzun bir koridor vardı. Zemin marley döşeli. Duvarlar beyaz badana. Badana mı? Koridorun sonundaki gün ışığı sızan odaya buyur etti beni. Burası evin salonu olmalıydı. Kapının karşısında havaalanı kadar geniş bir masa vardı. Üzerinde masaya oranla minicik bir örtü vazoyla döndürülüp bırakılmıştı. Masanın hemen sol yanında bir oturma grubu vardı. Kırmızı kadife desenli. Oturmaya kıyamazsınız. Tekli koltuklar pencerenin ününe konulmuş ortalarına da bir fiskos sehpa yerleştirilmişti. Yerde de koltukların renginden bir halı vardı. Tavandan sarkan avizeler evin sadeliğiyle tezat oluşturacak derecede ihtişamlıydı. Evin eşyası bu kadardı. Bunlar dışında ne bir çiçek ne de bir dolap, televizyon hiçbir şey yoktu. Ama gene de bu odadaki bir eşyanın yerini değiştirseniz düzen bozulacak gibiydi. Kendimi bir romanın içinde gibi hissetmiştim bu evde.

Ev sahibesi bana pencerenin ünündeki tekli koltukları gösterip “Geç kızım geç. Çekinme.” dedi. O beni çekingen sanadursun ben ne hikâyeler yazıyordum odayla ilgili kafamda. Lafı uzatmayıp bana gösterilen yere oturdum. O da öteki koltuğa ilişiverdi. İçimden bir ses benim bu evden çıkmam çok uzun sürecek diyordu.

Hemen ondan önce davranıp halini hatrını sordum. “Sen şimdi benim nasıl olduğumu bırak da ahretliğim nasıl bana onu söyle.” dedi.

Hacı teyzeyle bana sürekli bir şeyler anlatırdı ama onlardan çok azının aklımda kaldığını o an anladım. Biraz da utandım ama karşımdaki yaşlı kadın benim cevabımı beklemeden bir şeyler anlatmaya başladı.

“Bu fiskosu gördün mü kızım? Annem sarı kulakların Hatice’den aldıydı örneğini de çeyizime koyduydu. Kimseden geri kalayım istemezdi. Bizim zamanımızda öyleydi. Siz de öyle olun kızım. Her şeyi öğrenin. Yapmasanız da bilin. Bir gün lâzım olur.”

Yapmasan da bil. Bir gün lâzım olur!

Öyle sorular soruyordu ki bana mutlaka anlamlı bir cevap verme ihtiyacı hissediyor, bundan dolayı da kalakalıyordum. Sonra o, gizem kattığı sesiyle sanki dünyanın en gizli sırrını açıklıyormuş gibi anlatıyordu da anlatıyordu. Hep eskilerden konuşuyordu.

Sonra uzun bir sessizlik oldu. O arada cebimdeki parayı hatırladım. Çıkarıp ona uzattım. “Bunu Hacı Şerife teyze gönderdi. Sizde bir emaneti varmış da ben onu alıp gideyim.” dedim.

“Sakın, sakın! Koy onu cebine. Ben kimseden para mara istemem kızım. Olur mu öyle şey! Sen emaneti bırak da okuyor musun bana onu söyle?” dedi. Ben de Edebiyat Fakültesinde okuduğumu, ikinci sınıfta olduğumu anlattım.”

“Desene sen de bizim arkadaşımızsın artık.”

O ne demek öyle? Niye arkadaş olduk ki şimdi durduk yere? Sessiz kalıp olacakları izledim. Basiretim bağlanmış gibiydi. Başörtüsünü düzeltip dizlerinden destek alarak yerinden kalktı. Hiç konuşmadan terliklerini yere sürte sürte odadan çıktı. İçeride bir şeyler aradığı belli ki uzun süre tıkırtılı sesler geldi. Sonra elinde bir paket ve bir kitapla geri döndü.

“Bak bu kitap senin. Benden sana hediye. Adımı anarsın. Güler teyzem verdiydi dersin. Bunu da benim ahretliğe veriver. Bir daha da böyle yaparsa darılım. Bir de para yollamış seninle! Bir dahaki gelişinde önceden haber ver de hazırlık yapayım. Hiç olmadı böyle.” dedi. Elime telefon numarasının yazılı olduğu bir de kâğıt tutuşturdu. Beni hayır dualar ederek uğurladı.

Kapının önünde dayanamayıp bana verdiği kitabı açıp şöyle bir göz attım ve o gün hayatım boyunca unutamayacağım dizeleri okudum:

İnsandan insana şükür ki fark var.

Bir dahaki gelişinde, demişti. Ben bir daha niye geleyim ki buraya? Kurye miyim canım ben böyle getir götür yapayım sürekli? Keşke kendimden bu kadar emin olmasaydım. Yapacak bir şey yoktu zaten. Bir kere yola çıkmıştım.

Tefrika Hikâye: Tutunamayanlar Bölüm 1: Hacı teyzenin radarına giriyorum…

Yaşamak böyle bir şey olmalı. Ezberlenmiş, tekrar eden, aradığın zaman nereye koyduğunu bildiğin bir şey. Cevapları içinde olan bir soru ya da yazılıp yazılıp silinmiş bir sınav kâğıdı. Yanlış cevaplar elenmiş ve hep doğruya ulaşılmaya çalışılmış. Son dakikalarda her şey hızlıca gözden geçirilmiş.

Yaşamak böyle bir şey olmalı. Ezberlenmiş, tekrar eden, aradığın zaman nereye koyduğunu bildiğin bir şey. Cevapları içinde olan bir soru ya da yazılıp yazılıp silinmiş bir sınav kâğıdı. Yanlış cevaplar elenmiş ve hep doğruya ulaşılmaya çalışılmış. Son dakikalarda her şey hızlıca gözden geçirilmiş.


“Her şeyi mutlu olmak için hizmetine koşamazsın. Dünya senin etrafında da dönmüyor zaten. Kendi etrafında güneşin etrafında ve bir de ayın etrafında dönüyor. Çevresinde miydi? Neyse… Böyle şeyler oluyor. Yani herkes işinde gücünde kardeşim. Sen de kendine bak bir kere. “Nerede tükettin ömrünü? gibi sorular sor. Bu sorular gece başını yastığa koyduğunda uyutmasın seni. Pişman olduğun şeylere bir kere daha pişman ol meselâ. Bin kere daha. Kafamın içinden bunlar geçerken apartmanın kapısını bütün gücümle ittirip sokağın serinliğiyle buluştum. Hayatın içine karışmak böyle bir şey galiba. Birdenbire. Ne olduğunu anlamadan ama çok şiddetli. Buz gibi.

Arabayı ısıtmak için art arda gaza basıp bütün sokağı o korkunç sesle inletenler, her gün o aynı, ezberlediği yoldan elleri ceplerinde, başları önlerinde ve paltolarının yakaları kalkık, hızlı adımlarla yürüyenler, çocuğunun elinden tutup çekiştire çekiştire okula götüren anneler, dükkanının kepengini bir hışımla açanlar ve kepengin sokağı dolduran ani ama etkili sesi, uzaktan gelen köpek havlamaları ve herkes sokaklara dökülürken sabah namazından dönen müezzin… Yaşamak böyle bir şey olmalı. Ezberlenmiş, tekrar eden, aradığın zaman nereye koyduğunu bildiğin bir şey. Cevapları içinde olan bir soru ya da yazılıp yazılıp silinmiş bir sınav kâğıdı. Yanlış cevaplar elenmiş ve hep doğruya ulaşılmaya çalışılmış. Son dakikalarda her şey hızlıca gözden geçirilmiş.

“Günaydın Şeyma Hanım kızım. Nereye böyle?” sesiyle irkildim. Kapının önünde öyle uzun uzun sokağı seyredip düşüncelere dalarsan işte böyle yakalanırsın. Bunları anlatacak biri var da ben mi anlatmıyorum sanki. Turgut Özben de böyle diyordu: “Demek konuşmadım, içimden geçirdim sadece. Özür dilerim: bu günlerde ikisini biraz karıştırıyorum da.” İnsan ne diye bir roman cümlesini ezberler ki? Neyse…


“Sanki bilmiyorsun her sabah nereye gittiğimi. Sorma işte, sorma.” diyemedim.
“Okula gidiyorum Hacı teyze.” dedim. Bu cevap ona yeterli olmalıydı zannımca. Ama yetmedi:
“Neydi bugün günlerden?”
“Çarşamba.” dememi beklemeden,
“Ha doğru, doğru çarşambaydı ya. Dün doktora gittik Hacı amcanla. Oradan bildim. Aman kızım yaşlanınca insanda akıl mı kalıyor?”
“Maşallah Hacı teyze sen bize taş çıkartırsın. Geçmiş olsun.” diyerek komşuluk vazifemi yaptım.
Verdiğim cevap onu hiç ilgilendirmemiş olacak ki pencerenin demirlerine iyice yaklaşıp burnunu çekti. Gerçekten hasta galiba. Gözlerini bana daha da dikerek:
“Sen bugün okula gitmezdin bu saatte. Hayırdır başka bir iş mi var?” dedi imalı imalı yüzündeki o tedirgin edici gülümsemeyle.

Keşke ben de senin kadar meraklı olabilsem ah Hacı teyze. Bu merak duygusu yaşlanınca geliyor galiba insanlara. Köşelerine çekilip de bir kenardan hayatı seyretmeye başlayınca olup bitene daha da bir ilgi duyuyorlar. Hayatın kazasını yapıyorlar belki de böylelikle. Yaşanan koskoca bir ömrü televizyondan izlemek gibi bir şey. Aynı romanın tekrar tekrar okursun da her seferinde farklı şeyler keşfedersin ya onun gibi.

Yapacağım açıklamaya inanmayacağını bile bile doğruyu söyledim:
“Hocanın işi çıkmış da dersi erken bir saate almış bugün.” dedim. Oysaki ona güzel bir hikâye yazmam gerekiyordu:

“Bak Hacı teyze, laf aramızda kalsın. Arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum.” Sadece bunu söyleseydim apartmanımızın istihbarat şefi için yeteri kadar ipucu vermiş olurdum. O bunun üstüne ne hikâyeler yazardı. Bazı yalanlar gerçeklerden daha fazla inandırıcı oluyordu ne yazık ki.

“Olsun kızım olsun. Siz okuyun da. Elinize ekmeğinizi alın bir kere. Ondan sonra ne yaparsanız yapın. Bak bizim kızı dedesi okutmadı. Hortlayasıca adam. Bizim bey de babasına sesini çıkartamadı. Yaaa! Herkes Hacı Şerife değil ya pıstırıp da laf söyletmeyeceksin. Gıkını çıkaramadı kızım. Yavrum da nasıl hevesliydi okumaya.”

Eyvah yine en baştan başladı! Dur ne olursun dur. Dayanamam.

“Amaan neyse işte. Anlattırıp da gücümü üzme benim sabah sabah.”

“Ne yani bu kadarcık mı? Devam etmeyecek misin?” demedim. Der miyim hiç!

“Hacı teyze ben geç kalıyorum. Bir isteğin var mı?” diye sorup bir de hayır duasını alıp Allah’ın izniyle güle güle gitmekti niyetim.

“Haydi Allah zihin açıklığı versin kızım. Emeklerinizi zayi etmesin.” deyip beni yolcu etti aslında ilk başta. Ben de mevlit duası yapan hocanın coşkusuyla “Amin!” deyip koşar adımlarla durağa giderken arkamdan seslendi. Seslenmek değildi bu. Aman Ya Rabbi! Sus  Hacı teyze gözünü seveyim. Herkesi uyandıracağız. Koşa koşa yanına döndüm.

“Ne oldu? Hayırdır? İyi misin?” Bu soruları art arda sıraladım. Nefes nefese kalmıştım.


“Gençler de böyle şimdi. Yürüdüğün yol şu kadarcık. Kızım dur, soluklan. Ben sizin yaşınızdayken buradan taaa çarşı kadar yolu kadar günde üç kere gider gelirdim de bir de akşama kaynanama kaynatama sofra kurardım. Hasan ağabeyinde daha beşikteydi o zamanlar. Amaaan anlatmakla bitecek derdim mi var!”

Gerçekten ben de anlatmakla biteceğini hiç sanmıyorum. Bitecek olsaydı şimdiye kesin bitmişti. Hacı teyze derdin tasanın sırası mı şimdi? Bunun için mi çağırdın beni?

“Dur kızım, bak senden bir şey isteyeceğim ama aklında tutabilir misin?

“Ne sandın kızım sen beni? Ben aruz kalıplarını ezbere bilen insanım. Senin dediğini mi aklımda tutamayacağım. De hele.
Cevap vermeden başımı salladım. Zaten konuşsam da dinlemiyordu ki.

“Bak şimdi al şu parayı. Sok cebine. Hani nerede? Cebin var mı? Hah, bak iyi dinle beni şimdi. Çarşıya gittin. Orada bir şekerci var. Hani şu ayakkabıcıların yanında. Ziraat var karşısında. Bildin mi?
“Bildim.”
“Hah orayı bul. Sağ yanında bir apartman kapısı var. Orayı da bul. Sekiz numaraya bas. İyice bas ama. Kulakları işitmez onun. Duyurana kadar bas.

Kimin kulakları işitmez? Sen diyorsun bana böyle sabah sabah? Korkutma beni, gözünü seveyim.

Kapının otomatiğine yukarıdan basılınca gir içeri. Sekiz numara. Unutma bak. Beni de Hacı Şerife yolladı da. Onda bir emanetim olacak. Sana versin. Bu parayı da verir emaneti alır getirirsin bana. Paranın üstünü de geri getir e mi?  Oldu mu kızım? Bulabilir misin?

Hacı da beni iyice kendi gibi sandı he! Bulurum tabi ne var onda.

“Bulurum bulurum Hacı teyze. Akşama dönerim ben. Merak etme olur mu?” deyip koşarak dolmuşa yetiştim. Sevgili suç ortağımla anlaşmamız o gün, sokak ortasında gerçekleşivermişti. Ama ben nereden bileyim başıma gelecekleri. Bilsem alır mıydım o parayı?

Şarkılarla Yaşıyoruz

İlkokul öğretmenim “Şimdi herkes geriye dönsün ve tarih şeridini incelesin.” dediğinde 9 yaşımdaydım. “Herkes tarih şeridini incelesin ve gelecek çağa hangi ismin verilebileceğini tahmin etsin.” Hepimiz benzer cevapları vermiştik: Uzay Çağı, Bilgi Çağı, Teknoloji Çağı vs. O zamanlar, geleceğe dair hayallerimiz uçan arabaların icat edilmesinden ve oturup dakikalarca, saatlerce yemek yemek yerine kapsül şeklinde haplar yutacak olmamızdan ibaretti. İnsanın bir hap yutup da doyacak olmasını havsalam almamıştı. Ne olursa olsun yemek yemek için her zaman vaktim vardı galiba o zamanlar. Her neyse… İcat edilince görecektik.  Aslında herkes hayal ediyor diye ben de uçan arabaların nasıl bir şey olabileceğini hayal etmiştim. Derya’ya “Ama zaten uçak diye bir şey varken uçan arabalara neden gerek olsun ki?” diye sorduğumda “Düşünsene arabalar uçuyor. Haydi bir hayal et. Çok güzel değil mi?” gibi şeyler söylemişti. Bu kadar da vizyonsuz olunmaz ki!  Neyse ben Jetgiller’i seyretmeye devam edeyim.

Bir gazetenin sürmanşetinde “Ateş Çağı” başlığını gördüğümde ise 22 yaşımdaydım. Yıllar geçmiş ve dünya değişmişti. Her şey bize vaat edilenden çok farklıydı. Dünyanın gelmiş geçmiş en hakiki distopyasını yaşıyorduk ve distopyalar ütopyalaran daha gerçekçiydi. Hayatımızın arka planında “Biz büyüdük ve kirlendi dünya.” çalıyordu artık. Ya da daha kötümser olmak gerekirse “Dünyanın sonuna doğmuşum.” gibi şeyler de çalabilir.

Belli bir yere kadar bir rutin hâlinde seyreden hayatımız bir gün aniden bir kaosa sürüklenmeye başladı. “Nerede o eski bayramlar!” ya da “Nerede o eski Ramazanlar.” diye hüzünlenirken bir gün öncesinde yaşadıklarımızın bile aslında ne kadar kıymetli olduğunu düşünmeye başladık. O zaman da radyolarda “Elbet bir gün buluşacağız. Bu böyle yarım kalmayacak.” çalıyordu. Sonra, bizim adına “felaket” dediğimiz daha bir sürü şey oldu. Yangınlar, seller ve adını dahi anmak istemediğimiz şeyler. Her geçen gün bu yaşananların son bulmasını ve eski hayatımıza geri dönmeyi diledik. Her yeni güne bambaşka umutlarla başladık ve Cem Karaca söyledi: Bugün sen çok gençsin yavrum/ Hayat ümit neşe dolu/ Mutlu günler vaat ediyor/ Sana yıllar ömür boyu/ Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni/ Doğarken ağladı insan/ Bu son olsun, bu son.

Aslında yaşanan ve yaşanılacak olan her şey ihtimal dahilindeydi belki de. Biz sadece adına “düzen” dediğimiz şeye çok fazla alıştığımız için çok sarsılmıştık.

Belki coğrafyamız belki de yaradılışımız gereği hep iyi olana, mutluluk verene sarılıyoruz. Zor zamanlarda yaşamak için yaratılmış gibiyiz bir yandan da. Nerede birinin canı yansa hemen onun yanına koşuyoruz kendi acımızı unutup. Gene de güzel olanı görüyoruz bir yolunu bulup.

Kastamonu’dan Tuğba Hanım sıradaki şarkıyı tüm sevenlerine armağan etmiş. Dinleyelim efendim: Hiçbir kere hayat bayram olmadı ya da/ Her nefes alışımız bayramdır/ Bir umuttu yaşatan insanı…