Derman

“Benim hayranlığımdan inlerdi şehir. Ben atlara ve uzaklara hayrandım.”

Erbain, İsmet Özel

Olmak istediğim son yerde dahi değildim sanki. Daha doğrusu bir yerde miydim? Ayaklarım yere basıyordu. Ya varlığım? Neydi bu uçsuz bucaksız varlık hissi? Evet hem varlık hem de bu varlık öyle uçsuz bucaksızdı ki ben içinde kayboluyordum. Ürkütücüydü. Sanki varlığım ayaklarımın altındaki çölde bulunan her bir kum tanesi içinde oradan oraya sürükleniyordu. Varlığım küçücük kum tanelerine çarparak kendini arıyordu.

Ben kum tanelerini düşünürken düşüncelerime ket vuran bir ses belirdi. Bana doğru gelen her neyse rüzgarı da varlığına katmış geliyordu. Bağrında zifiriyi taşıyormuşçasına siyah bir at…Yanımda durdu, dururken kum tanelerini üstüme savurdu. Bu kez de gözlerim kum tanelerinin varlığından ürktüler. Gözlerimi zorla kırpıştırıp yavaşça açtım. Gördüğüm manzara sanki bir tabloydu. Gökyüzü ile çölün renginin birbirine karışmamasının mucizevi görüntüsü önünde tüm görkemiyle yeleleri savrulan bir at…Sanki rüzgar atın yelelerine değil de simsiyah yeleleri rüzgara hükmediyordu. Bense sadece gözlerimi kırpıştırıyordum. Çünkü bazen karşımızdaki görüntü öylesine güzeldir ki korkusuzca gözlerini dikip bakmak gücü gelmez insana. İnsan gözü güzellik karşısında aciz kalır. İlahi gücün muazzam varlığını sorgular insan…

Belki de insan bu zamana kadar asıl güzelliği sadece çölde aradığı için bulamıyordu. Peki ya çölün üzerini örten karanlık gökyüzü? Derin ve karanlık çöl gecelerinde semada aramış mıydı ki hiç? Arayış içerisine girmeden güzeli görmeyi bilseydi bulurdu belki. Başını kaldırıp göğe bakması kafi gelecekti belki de.

Ellerimi iki yandan usulca atın yelelerine doğru uzattım. Korkmadan ve korkutmadan. Şairin dediği gibi, “Ben atlara ve uzaklara hayrandım.” Acaba o yüzden mi uzakların kokusunu getiren bu at beni bulmuştu? Öyleyse ne güzeldi. Yalnız değildim. İznini alırcasına, incitmeden ata bindim. Bana varlığımı hatırlatmıştı. Sanki yıllardır birlikte yol gitmişçesine ait hissettim kendimi ona. Varlığımdan rahatsız olmadı ve ben de ona yön göstermedim. Ne tarafa giderse onunla birlikte gidiyordum ben de.

Ne garip bir histi nereye gidiyor olduğunu bilmemek. Daha doğrusu gittiğin yolda seni nelerin beklemediğini bilmeden gitmek. Düşündüm de, hayat bu değil miydi zaten hiçbir zaman bizi tam olarak neyin beklediğini bilmiyor ama ilerliyorduk. Marifet ilerlemekte miydi yoksa bizi ilerlemeye iten sebeplerde miydi? Her şeyin bir sebebi var mıydı yoksa biz mi olsun istiyorduk? Kayboluyordum sanki ve bu bana çok iyi geliyordu. Atın yeleleri parmaklarımın arasında geçiyordu, rüzgarsa benim saçlarımın arasından. Öylece düşüncelerim içinde kendimi yola değil de yoldaşıma bıraktığımı fark ettim.

İnsan bazen de minik bir kum tanesi misali oradan oraya savrulmalıydı, bırakmalıydı kendini kainata. Yorulduğumu hissettim. Bu güzel atın sırtına uzandım, başımı bıraktım. Belki yorgunluğum beni sırtında taşıyan bu güzel ata karşı bencillikti ama benim yorgunluğum fiziki değildi ki. O beni sırtında taşıyor bense dünyayı sırtımda taşıyordum sanki. Hiç bilmediğim yerlerde bile beni hiç bırakmayan düşünceler vardı. Sanki bir kemanın telleri benim içimde geriliyor, esniyor ve ortaya bir ses çıkarıyorlardı. Gözlerimi kapattım. At hızlanmaya başlamıştı. Sadece benim duyabildiğim rüzgara meydan okuyan nal sesleri vardı. Rüzgara meydan okurcasına dört nala gidişi beni korkutmak bir yana aksine gülümsetmişti. Uzun zamandır böylesine özgür hissetmemiştim. Gözlerimi açmaktan korkuyordum bu anın büyüsü bozulur diye. Ama açmalıydım. Nereye gidiyorduk? Neden hızlanmıştı? Benim gibi onu da bekleyen bir hikâyesi mi vardı? Bekleyeni yoksa bu hız niyeydi ki?

Gözlerimi açtım artık hava kararıyordu. Çölün acımasız ve ani hava değişimi bunu iyi bir şekilde hissettiriyordu. Biz ise öylece ilerliyorduk. Hiç yorulmamış gibi. Ama yorulmaması mümkün değildi ki. Belki de sadece ilerlese dahi ilerlediği yolun dermanı kalmadığını anlamasına ihtiyacı vardı. İnsan gibi. İnsanın nefes alıp, yaşıyor oluşu onun yaşamaktan yorulmadığının bir kanıtı olabilir miydi? Artık gece inmişti ucu bucağı görünmeyen bu yere. Birden beni donduran bir şeyi fark ettim ve bu güzel ata kendimce “Gece” diye hitap etmeye karar verdim. Sanki birisi şuan bizi uzaktan izlese gecenin gökyüzüyle bütünleşmesinden dolayı onu ayırt edemez sadece beni görür gibiydi. O kadar vardı ki.

Yaratılan her varlık bir düzene ne kadar ait olabiliyor, bir parçası olabiliyordu. Muazzamdı. Yaratılanlardan bir insan başaramamıştı bunu. Oysa insan yaratılışı itibariyle hep varlığını, nereye ait olduğunu sorgulayandı. Bense ilk kez gecenin üstünde resmen gökyüzünde süzülürken nereye, kime, neden ait olduğumu düşünmeyi istemedim. İlk kez bu kadar düşünmeye gerek duymadım. Hem de bu koca belirsizlik içerisinde. Gece hızlandıkça benim kalp atışlarım da hızlanıyordu. Korkudan değil, neyle karşılaşacağımı bilmemekten, bilinmezlikten. Öte yandan bu duygu iyi de geliyordu. Özgür hissettiriyordu ruhuma. O güzel söz yankılandı kalbimin her odasında “Derman arardım derdime. Derdim bana derman imiş.” Fakat şuan Gece’nin dermana ihtiyacı vardı. Saatlerdir yoldaydık. Hiç durmamıştı. Derin nefes alış verişlerini sanki ben ciğerlerimde hissediyordum. Yorulduğu için üstünden inmeye çalıştığım her hamlemde bana izin vermiyordu. Çok güzel bir attı ve ben bir kez daha atlara hayran kaldım. Ay sanki bu çölde bizden başka varolan tek şeydi. Yolumuzu görmemizi sağlayan da oydu. Gerisi zifiri karanlık…Tek istediğim Gece’nin dinlenmesiydi. Hani o çöl hikayelerinde anlatılan meşhur su birikintisi neredeydi? Yoksa Gece benim hikâyemde sadece bir serap olarak mı kalacaktı?

Ayak topuklarımı karnına bitiştirdim ama durmadı. Demek ki vakti değildi durmanın. Zorlamadım. Çünkü bu yol bana onunla gelmişti. Ben yorulmasını istemesem de o yorgunluğuna rağmen durmuyordu. Vardır bir sebebi dedim. Yol, yolu bilene emanet edilmeliydi.

İlerde farklı bir siluet dikkatimi çekti. Karanlıktan dolayı ne olduğunu seçemiyordum. Anladığım tek şey bu karanlıkta kendini belli edecek kadar aydınlık olduğuydu. O sırada Gece’de benim gördüğümü görmüş olacaktı ki son nefeslerini de ona ulaşmamız için harcar gibi hızlandı.

Çölde uçuyor gibi bir hisse kapılmak mümkün müydü? Şayet mümkünse yaşadığım buydu. Ama içimi garip bir his kapladı. Varlığını fark ettiğimiz şey her ne ise az kalmıştı görmemize ama neydi bizi bekleyen? Az evvel ayın önüne geçen bulutlar yavaş yavaş çekilmeye başladım. Derince bir nefes aldım. Gece yavaşladı, yelelerini savururken ben karşımızdaki görüntüye bakıyordum. Beyaz bir at…Gece’nin aksine bembeyaz bir at. Gece durdu. Ben durması için bir hamle yapmadığım halde. Bu kez ürkütmeye çalışmadan inmek için bir hamle yapmadım. Çünkü karşımdaki görüntü beni öylesine ürkütmüştü ki bunu düşünememiştim o an. Bu at yaralıydı. Yaralı gövdesini bıraktığı yer küçük bir kan göleti oluşturmuştu. Gece, ben üzerinden indikten sonra beyaz atın yanına yaklaştı ve onunla aynı pozisyonda yanına uzandı. Sanki ben orada değildim. Aralarında anlayamadığım bir iletişim geçiyordu. O an anladığım tek şey gecenin gözlerindeki karanlıktı. Bunu da bilmek için aralarındaki iletişimi bilmeme gerek yoktu. Gerçek en çok da kalbin gördüğüydü.

Yaralı atları vururlardı. Vurulmazlarsa…Vurulması gerekiyordu öyle mi? Düşüncelerimde kaybolduğum için yeni fark ediyordum. Gece belki de son nefesleriyle zorlanarak ayağa kalkmış ve hemen arkalarındaki su birikintisinden su içiyordu. Bir yandan da sürekli beyaz atın yanına gelip başıyla onun başına yaslanıyor, kaldırmaya çalışıyordu onu. Bir yudum su da o içsin diye. Gözlerim dolmuştu ve donmuştum. Şimdi o kumları yerle bir eden çöl, rüzgarı esse beni savuramazdı. Öyle mıhlanıp kalmıştım olduğum yere. Ben de Gece gibi su içmek istiyordum. Vicdanım izin vermiyordu içmeme. Ama bu yaralı ata haksızlık olmaz mı diyordu vicdanım. Yarası iyileşemeyecek kadar derin açılmış atların vurulmaktan başka kurtuluşları yok muydu? Vurulmak ve kurtuluş…Bu iki kelime beynimin iki zıt ve birbine uzak noktasında zonkluyordu. Gece’nin su içmeye devam ettiğini gördüm. Gözlerini beyaz attan ayırmadan. Arada nefeslenip onun yanına gelip acıyla kişnemekten vazgeçmeden. Acı hiç var olmayan bir lisanda da en çok kullanılan dilde de aynıydı…

Çölün rüzgarı kulağıma şöyle fısıldadı sanki: “Derman arardım derdime. Derdim bana derman imiş.”

Ayak bileklerimden, göz kapaklarıma uzanan ani ürpertiyle uyandım. Perdeyi araladım. Uyumadan hemen önce ayın ışığı pencereme vuruyordu. Şimdiyse şafak sökmeye başlamıştı. Gökyüzü zifiri karanlığını günün ilk aydınlığına bırakma anındaydı…

“Derman arardım derdime.
Derdim bana derman imiş…”

https://youtu.be/YJ__ja4QpMM

Reklam

Sığınmak

Öylece duruyorum. Gitmekte olduğum yolda ara ara hep yaptığım gibi. Sanki her şey akıp gidiyor da ben evini bir depremde kaybettiği için kaldırımda oturmuş, nereye sığınacağını düşünen kırk yaşlarında biri gibi duruyorum. Pek de farkım yok aslında. O evvela somut bir sığınak, dört duvarlı bir ev ararken ben tüm benliğimle kendimi nereye sığdıracağımı düşünüyorum. Öyle ya da böyle insan sığınacağı, başını sokabileceği bir yuvaya sahip olabiliyor. Peki ya ruh ? Yeri geldiğinde evdeki dört duvar arasına sığmayan ruh ?Ah pardon bundan daha vahim bir durum var: Kendi içine sığamayan, kendini taşıyamayan ruh ? Ona ne olacak ?

“İnsan, en ağır yüktür.” demişler zamanında.

Kabul ediyorum lakin neye? Kendine mi? Sevdiklerine mi? Kainata mı? Neye en ağır yük? Ben kendime hep soruyorum bu soruyu. Bundan mütevellittir ki en çok kendime ağırım. Peki ya siz ? Siz kendi iç muhakemenizi yapadurun ben tam burada durup yüreklerinizden af dileyeyim. Yazdıklarım yüreğinize gri bir toz bulutu gibi çökmüş olabilir. Lakin biz yazının yüreğe dokunurluğuna inananlar, bunu bilerek inanmadık mı ? Yazan, içinde yanıp tutuşan ateşle kelimelerine sığınır. Kelimeler ki birer toz bulutu, okuyucuya ulaşır. Yazan kadar okuyucuyu da nasiplenir o ateşten. Ve içi toz duman.

Usulca durup halimize kanaat etmeli, bir uğurböceğinin kanat çırpışı kadar hafif bir o kadar da güzelce gelip geçmeli. Buraya kadar yazdıklarımda da şuna kanaat etmeli, kelimelerin görünmez bağlarla insanları birbirine bağlayıp, etkilemesi. Nasıl derin bir bağ öyle değil mi? Bir şeyler içine sığmıyor sığmıyor, taşıyor ve yazıyorsun. Belki o an aklında “Yazayım da benim gibi olanlar tek olmadıklarını bilsinler. Buna tutunsunlar.” diye bir düşüncen yok. Lakin kim bilir yazdıkların bir gün yaralı bir yüreğe şifa, yorgun bir omuza dokunan el, okşanmayı bekleyen saçların kendini bırakacağı bir diz olacak…İşte insan yüreğinde bunu bilerek yaşarsa ” Evet yaram, yarası kapanmaz belki ama biz o yaraların dile getiremediklerinden tutunuruz hayata.” diyor. Bakın işte bu insana bir sığınaktır…Sığınak diye kastettiğim tam da böyle bir şeydi. Yüklerin sana, sen de kendine en ağır geldiğin vakitte kendini şöyle bir bırakabilmek, öylece durmak ve beraberinde susmak, kendini emanet etmek…

Ne diyordu Sabahattin Ali :

“İnsan biraz da kalender olmalıdır.”

Bir şeylere sığınmaktan korkma, utanma. İnsansın, en ağır yüksün! Kendini bırakıp dinlenmek, sığınmak istemek senin de hakkın. Allaha sığın, anne babanın sonsuz merhametine, gözlerinin içine bakarak seni anlayacak dostlarına, kardeşinin masumluğuna sığın…Ama muhakkak kendine sığın. Şimdi diyeceksin ki bu deli başından beri insanın kendi içine sığamamasından, kendinden kaçma isteğinden bahsediyor şimdi niye böyle diyor? Ne yöne gidersen git, kime, nereye gidersen git, gittiğin her yol kendi içine bir seyahat…Kalbini yolun kenarında bıraksan dahi, canını yakan yaşanmışlıkları gittiğin yol yapıp ezip geçsen dahi kendinden kurtuluşun yok. Dönüp dolaşıp yine kendine geleceksin. Sonunda hep kendine geleceğin yolda yürürken yeri geldiğinde kendine sığınak olabilmelisin ki yolu kaybetmeyesin.

Yazdıklarımdan tek bir cümle, tek bir kereye mahsus da kalsa sığınağınız olduysa ne mutlu bana şayet olamadıysa da kendinize sığının. İnanın iyi gelecektir. Kendinizde kalın sevgili okur…