E- Kitap mı? Baskı Kitap mı?

Asırlar öncesinden günümüze kadar gelen matbaa tarihi ile birlikte birçok kitap, insanların ellerinde kendilerine yuva buldu. Çok yakın bir tarihte ise teknolojinin hızlı gelişimi ile birlikte E-kitap denilen bir kavram çoğu insanın zihninde yerini aldı. Şüphesiz bir şekilde yüzyıllardır insanlığa kılavuz ve yoldaş olan kitaplar bir kelebeğin kozasından çıkması gibi şekil ve formunu değiştirirken onların sadık dostları, akıllarında ve sosyal ortamlarında sarsıcı bir tartışmaya istemeden dahil oldu. Bu taştırmanın cevap bekleyen sorusu ise “E- Kitap mı? Baskı Kitap mı?” sorusudur.

Kısaca matbaa ve basım tarihi

Matbaanın ilk kullanımını MS birinci yüzyılın ikinci yarısında Uzakdoğu’da görmekteyiz. İlk başlarda kalıp kelimeler ile kâğıda baskılar yapan matbaa makineleri, daha sonra harflerin demirle şekil alması ile birlikte tekli vuruşlarla baskı yapan matbaa makinelerine doğru evrilmiştir. Böylelikle insanlık seri ve hızlı basım tarihine ilk adımlarını atarak kitaplara daha kolay erişim sağlamaya başlamıştır. Basım yapılan kitaplara baktığımızda ilk baskı kitapların dini kitaplar olduğunu görmekteyiz. O dönemlerin radikal din düşüncelerinde özelikle kutsal kitapları olan dinlerin baskı yaparak dinlerini yaymaları da matbaa ve basım ile daha kolay hale gelmesi ise yadsınamayacak bir gerçektir. İyi yönden bakarsak aslında kutsal kitapları olan dinlerin en iyi arkadaşı matbaadır. Dini kitaplar ardından insanlar edebi ürünlerle de matbaayı buluşturarak yazın, basım ve edebiyat alanına yeni soluk getirmiştir.

Nedir Bu E-Kitap?

Teknoloji, asrın büyük adımı. Gündelik hayatımıza adapte olan teknoloji takılarımızdan cüzdanımıza, alışverişimizden yediklerimize kadar bize yardımcı olur hale geldi. Tabii ki insanlığa hizmet eden bu müessese insanlığın kadim arkadaşı olan kitaplara da yeni bir görünüş getirdi. E-kitap dediğimiz bu görünüş ve biçim çoğu teknolojik aletle kullanılabilir durumdadır. Masaüstü ve dizüstü bilgisayarlar, tabletler, akıllı telefonlar, elektronik kitap okuyucular gibi görüntü destekli aygıtlar ile erişim sağlanan kitaplara E-kitap ismini vermekteyiz tam açılımı ise Elektronik Kitap. Eğer konuyu biraz daha irdelersek bu süreç 90’lı yıllarda ortaya çıkmış ve bazı iniş çıkışlarla özellikle 2010 sonrasında üzerine düşünülen ve insanlığa hitap eden bir olay olmuştur. Günümüzde çoğu internet erişimi olan aygıtlarla bu hizmetten yararlanılabilmektedir. Ayrıca bu konu hakkında bilgi vermek gerekirse çoğu insan PDF dosyalarındaki kitapları E-kitap sanmaktadır. Lakin elektronik kitaplar için farklı yazılım ve uzantılar gereklidir. Buna destek olarak: Epub, Mobipocket, eReader, HTML örnek gösterilebilir.

Sorunun Cevabı

İrdelediğimiz başlıklar altında baktığımızda aslında bu sorunun yani “E- Kitap mı? Baskı Kitap mı?” sorusunun birden fazla yanıtı var. Nasıl mı? Şöyle baskı kitaplar çoğu insanın yıllardır kullandığı ve kült eserlerin ilk basımlarına hitap eden bir olgu. İnsanlar basılı kitaplara yani somut olarak kitaplara dokununca bağ kurduklarını söyleyebiliyorlar. Lakin diğer bir yandan baktığımızda ise basılı kitaplar insanlara zorluk yaratabiliyor. Mesela her bir kitap sayfası için binlerce ağaç kesimi ile birlikte binlerce mesai içeren bir çalışma gerekiyor. Bunla birlikte basımı esnasında da zorluklar maalesef göz ardı edilemeyecek düzeyde olmakla birlikte çevre zararı kısmı da ayrı bir sorun yönü bu açıdan baktığımızda E-kitaplar bizlere birçok yönden fayda sağlıyor. Sayfalara ihtiyaç olmadığı için hem doğaya zarar vermiyor hem de fazladan mesaiye ihtiyaç doğurmadan insanlığa zarar vermiyor. Lakin E-kitap farklı bir açıdan da insanın göz sağlığına zarar vermekle birlikte bazı telif suçlarına da sebebiyet verebiliyor. Bence lafı fazla uzatmadan şunu söylemek gerekli; ihtiyaçlar doğrultusunda her ikisi de kullanılabilir. EEE! Kitap hepsi neticede.

Reklam

Serinlik Mahallesi

Asfalt nedir bilmeyen mahallenin çocuklarıydık bizler. Arnavut kaldırımlı sokakların siyahtan taşlarını sayarak geçti günlerimiz. Mahalleyi mahalle yapan taş kaldırımlardır aslında. Çünkü onlar komşuya, bakkala, kahveye, aşka götürür sizleri. Biraz dikkatli bakarsanız eğer onlara, aralarındaki tozun toprağın kir olmadığını göreceksiniz. O tozun toprağın anılar olduğunu gördüğünüzde ise başınızı kaldırıp bakarsanız mahalleye, her bir suret her bir bina size çok daha tanıdık gelecek.

Serinlik Mahallesi emekli asker Seyfi Bey’in oturduğu apartmanla başlayıp Çerkez ablanın eviyle son bulurdu. Son bulmazdı da aslında biten sadece binalardı, nitekim içinde ölmeyecek demet demet anıları saklıydı. Şimdilerde göçen gidenler sokağına döndü ama ben hâlâ o cıvıltı günlerini hatrımda tutarım. Mahalle ortasında bulunan kahvehanede atılan tavla zarının sesi kulaklarımda mesela. Birbirlerine espriler yaparak işini yapan Kasap Feyyaz ile Bakkal Seyit’in sesleri sokakta capcanlı hâlâ. Sokak ortasında top oynayan çocukların ince sesleriyle ettiği o masum küfürler de…

Küçücük bir mahalle gibi görünse de sakinlerine yetiyordu, herkes birbirine kaldırımlar kadar bağlıydı. Bir kişi eksilse o bağdan yerine bulamazdınız kimseyi. Mahalleyi birbirine katıp karıştıran Serpil abla mahallelinin ağızındaki haliyle Cazgır Serpil bile kopsa o bağdan yerine hiç kimseyi koyamazdınız. Herkesin şekil almış isimleri vardı kısaca. Ben mahallede herkesi olması gerektiği kadar severdim. Yan komşumuz Necla ablayı daha çok severdim mesela. Onu hep Alpay’ın Fabrika Kızı şarkısındaki kız sanırdım. Annemin en yakın arkadaşıydı. Annem ahretliğim derken ve ismini söylerken ayrı bir tonda seslenirdi adeta. Necla abla izinli olduğu günlerde annemle arka balkonda çay içerlerdi. Orada sık sık birbirlerine destek olur, arada dedikodularını sıkıştırır ve bir demlik çayla iki sigarayla günü akşam ederlerdi. Necla ablayı benimle çok ilgilendiğinden ve bize çok geldiğinden severdim ama bir de tütün fabrikasında çalıştığı için çok severdim. Her ay anneme bir karton sigara getirirdi, bana da o kartondan nasiplenmek düşerdi. Ara sıra iki üç dal fazla alırdım. Ya gece camdan tüttürmek için ya da arkadaşlarla arka sokaklarda gezinirken içmek için. Gerçi yine böyle bir yürüyüş sırasında Cazgır Serpil’e yakalanmıştık. Dedikodu hızını ilk orada anlamıştım. Daha işten eve dönmemiş olan babamın bu durumdan nasıl haberi olmuştu hâlâ düşünürüm. Serpil abla mahallenin magazin kamerası gibiydi, hiçbir şey bulamazsa alt komşuları yeni evlenmiş Sedat ağabey ile Nazan ablanın kavgalarını anlatır dururdu. Malum dedikodu paparazi bir davranıştır. Ve bence en çok dedikoduyu kendi hayatını yaşayamayan insanlar yapar. Belki de Cazgır Serpil’in yaşayamadığı onlarca şey vardır…

O şirin mahallenin akşamları başka olurdu. Hele ki bir de yaz akşamıysa her balkondan bir çay kokusu gelirdi. Balkonların sarı ışıkları mahalleyi aydınlatırdı. Esnaf eve gitmek için değil de eve gitmemek için yavaş çalışır, kahvehaneden dolu dolu kahkahalar yükselirdi. Çocuklar mesela akşam ezanını hatırlamadan oyunlarını oynamaya devam ederdi, aşıklar sevdiklerini son bir kez daha görebilmek için evine giden yolun yönünü değiştirirdi. Bu kişilerden biri de Kemal ağabeydi çünkü mahalleyi kasıp kavuran bir aşk efsanesi vardı. Leyla ile Mecnun’u tanımadan Sevgi ile Kemal’i tanıdık bizler. Kemal abi uzun boylu, hafif esmer, saçları gür ve bakımlı, kıyafetleri özenli hem bir mahalle ağabeysi hem de hastaların şifacısı mesleğini seven bir eczacıydı. Sevgi Abla ise aile baskısından bunalmış, ev hapsinde günlerini geçiren, hasta dedesine ilaç almak için bir de mutfak eksiklerini tamamlamak için dışarı çıkan orta boylu, çakır gözlü, kısa saçlı kaküllü, her şeye rağmen sevecen ve güler yüzlü bir kadındı. Kemal Ağabey’in aşkı eczaneye ilaç almaya gelen Sevgi ablayı gördüğünde başlamıştı. O günden sonra Kemal ağabey Sevgi ablayı görebilmek için türlü bahanelerle Sevgi ablanın evinin kapısını çalar olmuştu. Tabii zamanla Cazgır Serpil’in de etkisiyle oluşan bu aşk, mahallenin kulağına düşüverdi. Çok zaman geçmeden de Sevgi ablanın babası Seyfi amcaya haber ulaşmıştı. Ardından hiç unutmam bir akşam eczane tarafından sesler gelmeye başladı. Kimi camdan kimi kapıdan atıverdi kendini ben de çıkmıştım. Görünürde bir kavga yoktu ama yüksek sesler bir yerden geliyordu. Seslere doğru yaklaşınca eczanenin içinde ilk gördüğüm şey Seyfi amcanın iki eli havada karşısında iki büklüm olmuş Kemal ağabeye bağırmasıydı. O akşam esnafın da olaya el atmasıyla çok büyümeden bazı meseleler rafa kaldırıldı. Fakat ilerleyen günlerde her şey çok değişmişti. Saklı kalması gereken şeylerin ortaya çıkmasından sonra insanlar gözleriyle anlatır bazı şeyleri.

Mesela bir adam bakışıyla tokat atabilir bir başka adama. Bir kadın mesela öldürebilir bir adamı gözünü kaçırarak yürürken. Ve anahtar kilde oturdu mu peşi sıra yıllar geçerken açılır kapının kilidi. Biz de yıllar sonra anladık o aşkın çaresiz savruluşunu. Meğerse Seyfi amcanın kızgınlığı Kemal ağabeye değil, Kemal ağabeyin rahmetli babası Orhan amcaya imiş. Vakti zamanından kendi aralarında yaşanan sûhân-ı ruh bir aşk hikayesinden kalma kinden kaynaklanmış bu kızgınlık. Neticede zaman dozu düşük bir ilaçtır, yani kısa vadede olmasa da uzun süreler sonunda Kemal ile Sevgi’nin de ilacı oldu. Hatta zamanın da bir meyvesi var, onun da adı Orhan Seyfi desem.

Şimdilerde geçerken mahallenin asfalt yolundan; çocukluğumdan, gençliğimden kalan duvarlarda bir boya dükkanlarda bir tabela mahallede tanıdık bir arkadaş evlerden gelen bir ses arıyorum. O hiç bitmeyecek gibi yaşayan mahalle şimdilerde anılarını yaşatacak insan arıyor. Mahalle artık küskün sakinlerine, ne eski neşesi var ne de heyecanı. Altmışlarına yaklaşmış ihtiyar bir ben gibi alışamıyor yeniye belki de değişime. Eminim onun da kaybettiklerinden gözleri yaşlanıyor sisli bir sonbahar sabahında. Nefesi kesiliyor, geceleri korkuyor çok tanıdık bir saat arasında ölmekten. Asfalt ona ağır geldi. Yeni binalar bilenmiş çelikten bir bıçak gibi sapandı göğsüne, yağmur damlaları artık muhteriz değil canı acıyor sağanaktan. Her şeyden sonra geleceklerden önce oda eminim şunları düşünüyor:

Kötü günler, kötü hatıralar, kötü zamanlar insanlarca hep unutulmak istenmiştir fakat iyi günler de iyi zamanlar da iyi hatıralar da unutulmalı. Hatta hiç bahsedilmemeli kötüler gibi. Çünkü insan kötüyü düşünürse geleceğe, iyi düşünürse geçmişe umut bağlıyor. Lakin önemli olan andır. Anı kıymet bilerek yaşamaktır. İnsanlar hep bunu unutuyor, kaybediyor ve üzülüyor. Sonra da ölüyor.   

“Zoraki Kral” Film İncelemesi

20. YY’ın ikinci çeyreğini betimleyen film (VI. George) unvanıyla bilinen Albert Frederick Arthur George’un hayatını konu alıyor. Film içerisinde krallıktan yıbıllık, nınıklık ve genzeklik olarak adlandırabileceğimiz konuşma kusurlarından dolayı kaçan bir veliaht ile karşılaşıyoruz. Belirli öneriler neticesiyle birbirinden farklı doktorlar ile tanışsa da derdine derman olacak bir doktor çıkmıyor. Fakat eşinin çaresizce arayışının içerisinde tesadüfen karşılaşacağı o adam (Lionel Logue), veliahtın dermanı olacaktır. Lakin soylu bir monarşi üyesi olan bu veliaht, onu bir dostu olarak görmez. Tabii ki dostluklarının başlayacağı ilk yıllarda…

Veliaht geçmişteki yaşadıklarından ve ağabeysinin gölgesi altında kalmasından dolayı konuşma kusurlarına sahip olarak yaşar. Başta da belirttiğim gibi bu yüzden krallıktan kaçmaktadır. Hatta eşi bile Albert Frederick Arthur George’la konuşma kusurlarından dolayı kral olmayacağı için evlenmiştir. Öncesinde de veliahtın iki evlenme teklifini reddetmiştir.

Karakterimiz başlarda sadece mevkisi gereği konuşmasını düzeltmek istese de sonraki yıllarda yani zoraki kral olacağı dönemlerde bu emeklerinin faydasını misliyle görecektir. Hem dostu hem de konuşma kusurlarını düzelteceği hocası olan Lionel’den çokça yardım alacak ve kendi çabalarıyla birlikte bu konuşma kusurlarından kurtularak halkın simgesi olan bir kral olacaktır. Filmde konuşma konusunda bir yükselişe hatta inanılmaz bir becerinin gelişimine tanık olmaktayız.

Hayatın her yerinde her halinde tanık olduğumuz emeklerin neticesinde sağlanan başarıyı tekrar görüyoruz. Şaşırtıcı ve bazen de çözümleyici yöntemleri olan bir dâhinin rehberliğinde bu yöntemler uygulanıyor ve öz saygı kazanımıyla birlikte başarı açığa çıkıyor. Birkaçına değinecek olursak tekerlemeler, nefes egzersizleri, diyafram gelişimi için uygulanan hareketler ve kişiliği kazanmak için yapılan çılgınlıkları örnek gösterebiliriz.

Film içerisinde hitabetin öneminin vurgulanmasıyla birlikte konuşma eğitimine verilecek önemin vurgusu da yapılmakta. Kısaca kendi öz eleştirim olarak şunları söylemek isterim: Film her düzeyde herkesin izleyebileceği bir forma sahip. Lakin konuşma eğitimi alan kişilerin daha çok zevk alabileceği bir seviyede ilerliyor. Ayrıca o dönemi araştıran bir kişinin de izlemesi gereken bir film. Konuşma eğitimi içerisinde alınan bilgiler filmle beraber pekişeceği ve ilişkiler kurduracağı için eğitim açısından da kullanılabilir yeterliliğe sahip. Ben bir öğretmen adayı olarak filmi sıkılmadan ve zevk alarak izledim. Hem benimle aynı eğitimi alan öğretmen adaylarına hem de farklı eğitim kademelerindeki öğrencilere ve eğitmenlere önereceğim eğitici filmler arasında yerini aldı. Fazla uzatıp tadını kaçırmadan da şunu ekleyeyim, anlattıklarımın devamı ve fazlası filmde mevcuttur. İyi seyirler…

Çizik Plaktan Şiirler

Kaybettim

Bugün birkaç parça daha
Eksik uyandım yine sensiz
Uzun zaman sonra tekrardan
Aynı sessizlik aynı durgunluk benimle

Susuyorum evet sadece susuyorum
Düşünmek bile istemiyorum kendimi
Şarkılar dinliyorum tekrar tekrar
Tükenmez kalemimin tükenen mürekkebiyim işte

Hiçbir şey yapmak istemiyorum inan
Balkonda buluyorum kendimi sık sık
Artan sigara nöbetlerimi dindirirken
Körfezden kalkan gemilerin sirenlerine irkiliyorum

Gülen insanlar da var çevremde ağlayanlar da
Hepsinin arasındayım ne gülüyorum ne ağlıyorum
Dediğim gibi sana ben bir hayaletim hep hayalettim
Şimdi ise boşluktayım rüzgarda savrulan bir yelkenli gibi

Peki sen sen neredesin
Hâlâ orada mısın mesela karanlık köşende
Mor bulutlara büründün mü yine karlı bir gecede
Dinliyor musun hâlâ o çıkmazlardaki şarkıyı

Eminim eminim yine çok güzelsindir
Hele ki bir de vuruyorsa yüzüne gecenin aydınlığı
Yağmur kokusu sinmiş ak zambak gibisindir
Ama kim bilir nerelerdesindir kimlesindir

FİRAK ŞİNASİ

Çizik Plaktan Şiirler

Ben seni düşündüm hayallerimde
Seni gördüm gece rüyalarımda
Çıkmaz anlarımda senden çıkış buldum
İzlediklerimde okuduklarında seni buldum

Baharda en yeşil sendin gördüm
Bir ağacın tepesindeki son yaprakta
Bir ırmakta yine seni gördüm
Akın akın gürül gürül çağlarken

Sen bilmezsin bir parçam bin parçam
Sigara dumanımda hasret tüttüm
Her seste her bakışta seni gördüm
Güldüm ağladım sustum seni konuştum

Bazen bir nefes bazen bir kramp
Hepsinde en güzel sen oldun iyi ki oldun
Ve günümün her saati seni sen geçerken
Ben şiirlerimin son mısrasında seni yazdım

Okuma Kültürü Oluşturmada Okul-Öğretmen, Sosyal Çevre ve Ailenin Rolleri

Okuma nedir?  Okuma, farklı duyu organlarımız ile hissedilen ve zihinsel faaliyetler ile birleşerek ortaya çıkan bir çalışma, bir algılama süreci ve anlama anlamlandırma neticesidir. Bu algılama süreci sadece semboller algılanmasından oluşmaz. Yani okuma sadece harfleri algılama bütünleştirme süreci değildir. Bu algılama süreci; dar anlamda okuma başlığı altına girer “Okuma, okuyucu ve yazar arasında uygun bir ortamda gerçekleşen görüş alışverişidir” (Akyol, 2007:15). “Okuma, bir yazıdaki sembolleri tanıma ve anlamlandırma etkinliğidir” (Calp,2007:89) 

Fakat geniş anlamda okuma başlığı altına biz izlenimleri de alırız. Mesela havaların gidişatına göre hava durumu tahmini yapmak, insanların davranışlarına göre ruh halini ve sıkıntısının olup olmadığını tahmin etme gibi tahminler zamanla izlenimler üzerine genel bir okuma ve anlamlandırılabilme neticesiyle mümkündür.

Okuma bireysel bir eylemdir. Geçmiş, gelecek ve yaşanılan çağ hakkında ilgi meraklara göre haberdar olama gibi imkanlar sağlar. Ayrıca bizler halk arasında okuma kelimesini birçok güzel yerde de kullanmışızdır mesela; okula giden öğrenim gören öğrenciye okuyor deriz ve bu öğretim süreçlerini almış ve belirli bir seviyeye gelmiş kişiye de okumuş sıfatını biçeriz. Toplumumuz ya da kültürümüz bakımından okumayı sadece algılama süreci olarak nitelendirmeyiz bundan daha fazlasını görerek bir yaşama düzeni, yaşamın bir bölümü, hayatın önemli bir kademesi olarak bunu nitelendirmişizdir. Bu sebeple de kitaba, yazıya, okuyana, okumuşa, bilene, görmüş ve geçirmiş insanlara karşı bir hoşgörümüz ve saygımız vardır.

Okul-Öğretmen rollerinde okuma kültürünün oluşumu

Okul ortamında okuma kültürü ya da okuma alışkanlığı okul öncesi dönemde görsel okumayla başlar ve ilerleyen sınıf kademelerine göre öğrencinin isteğiyle birlikte eleştirel okumaya kadar ilerler. Okuma kültürü üç aşama olarak belirlenmiştir. Bunlar “İlk aşama temel okuryazarlık, ikinci aşama okuma alışkanlığı kazanma ve üçüncü aşama ise eleştirel okuma olarak belirlenmiştir.” (Samur, Ankara,2014) bu dizgesel sıralama hakkında ülkemizdeki yapılan araştırmalarda üzücü bir gerçek ortaya çıkmıştır, o da bireylerin ikinci seviyeye, aşamaya geçemediğidir. Çok yazık ki bizim toplumumuzda okumak değerli bir kavram, seviye olsa da hiçbirimizin okumaya vakti olmuyor. Bazen ne okuduğumuz bile tartışılıyor, kitaplar insanları korkutuyor adeta. Vay efendim! Bu kitap böyle, vay efendim! Şu kitap şöyle. Biz bunları aşmadıkça belirli düşünceleri ve yazılardaki engelleri hiçbir zaman tam olarak okur olamayacağız. Özgür olmalıyız ki özgür düşünelim, özgür olmalıyız ki özgürce okuyalım…

Okul ortamında yapılacak etkinliklerle okuma kültürü çocuklara verilebilir. Mesela Yıldız şunları söylemiştir “Okuma Kutusu, kitaplarla ve diğer okuma araçlarıyla dolu bir kutudur. Kutunun içindeki kitaplar/ yazarlar bir gruba ya da sınıfa tanıtılmaktadır. Yenilikçi Okuma Teşviki, kütüphanelerde okulöncesi çocuklara yönelik okuma alışkanlığı kazandırılması çalışmalarına yöneliktir. Yazarların ve diğer ilgililerin katılımıyla çalıştaylar düzenlenmekte yenilikçi projeler geliştirilmesi amaçlanmaktadır.” (Yıldız, 2011). MEB olarak da okullarda yapılacak uygulamalara yönelik çalışmalar da yapılmıştır bu çalışmalarda birçok soru üzerine gidilip hem öğretmen hem de okul ortamında ne gibi karalar alınmasına yönelik çalışmalardır bunlar “Türkiye’de okuma kültürüne ilişkin MEB Öğretmen Yetiştirme Genel Müdürlüğü’nün 2004 yılında düzenlediği, “Okuma Kültürü ve Okullarda Uygulama Sorunları Toplantısı”, 2008 yılında Eğitim Sen Ankara Şubeleri ve Türkiye Yazarlar Sendikası Ankara Temsilciği tarafından düzenlenen “Çocuk ve Okuma Kültürü Sempozyumu”, Kültür Bakanlığı’nın 2011’de düzenlediği “Türkiye Okuma Kültürü Haritası”, kavramın anlaşılmasına ve birçok yönden ele alınmasına yönelik önemli çalışmalardır.” (Samur,2015)

 Okul öncesi dönemle başlayan kitap okuma kültürü okuma yazma öğrenimiyle birlikte de devam etmelidir. Bu dönem içerisinde öğretmen ve ebeveynlerle birlikte çocuğa ya da öğrenciye de sorumluluk düşer. Çocuk okuma yazma öğrenimiyle birlikte bir başarı duygusu tadar. “Bu bağlamda bu dönemdeki çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak için düzeye uygun roman, öykü, masal ve şiir kitapları, tekerlemeler, bilmeceler ve sayışmacalar, ilginç karikatürler, tiyatro eserler, özyaşamöyküsü (otobiyografi) ve anı kitapları, yazınsal kurguyla oluşturulmuş tarih kitapları, gezi gözlem yazıları bu dönem çocukları için uygun uyaranlardır.” (Samur,2015) Dediği gibi de bu başarı duygusunu uygun yazınsal eserlerle pekiştirmek düşer. Bu dönemde bir üçgen oluşur; öğretmen- öğrenci – ebeveynler üçgeni demek istiyorum. Bu üçgen içerisinde her bir köşenin sorumluluğu vardır. Yani artık öğrenciye de belli başlı sorumluluklar düşer. Öğretmen çocukların yaşlarına göre uygun hem kültürel hem de güncel yazılı eserleri öğrenciye gösterme, tanıtma ve okutma mükellefiyetindedir. Samur’da şunları belirtmiştir: “Bu döneme okuma-yazma becerisi edinmiş olarak giren çocuk için okuma eyleminin düzenli ve sürekli uygulamalarla alışkanlığa dönüşmesi olasıdır. Okulda özellikle Türkçe derslerinde okuma saatleri yapılmalı, evde bu sürecin sürdürülmesi için çeşitli etkinlik izlenceleri hazırlanmalıdır. Bu noktada, aile ve öğrencileri yönlendirmek adına öğretmenlere görevler düşmektedir.” (2015)

Okulda okuma kültürü oluştururken öğrenciye her ortamda her vakitte okuma yapılabileceği de öğretilmelidir. Bunun için de belirli ders saatlerini okuma saatleri olarak ayarlanabilir. Öğrenciye okul bahçesinde, okul kütüphanesinde ya da bir gezi programında kitap okutularak bu düşünce pekiştirilebilir. Öğrenci bu kitap okuma kültürünü kazanırken baskı ve zorunluluk nedeniyle de kitap okumaktan soğuyabilir, bu gibi sorunlarla karşılaşmamak için dönem başında öğrenciye anket yapılabilir. Ve bu anket sonucu öğrencinin ilgisine yönelik hangi kitapların seçileceği ve öğrenciye önerileceği sorunu daha basit ve kolay hale getirilebilir. Bunlara ek olarak sınıf kütüphanesi de yapılmalıdır ve sınıfta aylık okunacak kitaplara yönelik kütüphane köşeleri de yapılmalıdır ve köşeler sürekli güncellenmeli her ayda farklı öğrencileri sorumluğuna verilmelidir ki her öğrenci sorumluk duygusunu bilsin. Tabi ki bu okuma köşelerini okul içerisinde de yapılmakta fakat özen gösterilmemektedir, bazı okullarımızda bu köşeler yıllarca aynı ve güncellenmeden kalabiliyor. Öğretmenlerimizin ilgisi dışında kalan bu köşeleri çocuklar bakmaya bile teşebbüs etmiyorlar. İlgisiz, özensiz, çekiciliğini yitirmiş bir köşeye kim bakar ki?

Ayrıca öğrenciler kitap okunduğunu da görmelidir; yani bir öğretmen öğrencilerine kitap okuturken başka işlerle meşgale olmamalıdır. Öğrencileriyle birlikte kitap okuyup onları desteklemelidir. Keza okulun her yerinde kitap okuyan öğretmenler görmelidir öğrenciler, ki bu vasıtayla öğretmenin okuduğu kitabı merak edebilir ve kitap okuma alışkanlığına destek sağlayabilir öğrenci. Okulda yapılacak etkinliklerde ders fark etmeksizin her öğretmen en az bir kitap önermeli ve bu kitap ile öğrencileriyle konuşmalı ve değerlendirmelidir. Okuma, öğretmenlerin öğrencilerinden beklediği en karmaşık görevlerden biri olup metinlerin sunuluş biçimleri de önemli bir etkendir (King, 2012). Çocuğa sunulacak kitapların, çocuğa göre ve çocuk gerçekliği esas alınarak yapılandırılmış olması beklenir. Özlü bir belirlemeyle, çocuğun gelişiminde önemli bir işlevi olan çocuk edebiyatı ürünleri; sorgulayan, tartışan, eleştiren (Sever ve Aslan, 2009) bilime, sanata saygı duyan, duygu ve düşünce boyutlarıyla dengeli, okuma kültürü edinmiş duyarlı bireylerin yetiştirilmesi sürecinde etkili birer uyaran olmalıdır. Okuma becerisinin gelişimi, çocuğun çevresindeki uyaranlar, içsel algılar, bireysel gelişim ve yaşı ile ilişkilidir. Bununla birlikte çocuğun gereksinimleri ve hangi kitabı okumak istediği de önemlidir (McBride-Chang, 2004).

Sosyal çevrede okuma kültürünün oluşumu:

Çevremizde okuma kültürüne ne yazık ki çok sıklıkla rastlayamıyoruz, parklarda bahçelerde kitap okuyan insanları görüyoruz ama ne kadar, niçin ve nasıl kitap okuduklarını bilemiyoruz. Kültürümüzde okuma alışkanlığı olsa da uygulamaya, pratiğe döken ya da bir alışkanlığa dönüştüren çok az bireyler var. Bizler her şey için vakit ayırabilirken iki üç sayfa kitap okumaya vakit ayıramaz hale geldik. Bu belki de teknolojiden kaynaklana bir sorun. Çünkü teknoloji bize bir hız kazandırdı bazı zorlukları azımsanmayacak derce de kolaylaştırdı, bilgiye saniyeler içinde ulaşmamızı sağladı fakat insanlar bu hıza alıştıkça aslında monotonlaştı. Bu da teknolojin verdiği hız yanında bir monotonluk oldu, yani zamandan kazanırken aslında zorluklar karşısında direnmeyi kaybettik. Her zorluğun kolay yanına kaçmayı tercih ettirdi bu sistem bize. Kısaca monotonluk teknolojinin bize verdiği bir ceza oldu çünkü her gülün bir dikeni vardır. bununla birlikte bir bilgeye ulaşmak için sayfaları karıştırmak yerine birkaç tuşa basarak yarım yamalak doğru bilgiye ulaşmaya çalışıyoruz. Bu da bize kitap okumayı, okuma kültürü edinmeyi engelliyor.

Sosyal çevrede iş adamlarından belediye başkanlarına savcısından valisine okumuş diye nitelendirdiğimiz insanların makam odalarında kütüphane görmek çok zor, burada kastım dosyalar olan veya dergiler olan raflar değil. Kendi şahsına yönelik olan iş yerinde, odasında okuduğu kitaplardır. Bu insanlar başta diye nitelendirdiğimiz yani göz önünde olan insanlar, onlar kitap okumalı ki insanlarda bunu görsün ve taklit etsin. Belki ileriki bir zamanda oynadıkları roller kişilikleri olur.

Sosyal çevre başlığı altında tabi ki toplumumuzun okuma alışkanlıklarını da gözden geçirmek gerekir. DESAM tarafından hazırlanan Ar-Ge raporuna göre; halkımız günde 6 saatini televizyona, 3 saatini internete ayırırken kitap okumaya yılda sadece 6 saatini ayırıyor. Bu da bize yüzde 0,01 gibi bir oran çıkartıyor. Hiç denilebilecek olan bu oran bizi dünya devletleri arası kitap okuma sıralamasında 86. Sıraya atıyor. Kanımca şunu eklemeliyim halkından vergisini alan devlet, borcunu kat ve kat ödeyen halkına bu konuda da yardım etmelidir. Keza böyle giderse sorgulayan, araştıran, bilim aşkı olan ve ülkesini atasının izinden giderek muasır medeniyetler seviyesine ilerletecek bir toplum değil sorgusuz itaat eden düşüncesiz bir seçmen olmaktan başka bir şey olamayacaktır. Tabi ki burada devlet ne isterse çözümleri ve yaptırımları da o yönde olacağı unutulmamalıdır.

Ayrıca şunları da eklemek gerekir: “Bağımsız Eğitimciler Sendikası ARGE Kurulu’nun araştırmasına göre Türkiye’de halk kütüphanesi sayısı 14123, ancak kütüphane başına düşen kahvehane sayısı ise 430 kadar. Bursa İl Halk Kütüphanesi Müdürü İsa Bekleviç, Türkiye’de 600 bin kahvehane bulunduğunu ve Türkiye’de kitap okuma ihtiyacının 235. sırada yer aldığını belirtiyor” (Bekleviç, 2014) “Yapılan küçük bir hesaba göre ülkemizde 53 bin 116 kişiye 1 kütüphane düşerken 125 kişiye 1 kahvehane düşmektedir. Türkiye’de mevcut 1412 tane halk kütüphanesine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2011 yılı itibarıyla ayırdığı bütçe ise 5 milyon TL civarındadır (Kültür istatistikleri, 2010). Türkiye’nin kitap ve kültüre verdiği önemle gelişmişlik endeksi değerleri arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.” (Türk Kütüphaneciliği 28, 3 2014, 323-337) açıklanan bu verilerle birlikte ülkemizin durumu az çok belli oluyor.

Peki bu durum için ne yapabiliriz? Devlet destekli kitap okuyan öğrencilere burs bağlanabilir, kütüphaneler ilgi çekici hale getirilebilir, yine millet kıraathanesi adı altında açılan etkinlik yerleri düzenlenebilir (her yaşa ve her konuya hitap edebilecek şekilde), kitap okuyan evlere faturalarında indirim yapılabilir, okunulan kitap başına fidan dikilebilir vb. girişimler yapılabilir, bizim ihtiyacımız olan tek şey farkındalık ve bilinçli olmak.

Yetişen zekaları kitaplarla beslemeyen uluslar, yıkılmaya mahkumdur. (Ovidius)

Ailede Okuma Kültürünün Oluşumu:

Yukarıda değindiğimiz iki konu çerçevesinde aslında Türk aile kültüründe okuma kültürünün nasıl olduğunu gördük. Fakat başlığı açmak gerekirse bizler bu beceriyi hep dillendirsek de fiiliyata dökemiyoruz. Ne yazıktır ki bunun neticesini kolayca görebiliyoruz: Okumayan nesil, Okumayan gençler, okumayan çocuklar.

Okuma alışkanlığının kazanılmasında ebeveynin rolü son derece önemlidir. Anne ve baba çocuğun okuma alışkanlığını kazanması ve bunu bir zevk hatta yaşam biçimi hâline dönüştürmesinde öncü ve rehber olmalıdır. Kitabın yaşamın en önemli değerleri arasında bulunduğunu bizzat kitap okuyarak göstermek durumunda olan ebeveynin evde önemli sorumlulukları vardır. Ebeveynin, evde bir kitaplık oluşturması ve çocuğuna oyuncağın yanı sıra kitap alması çocukta kitap sevgisi oluşturabilir. Ebeveynin okul öncesi okuma davranışı ile ilgili yapılan meta analiz çalışmasında ise çocukların dil gelişimi, kendiliğinden okuma-yazma, yazılan dili kaydetme ve okuma başarısında etkili olduğu belirtilmektedir (Bus ve van IJendoorn, 1995). Değinildiği gibi ebeveynlerin yapması gerek nokta atışı bazı davranışları var. Bu yazılanlara şöyle devam etmek isterim; anne ve baba çocuklarına her zaman cinsiyetine göre hediyeler ve oyuncaklar alır. Bunlar: Eğer çocuk kızsa bebekler, oyun evleri, mutfak eşyalarının oyuncakları vb. gibi; eğer çocuk erkek ise arabalar, silahlar gibi. Bunun yerine yapılacak davranış kitap almaktır, üstelik kitapların cinsiyeti yoktur.

Çocuğun olumlu davranış geliştirmesinde en büyük görev ebeveynlere düşmektedir. Çünkü çocuğun kişilik gelişimi, çocukluk döneminden itibaren çevresinde yaşayan insanların dolayısıyla anne ve babasının davranış ve tutumlarını taklit etmesiyle başlar. Anne ve baba, çocuğa nasıl davranırsa çocuk da etrafındakiler öyle davranışlar sergilemeye başlayacaktır. Bunun yanında çocuğun anne ve babasını rol model olarak seçmesi anne ve babasının davranışlarını taklit etmesini kaçınılmaz kılacaktır. (Aslan, Harput, 2017) Çocuk yetişirken anne ve babasını rol model alıp taklit etmesi kaçınılmazdır. Bunu kitap okumaya yönlendirirsek çocuk kitap okuma alışkanlığını okuma ve yazmayı öğrenmeden de gerçekleştirebilir diyebiliriz. Nitekim çocuk eğer aile içerisinde kitap okunuyorsa bunu taklit etmek isteyecektir. Sayfaları çevirecek, duruşunu düzenleyecek… Bunların hepsini yaparak bir alışkanlığa dönüştürecektir. “Yaşamının en temel gereksinmelerinden biri olan merak yani yaşamı öğrenme-keşfetme isteğine çocuk, oyun yoluyla ulaşır. Oyun yoluyla kitapları tanıyan ona dokunan çocukta kitaba karşı içsel duyarlık da oluşmaya başlar. Bununla birlikte sevdiği bir insanla bu paylaşımı gerçekleştirmesi, onun sevgi ve güven gereksinmesine yanıt veren bir araç olarak kitaba karşı farkındalık oluşturmasına olanak sağlar” Samur’un dediği kitap sevgisi oyun yoluyla başlar, çocuklara bir yöntem olarak, çocuğun kitaplarla iç içe olabilmesi için bunu oyun yoluyla desteklemek gerekmektedir.

Çocukta kitap okum kültürün oluşmasını istiyorsak önce ebeveynler kitap okumalıdır demiştik. Bunu destekleyecek etkinlikler de yapılmalıdır. Örneğin; evde kitap saatleri veya günleri, çocuğun erişebileceği bir kütüphane, çocukla birlikte kitap okuma vb. gibi etkinlikler olmalı. Ve bunlar çeşitlenmeli aynı zamanda aksatmadan devam edilmelidir.

Özet: Bu yazıda üç farklı konu altında okuma kültürü oluşumu incelenmiştir. İçeriğinde okumanın çocuğun üzerinde etkisi anlatılmakta ve bu edinimin kişilere, yerlere ve zamana göre değişkenliği gösterilmektedir. Son olarak şunları ekleyebiliriz ki kitap okuma alışkanlığı ailede başlar okulda ve sosyal çevrede devam eder, devam etmelidir. Ve kitap okuyan çocukların algılamaları, ayırt etmeleri, çözümlemeleri ve dahası dil gelişimleri ve kelime dağarcıklarında farkındalıklar oluşur. Bunlar kitap okuma alışkanlığının çocukta gösterdiği gözle görülebilir bir sonucudur.

KAYNAKÇA:

(Gel Çocuğum, Birlikte Kitap Okuyalım!, Goethe Instıtut)

(Uluslararası Çocuk Edebiyatı ve Eğitim Araştırmaları Dergisi Cilt 1, 2017, Sayfa 17-30)

(Aile ve Toplum Yıl: 11 Cilt: 6 Sayı: 22 Nisan-Mayıs-Haziran 2010)

(Türk Kütüphaneciliği 28, 3 (2014), 323-337)

(Ayyıldız, M., Bozkurt, Ü. ve Canlı, S. (2006). Okuma Kültürü Üzerine Bir Araştırma, Millî Eğitim (Edebiyat Eğitimi ve Öğretimi Özel Sayısı), 169, 277–296.)

(G. Aras, EDEBİYAT VE KÜLTÜR: BİREYSEL VE TOPLUMSAL GELİŞMEDE OKUMA VE KÜTÜPHANE ALIŞKANLIĞI ÜZERİNE, 2017)

(“BİREYE” OKUMA KÜLTÜRÜ EDİNDİRME İZLENCESİ DOKTORA TEZİ A. Özgül İNCE SAMUR Ankara Temmuz, 2014)

(Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Yıl: 2017, Cilt: 50, Sayı:1, 209-230)

Çizik Plaktan Şiirler

Aç karna bir kahve içtim
Gecenin bir köründe
Sigaramın dumanı mutfağa yayıldı
Kısıkta çalan müziğin ritminde
Sönmeye yakın lambaya doğru
Dudaklarımdan hafif hafif havaya
Öylece söndürdüm sigaramı ve lambayı
Korkar adımlarla kaçtım hızlıca karanlıktan
Kapıyı usulca kapadım korkak bir katil gibi
Çünkü içerde bir cinayet işledim
Ama ne kan vardı ne arbede ne patırtı
Ne de bir ceset
Zaten hiç kimseye bu kadar acı çektirilemez
Hiç kimse de bu acıya bu kadar dayanamaz
Ben bu gece katil oldum sevgilim
Ben bu gece bizi öldürdüm
Ne bir silahla ne bir bıçakla yaptım bunu
Ben sensizliğin matemi ve vuslat arzusu ile
Hem bir katil hem de bir ceset oldum

Çizik Plaktan Şiirler

Maziye meftun bir hal ki temerküz etti
Didarım olanın azabı ve süruru
Sindi içime nezâret-i meltemden kûru
Na’sakin gönlümde var deli aşk şiddeti

Fasih bir tını idi düşenler lebinden
Hâlâ da öyledir iyi kötü ne dese
İzmihlâldir netice lerzan işitmenin
Ya râb bu bîmar hâllarımı hiç dindirme

Beni muhasara eyledi o şebnem-dar
Bu cerîmenin ceremesi de çekilir (eve’lallah)
Ateş-i efsun beni bu kadar mı yakar
Yoktur bir şekvâm çünkü gönlüm aşktan mahîr


Kelime anlamları:

Meftun: Tutkun, tutulmuş, vurgunluk. Temerküz: Toplanma, bir yerde birikme. Nezaret: Bakma, bakış, seyir. Kur: Kör. Fasih: Güzel, ahenkli. Leb: Dudak. İzmihlal: Yok olma, mahvolma. Lerzan: Titreme, titrek. Bimar: hasta, hastalıklı. Muhasara: Sarma, etrafını kuşatma. Şebnem-dar: Üstünde çiy taneleri bulunan. Cerime: Suç, günah. Cereme: suçu olmadığı halde bedel ödemek. Ateş-i efsun: Büyülü ateş. Şekvam: Şikayet. Mahir: Usta, eli yatkın.

Çizik Plaktan Şiirler

Neler oldu bana
Ne yaşadım ben
Var mıydın yok muydun
Sen bir serap mıydın
Hatırlayamıyorum
En son unutmuştum seni
Ne oldu da ben öldüm
Kemiklerim küllükteki izmarit gibi büküldü
Aşıktım alev alev yanan bir ateş gibi
Nasıl alezim gitti de küllükteki kül oldum
Söyle ben nasıl yaşıyorum hâlâ
Var mı bir olasılık yaşamak için
Varsa söyle
Ben seni hâlâ yaşamak istiyorum
Varsa söyle
Doğmak istiyorum küllerimden sevgili…