Gideceğim yere ya erken varıyordum ya da geç kalıyordum. Benim nasibime zamansızlık düşüyordu hep. Bazı yerlere erken varmanın dakiklik ya da acelecilik olmadığını ise sonradan anladım. Bu böyledir. İnanın bana. Biz her yere vaktinde varırız. Çünkü hep yetişmemiz gereken bir hikâye vardır.
Bugün, minibüsün kalkmasından yirmi dakika önce vardım otogara. Ablacığım seninki de tez canlılık artık, diyeceksiniz. Durun, hemen teşhisi koymayın. Olduğunuz yerde kalmanızın bir anlam ifade etmediğini hissettiğinizde oradan gitmek en güzeli oluyor çoğu zaman. Her zaman değil. İstisnalar hep vardır. Böyle şeylerin kurguyu bozduğunu söylerler ve buna genellikle canımız sıkılır. Meselâ tam saat başında kalkması gereken minibüsün birkaç dakika gecikmeli hareket etmesi gibi. Ya da çok sıcak bir havada şoförün klimayı çalıştırmak istememesi gibi. Oysaki bunların hepsi kurgunun bir parçasıdır belki de. Belki de ben yanılıyorumdur. Çünkü herkesin bir bildiği vardır ve kimsenin işine karışılmaz.
Bizim işlerimiz de hep böyledir zaten. Olduğu kadarıyla yetinmek düşer payımıza. Keza bugün de öyle oldu. Kimilerinin Anadolu’nun küçük ve şirin bir ilçesi diye niteleyebileceği bir yerde bizler de kendi konfor kanunlarımızı yazıyorduk kendimizce. Uzaktan bakıldığından çok şey istiyorduk belki de. Sağlam bir minibüs, kibarlıktan kırılan insanlar ve dünyanın en anlayışlı şoförünün bize denk gelmesi gibi temel ihtiyaçlarımız vardı. Bunların peşindeydik biz yalnızca. Diğer başka şeyler pek de umurumuzda değildi zira. Bunların size inandırıcı gelmemesini umut ederek satırlarıma devam etmek isterim.
Kimsenin bir başkasının acısına bulaşmak istemezcesine birbirinden kaçarak yürüdüğü yollardan geçtim. Bizim burada her adım başında bir cami, caminin bahçesinde de türbe vardır. Haliyle camilerin bahçelerinde de sanki dünya kurulduğunda oraya dikilmiş diyeceğiniz çam ağaçları vardır. Şöyle hafif bir yel esse yanağınıza bir serinlik çarpar ya öyle işte. Sonra kahvehaneler… Camlarına perdeler çekilmiş. Mübarek günde niyetlilerin nefsine zarar gelemsin diye. Herkesin günahı kendi başına. Dükkanların önüne atılmış birkaç eski iskemle. Üstünde oturan yorgun ruhlar. Caddeden arada bir hızla geçen Şahinler, Kartallar… Arada bir uyuyanların uykusundan kaldıracak bir traktör sesi doldurur her yanı. Sonra bir adam iner traktörden çevik bir sıçrayışla. Gözleri hemen tanıdık birilerini bulur da bir günlük yoldan onlara selam verir. Sonra her yandan asırlardan beri aşina olduğumuz bir ses yükselir. Davete icabet etmenin kıymetini bilenlerin yolu bellidir bu andan sonra. Herkes üzerinde düşeni lâyığıyla yapmanın derdindedir. Allah kabul etsin. Cümlemizin.
Bizim buralarda yolların öyle düzü yoktur. Ya yokuş çıkarsınız ya da bayır aşağı freni patlamış kamyon gibi inersiniz. Ben ikincisiydim bugün. Freni patlamış kamyon gibi gidiyordum. Aklımda yalnız bir tek şey vardı: Varış yerim. Üstüme başıma takılıp kalmış her bir hikâye ruhumda kalıcı izler bırakıyordu halbuki. Durup düşünmeye vakti olmayanların çağındaki bir aceleciydim ben de. Yol yorgunuydum hep. Uyusam üstümdeki ağrılığı atardım belki de. Çareyi psikanalizde arardım ben de ileride. Kim bilir! Zihnimin kıvrımlarına sızmış, sıkışmış kaygıları atmanın başka yolunu bulur muyuz?
Kahvehanelerden, cami bahçelerinden, dükkanlardan, parklardan ve insanlardan geçip varmıştım hedefime. Benim hâlimden Kastamonu’ya gideceğimi anlayan sefer sırasını bekleyen şoförler sıradaki minibüsü işaret ettiler hiç konuşmadan. Ben de hiç tereddütsüz yürüdüm. Yürüdüm ama gösterdikleri minibüs sanki oraya iki bin beş yılından gelmiş gibiydi. Bu ilçeye geldiğim ilk yıl. Sağıma soluma bakındım. Kimse oralı değildi. Neyse, deyip bindim minibüse. Tek sıra koltuklar, yırtık döşemeler zemine döşenmiş Yudum sıvıyağı kartonları, yırtık perdeler… Bir rüyanın içindeymiş gibi hissediyordum kendimi. Halbuki bu rüya değil uykudan uyanmanın ta kendisiydi. Arkalarda bir yere oturdum. Böylece kendimi diğer bütün yolculardan tecrit edecektim. Aynı yola gidiyor olmamız dışında bir sorun yoktu.
Camı sonuna kadar açıp derin derin nefes aldım. Sonra iki koltuk önüme Suriyeli bir çift oturup hararetlice konuşmaya başladı. Arada da göz ucuyla bana bakıyorlardı. Kapıda gençten bir kadın belirdi. Bir elinden tuttuğu oğlunu yanımdaki koltuğa oturttu. Kulağına eğilip bir şeyler fısıldadıktan sonra yanından ayrıldı. Sonradan anladım ki şoföre çocuğun ineceği yeri tembihlemiş de öyle emanet etmiş. Sonra oğluna gelip bu sefer yüksek sesle “Oğlum, bak ağabeyin seni varınca indirecek. Korkma, oldu mu?” dedi. Çocuk da korkmadı. Çocuktu, korkmadı. Elindeki kocaman havucu kemirmeye devam etti. Kalkış vakti yaklaşıyordu. Geç kaldığını düşünenler telaşla bindiler arabaya. Önümdeki iki genç kızın yanına oturmuş kavanoz dipli gözlükleri olan kasketli ihtiyar, arada bir kızların elindeki telefona şöyle çaktırmadan bir göz atıyordu. Arada da kendi elindeki telefonuna minik büyüteciyle dikkatli dikkatli bakıp bir şeyleri görebilmeye çalışıyordu. Tüm bu sakinliğin ortasında dışarından bir kıyamet koptu. Şoför sinirle ama aynı zamanda kendi de tutarak “Cins misin, sipariş misin kardeşim? Hadi git işine. Belanı benden bulma!” diyerek karşısındakine söyleniyordu. Muhatabının ne dediğini duyamadık ama şoför sanki kendi kendiyle konuşurmuşçasına “Git abicim, git. Beğenmezsen başka arabaya bin. Bendeki bu! Günaha sokma adamı. Bu binenlerin canı yok mu?” diye gittikçe yükselen bir sinirle konuşmaya devam etti. O hışımla da minibüse binip kontağı sessiz bir besmeleyle çalıştırdı. Yanındaki koltukta oturan adam “Bırak belaya bulaşma Mehmet Ağa.” diyerek onu teselli etti. Bela. Bu hikâye tahlil edilseydi eğer uzmanlar kim bilir ne sonuçlar çıkarırdı. Yaşarken öyle değildi ama. Her şey olabildiğine basitti. Ama şunu da eklemek gerek: Büyük çarkın dişlileri rahat dönebilsin diye küçük hayatlarda böyle şeylerin yaşanması gerekiyordu ve hayatın sırrı dedikleri şeye her neyse burada gizleniyordu.
Şoför arabayı kaldırırken annesi oğluna neşeyle el salladı. Çocuk havucunu kemirmeye devam etti. Şoför Mehmet de birden aklına gelmiş olacak ki arkaya dönüp çocuğu kontrol etti. Yerindeydi. Yolun belli noktalarında durup yolcu almaya devam ettik. En arka koltukta oturan teyze Pazar çantasını eline almış en sağa sıkışmış oturuyordu. Minibüse binene herkese yol veriyordu. “Buyur apla sen otur şöyle.” “Yok gardaş sen geç, geç. Rahatsız olma. Benim dizlerim sızlıyo. Sen buyur.” diye adamın gönlünü müsterih etti. Ondan daha yaşlı olan adam da kadını rahatsız etmediğinden emin oturdu yerine. Minibüs artık tımtıkış olmuştu. Ayakta bile dikilecek yer yoktu. Ayaktaki adamların üstü başı da sanki iki bin beş yılından gelmiş gibiydi. Moda dedikleri şeyin bir kıymeti yoktu buralarda. Herkes kendine yakışanı giyiyordu çünkü. Öyle değil mi? Yolculuğuna ayakta devam eden bu beş adam kafalarını öne eğmiş, kimseyi rahatsız etmek istemezcesine kendi dünyalarına dalmıştı. Birinin telefonu çaldı o sırada. Kemerine taktığı telefon kabından, minibüsü inleten telefonu çıkartıp yanındakine kimin aradığını okuttuktan sonra kapatma tuşuna basıp telefonu yerine geri koydu.
Bu minibüsteki her şey sanki yüzyıllardır oradaymış gibi birbiriyle uyumluydu. Benim bu denli rahatlığa alışık olmayan ruhumsa başta daralmıştı ama şimdi yol hiç bitmesin istiyordum. Aynı yolun yolcusu olduğum bu insanlarda ruhum bir aşinalık bulmuştu. Geçmişten gelen bu yolculuğu hiç de yadırgamamıştım. Ben kendi derdime düşmüşken yanımda oturan teyzenin dikkatini birden havuç yiyen çocuk çekti. Sağına baktı, soluna baktı. Ayaktaki adamalara sordu. Eyvah! Çocuğu tanıyan kimse yoktu. Olaya hemen el koyarak havucunu kemirmeye devam eden oğlana annesini babasını sordu da çocuk tek cevap vermedi. Tantanayı fark eden şoför “Apla annesi bana bıraktı. Yolda indürecen.” deyip de teyzenin yüreğine su serpti.
Çocuğu indirdiğimiz yerde yaşlı bir kadın bindi minibüse. Yanımdaki teyze kalkıp ileride ineceğini söyleyerek bu yel esse yıkılacakmış gibi yürüyen kadına verdi yerini. Ben kulağımdaki sesleri dinleyip diğer her şeye sağırken kendi kendine söylenmeye başladı. Kulaklığımı çıkarınca anladım ki arka koltuktaki adamlar hararetli hararetli bir şeyler tartışıyordu. O kadar hızlı konuşuyorlardı ki ne söylediklerini onlardan başkası anlamıyordu. Teyze de bundan rahatsız olmuş olacak ki “Sanki evlerinde konuşuyorlar. Şu sese bak.” diye bana döndü. Benim buna bir cevap vermem gerek şimdi. “Farkında değiller demek ki.” diyerek sohbeti orada kesmek istedim. Ama teyze aradığı boşluğu yakalamıştı bende. “Yok kızım. Böyle de olmaz ki. Hadi biz neysek… Bu adam ne etsin akşama kadar?” dedi şoförü gözüyle işaret ederek. “Alışmıştır artık o da.” dedim. Bu geçiştirmelik cevapları başkasına vermiş olsam sohbet daha fazla uzamazdı ama herkesi kendi gibi zanneden bu teyze konuşmaya devam etti beni utandırarak:
-Öğrenci misin kızım?
-Yok teyze, öğretmenim.
-Öyle mi? Benim büyük oğlan da meslek lisesinde müdür. Karısı bıraktı gitti geçen sene. Onun yanına gidip geliyorum her gün. Seksen beş yaşındayım kızım. Gidiyorum sabah. Temizliğini, yemeğini yapıp öğlen evime geri dönüyorum. Oğlanın benden hizmet beklediği yok da işte kendim duramadığımdan.
-Maşallah! Allah daha çok iyiliğini versin teyze.
-Âmin kızım, âmin! Ne ediyim ben de kendimi böyle oyalıyorum işte. Adamım otuz beş yaşında öldü. Ondan da bir şey kalmadı. Devletin verdiğiyle kendimi idare ediyorum işte.
-Mekânı cennet olsun.
-Adamım bir taneydi kızım. Amma ne yapalım işte. Hastalık çökertti hemen. Birden gidiverdi.
Parmağındaki yüzünü çıkarmamıştı. Elindeki poşeti sımsıkı tutmaya devam ediyordu. Bir elinde de bastonu vardı. Üstündeki siyah, örme yeleğinin içinde incecik, yeşil bir penye vardı. Ayağındaki kara lastiklerin içine mestlerini giymişti. Basma siyah eteğinin çiçekleri ağarmıştı. Ben susmaya devam ediyordum. Sohbet etmek böyle bir şey miydi? Sen susarsın. O anlatır. İnsan neden yolda karşılaştığı birine bunları anlatır? Evvel refik, bade’l tarık. Yol gerçekten de arkadaşla gerçekten bir yol oluyordu. Yoksa çekilen çileye değmez.
-Yaşlandım amma gayrı. Şu dizlerim tutmuyor. Adamının zamanında bir ev yapalım diye çıktık. Sırtımda o harç tenekelerini çektim de yorulmak ne bilmedim. Dört duvarı örüp çatıyı kapattık da sen bana sor ne eziyetler çektiğimi. Gündüz perdeleri çekerdik de kimse görmesin de ekmeğin arasına soğan koyar da yerdik. Evin içine kendimizi attık da bomboş dört duvar. Bak dur. Çalış Allah çalış. Ah o canlarımı nerelerde arayıp da bulayım! Oğlan hepsini sattı savuştu. Yedi içti. Geçti bir kenara. Ne edersen et. İşte!
Ben yalnızca sustum. Yüzüne uzun uzun bakarak dinledim. Dünyadaki herhangi bir öyküden biriydi onunki de. Herkesin bu dünyada oyalanacağı bir öyküsü vardı. Kimisininki yazım yanlışlarıyla doluydu. Kimisinin kahramanları kötüydü hep. İyilerin savaşı vardı. Kimisi yalnız başına kalmıştı. Kimisi anlatabiliyordu yaşadıklarını. Kimisi yalnızca susuyordu. Gözleri namlu olanlarınkini sormaya çekiniyorduk. Onlar da herkese anlatamıyordu zaten. İnsanlar çeşit çeşit, hayatlar hep hatalıydı.
Mehmet abi, yavaşlayarak yolun kenarında durdu. Teyze de bu sessiz anlaşmaya uyarak usulca indi minibüsten.
-Abi müsait bir yerde.
-Kaptan beni şurada indir.
-Öğrenci mi?
-Para üstüüü!
-Ne kadar abi?
-Abla müsaade et de inelim.
-Son durak!
-Hadi geçmiş olsun cümleten.