
Yapımcılığını ve yönetmenliğini Frank Capra’nın üstlendiği bu filmin başrollerinde James Stewart ve Donna Reed’i görmekteyiz. It’s A Wonderful Life, 1946 yılında beyaz perdeye taşınmış olan ABD yapımı filmdir. Konusu itibariyle son derece dikkat çekici olan bu filmin türü fantastik dramadır. Aradan geçen 75 yıla rağmen izlenebilirliğinden hiçbir şey kaybetmeyen bu film; şahane kurgusu, oyuncuların muhteşem performansları ve özgün senaryosu ile biz izleyicilere pek çok yönden ışık tutmaktadır.
Şimdi bu filmin konusunu daha detaylı inceleyelim:
Film, dua ve yakarış sesleri ile başlar. O sesler bize George Bailey adında bir insanın yardıma ihtiyacı olduğunu söyler. Bunun üzerine melekler arasında şöyle bir diyalog geçer:
- Dünya’dan biri yardımımızı istiyor.
- Harika, hasta mı?
- Daha kötü, umudunu yitirmiş.
Ardından George’un annesinin, çocuklarının ve kasaba halkının dualarını duyarız. O sırada Melekler ise George Bailey’e yardım etmesi için ikinci derece melek olan kanatsız Clarence’in gönderilmesine karar verir. Eğer Clarence, George’un intiharını engelleyebilirse kanatlarını kazanacaktır. Clarence’a George’u tanıtmak amacıyla hayatını izletirler. Biz de bu sayede George’un küçüklüğünden başlayarak hayatını seyretmeye başlarız. Kendisinin çocukluğundan beri herkesin yardımına koşan fedakâr biri olduğunu öğreniriz. Hatta kendisini tehlikeye atarak kardeşinin hayatını kurtarmış ve bu uğurda bir kulağının duyma işlevini kaybettiğini görürüz. Daha sonra George’un yetişkin halini izleriz. George âşık olur ve evlenir. George’un yetişkinliği, Amerika’daki büyük ekonomik buhranın yaşandığı yıllara tekabül eder. Kasabadaki her hane maddi manevi zorlukta olduğundan soluğu George’un babasının vefatından sonra devraldığı konut ve finans şirketinde alır. Buna rağmen George Bailey, bu krizi hasarsız atlatır ve kasabalıların neredeyse tamamını ev sahibi yapar. Tabii bu arada mimar olmayı, dünyayı gezmeyi, çok para kazanmayı yani hayallerini hep ertelemek zorunda kalır. Bir gün şirkete ait önemli bir para George’un amcasının dalgınlığı sonucu kötü niyetli bir banker olan Potter (Lionel Barrymore)’ın eline geçer. Banka müfettişlerinin yaptığı denetleme sonucu hesaplardaki açık ortaya çıkar ve tabii bunun anlamı iflas ve tutuklama demektir. İşin içinden bir türlü çıkamayan George Bailey, intiharın eşiğine gelir. Peki, onu bu umutsuzluktan kim kurtaracaktır? Tabii ki dünyaya George’u kurtarmak için gönderilen melek Clarence. Clarence, George Bailey’e küçük bir oyun oynar. George’a eğer dünyada hiç var olmamış olsaydı neler olacağını ve hayatın sevdiği insanlara neler getireceğini gösterir.
“Herkesin hayatı bir başkasının hayatını etkiler. O ortalarda olmadığından büyük bir boşluk olur.”
Cevap aslında hepimizin tahmin ettiği gibi tek kelime ile berbattır. Eşi, ailesi, arkadaşları ve kasaba halkı hiç de iyi olmayan bir yaşam sürmektedir. George Bailey bunları gördükçe haliyle üzülür ve hayatın anlamını kavrar. Daha sonra Clarence’in oyunu sona erer ve George evinde onu bekleyen sürprizden habersiz soluğu evinde alır.

Buradan sonrasını tabii ki anlatmayacağım. Umarım sonunu merak eder ve filmi izlersiniz. Ve umarım içiniz umutla dolar.
Sonuç olarak, film ne kadar fantastik drama türünde de olsa içinde birden fazla konuyu barındırmaktadır. Dönemin yaşayış tarzını, ülkenin içinde bulunduğu durumu filmden çıkarabilmekteyiz. Ayrıca yardım etmenin bizden hiçbir zaman hiçbir şey eksiltmeyeceğini ve en önemlisi de her ne durumda olursak olalım umut etmeyi bizlere çok güzel bir şekilde anlatmıştır.
Yazımı sonlandırırken sizinle filmden güzel bir alıntı paylaşmak istiyorum:
“Unutma ki, dostu olan hiç kimse kaybetmez!”
Beğeni ile okumanız dileğiyle…