
Eleştirime Martin Eden’ ın en beğendiğim sözüyle başlamak istiyorum:
“Buralara nereden geldiğimi biliyorum. Gidecek daha çok yolumun olduğunu da biliyorum ve gerekirse dizlerimin üzerinde sürünerek de olsa oraya gideceğim.”
Öncelikle şunu söylemeliyim ki Jack London’ın Martin Eden kitabı sıradan bir aşk romanı değildir. Bir gencin aydınlanma süreci üzerinden içinde bulunduğu dönemin siyasal ve toplumsal ilişkilerinin eleştirildiği, aynı zamanda otobiyografi özelliği taşıyan bir romandır. Romanın büyük bir kısmında okur eleştiri bölümleriyle karşı karşıya kalmaktadır. Hayata ve eşitsizliklere karşı bir eleştiri…
Aşk ve Gurur

Martin eğitimini tamamlayamamış, yoksul kaba saba genç bir denizcidir. Bir gün ondan çok farklı bir hayata sahip olan asil bir ailenin kızı Ruth ile tanışır. Ruth ondan çok farklı bir statüdedir buna rağmen Martin ona olan duygularına engel olamaz. Daha ilk görüşte ona karşı dönüşü olmayan duyguların içinde bulur kendini. İşte Martin’in hikayesi de buradan sonra şekillenir. Zaman geçtikçe Martin Ruth’a daha fazla tutulur ve ona layık olabilmek için kendini geliştirmek ister. İlk önce Ruth’un kendine vermiş olduğu kitapları okumaya başlar. Okudukça da kendini kitapların o akıl almaz sayfalarında kaybeder. Kendine bir söz verir artık değişecek ve Ruth’a layık bir adama dönüşecektir. Onu bu hale getiren Ruth’a duyduğu ilahi aşktır. Jack London Martinin Ruth’a olan aşkını şu şekilde kaleme alır:
“Ruth, Ağzından çıkan basit bir sesin bu kadar güzel olabileceğini hiç düşünmemişti. Kulağına o kadar güzel geliyordu ki, kelimeyi tekrarladıkça mest olup kendinden geçti. Bu bir tılsım, büyü yapmak, ruh çağırmak için kullanılan sihirli bir kelimeydi. Kelimeyi her mırıldanışında kızın yüzü parıltılar saçarak gözünün önünde canlanıyor, pis duvarın üzerini altın renkli ışıltılarla dolduruyordu.”
Yazar bu ve buna benzer dizeleri sayesinde aşkın ne kadar kuvvetli bir duygu olduğunu okuyucuya etkileyici bir şekilde yansıtıyor. Martin zamanla Ruth’tan başka bir şey düşünemiyor. Onu düşündükçe de kendini kitaplara veriyor. Sanki okudukça kendini ona daha da yaklaşmış hissediyor. Okuduğu her kitap, öğrendiği her yeni bilgiyi sanki onu Ruth’a götüren bir merdivenin basamaklarıymış gibi hissediyor. Okudukça derin düşüncelere dalıyor, daldığı düşünceler zaman zaman onu korkutsa da asla pes etmiyor ve kendini geliştirmeye devam ediyor. Aşkta gurur olmaz sözünün doğru olduğunu yazar Martin karakteri üzerinden oldukça iyi kanıtlamıştır. Martin Ruth’a olan aşkı yüzünden kendinden ödün vermiş, gururunu ve benliğini bir köşeye bırakmış onun için hiç olmadığı bir adama dönüşmüştür.
Sosyoekonomik Düzeyin İnsan Davranışlarına Etkisi

Martin Ruth’la tanıştıktan sonra çok büyük hayaller kurmaya başlar ve bunları gerçekleştirmek için çabalamaya başlar. Ancak bu hayalleri gerçekleştirmek için emeğin yanında bir şeye daha ihtiyacı vardır; “paraya”. İnsanlar hayal kurar fakat bilindiği üzere çoğu hayalin gerçekleşmesi için maddi kaynaklara ihtiyaç vardır. Kitabımızın kahramanı Martin de bu sıkıntılar içerisindedir. Kendini geliştirmeye uğraşmasının yanı sıra bir de sürekli iş aramakta ve gelir elde etmeye çalışmaktadır. Çünkü hayat bazı şeyleri ona altın tepside sunmamıştır. Martin küçük yaşlardan itibaren çalışmak zorunda kalmış ve bu sebeple eğitimini tamamlayamamıştır. Romanda Martin’in Ruth ve ailesiyle yemek masasında olduğu bir bölüm geçmekteydi. Ruth ve ailesi yüksek statüye sahip kendini geliştirmiş insanlardı. Martin yemek esnasında çok zorlanmıştı. Görgü kurallarını bilmiyordu. Doğru düzgün bir eğitim almadığı için dilini bile düzgün kullanamıyordu ve o gördüğü şaşalı hayat bir yandan ona güzel gelmiş, bir o kadar da korkutmuştu onu. Bu sebeple kendini ifade edememiş, genellikle de susmak zorunda kalmıştı. Hayatı boyunca zor şartlar altında yaşamış bir insan görgü kurallarını ve kendini eğitimsel anlamda geliştirmeyi düşünemez. Çünkü önceliği hep karnını doyurmak ve basit fizyolojik ihtiyaçlarını gidermek olur. İnsanların köleleştirildiği, emeğinin karşılığının verilmediği ve zor şartlara maruz bırakıldığı bütün toplumlarda hayat bu şekilde işler. Aslında romandan yola çıkarak ve günümüz şartarını düşünerek zaman geçse bile bu tür hayat şartlarının çok da değişmediğini, bazı şeylerin hala aynı kaldığını görmekteyiz.
İşçi Sınıfı – Burjuva Sınıfı

Kapitalist sistemin yansımalarından olan işçi ve burjuva sınıfı ayrımını romanda sıklıkla görmekteyiz. Öyle ki Martin, ailesi ve arkadaşları işçi sınıfını; Ruth ve ailesi de burjuva sınıfını temsil etmektedir. Yukarıdaki bölümde de bahsettiğim gibi Martin sürekli çalışmak zorunda olan işçi sınıfındadır. (Tabi daha sonra bu durum değişecektir.) Geçim sıkıntısı çekmekte sürekli iş aramakta, ideallerini gerçekleştirmek uğruna işten işe koşmaktadır. Ablası ve eniştesi, arkadaşları da Martin gibidir. Burjuva sınıfını ise Ruth ve ailesi temsil etmektedir. Ekonomik açıdan hiçbir zorluk çekmeyen, eğitim almış yüksek statüye sahip insanlardır. Martin de Ruth’a olan aşkı sebebiyle aralarındaki bu sınıf farkını yok etmek ister. Zamanla kendini geliştirir ve tanınmış bir yazar olur. Çevresindeki insanların ona bakış açısı değişir. Onu kabul etmeyen insanlar bile ona yaklaşmaya çalışır. Kısacası para eşittir güç ve saygı demektir.
Kapitalizm – Sosyalizm
Jack London sosyalizmi savunan bir insandır ve sosyal adaletsizlik üzerine pek çok eser yazmıştır. Kendisinin de işçi sınıfının içerisinde doğduğunu dile getirmiştir. Sanayi Devrimi ile birlikte çalışma hayatının en vahşileştiği dönemi görmüş ve işçi sınıfının durumunu eserlerine yansıtmıştır. “ Martin Eden” adlı eserinde de bunun izlerini görmekteyiz. Jack London’un aksine yarattığı karakter Martin Eden sosyalizmi “köle ahlâkı” olarak görür. Bu sebeple sosyalizmi reddeder ve bireyciliği savunur. Romanda birey-toplum ilişkisi değil, birey-toplum çelişkisi söz konusudur.
Martin Eden, Russ Brissenden’in götürdüğü, sosyalistlerin bir toplantısında konuşan sosyalist genci dinlerken onun bedensel hasta görünüşüne bakarak genelleme yapmaktan kendini alamaz, kölelerin ne denli isteseler de efendilerin katına çıkamayacağını düşünür:
“… Bu adam kamburu çıkmış dar omuzları, içeri çö¬kük göğsü ile gerçek bir halk çocuğuydu, zavallı kölelerin de, kendilerine yüzyıllar boyunca hükmetmiş ve sonsuza değin de hükmedecek ve ihtişam içinde yüzen bir avuç kişiye karşı giriştiği mücadele Martin’i çok etkiledi. Martin’e göre bu sararıp solmuş, bir tutam yaratık, bir semboldü. Biyolojik kanunlara uygun ola¬rak, sefaletin kucağında yok olan koskoca bir zayıflar ve yetersizler kitlesinin sembolü gibi duran bir heykeldi o.”
Brissenden’in bir otel odasında kafasına tabanca sıkarak ölümü seçmesinin sonrası Martin Eden’in de romanın sonunda intiharı bir açıdan karşıtların birliğini oluşturur, romanın ana düşüncesini temellendirir. Arkadaşı Russ Brissenden, bedensel tükenişin sonuna gelmiş, anlaşılamamaktan, toplumdan kendini soyutladığından daha çok acı çekmemek için kendini öldürmüştür. Martin’in canına kıyması ise tümüyle bireyciliğin kaçınılmaz yıkılışı olarak noktalanır. En kötüsü de Martin’in sosyalizm amacı yolunda kullanılabilecek çabayı, kentsoylu sınıfına ulaşma uğruna tüketmiştir.
Kendine İnanma

Martin okudukça kendine olan inancı artıyor, anladıkça bir aydınlanma yaşıyordu. Zor bir hayat geçirmişti ve pek çok şeyi alt etmeyi başarmıştı. Başarabileceğine inanıyordu. Kısa zamanda çok şey öğrenmiş, çok yol kat etmişti. Bütün bunların merkezinde Ruth vardı. Onun için başaracaktı. Ona layık olacaktı.
“Buralara nereden geldiğimi biliyorum. Gidecek daha çok yolumun olduğunu da biliyorum ve gerekirse dizlerimin üzerinde sürünerek de olsa oraya gideceğim.”
Her ne kadar yüksek statüye sahip olmasa da Martin öz güvenliydi ve kendine inanıyordu. Zaten romanın ilerleyen bölümlerinde de ideallerine ulaştığını görmekteyiz.
Hayal Kırıklığı
Martin tüm çabalarının sonucu istediği noktaya ulaşmış yazar olmayı başarmıştır. Artık herkes onu tanıyor ve ona ulaşmaya çalışıyordur. Ruth dışında herkes Ruth asla onu onun istediği gibi sevmemiştir. Martin bunu anladığı anda büyük bir hayal kırıklığına uğrar ve her şeyin boş olduğunu anlar. Yani zirveye ulaştığında eski heyecanı ve hevesi kalmamış, umutlarını ve mutluluğunu yitirmiştir. Etrafındaki herkesin parasından başka değeri olmadığını anlar. Martin sarsılmıştır. Bu psikolojik buhrandan kurtulamaz ve baş edemez. Artık inandığı hiç bir değerin bir önemi kalmamıştır.
İnancını yitiren insanın yaşaması için bir sebebi yoktur. Martin de bunu hissetmişti ve kendini sulara bırakmış, ölmeyi seçmişti. O hayat dolu genç adam, ölmeyi seçmişti.
“Yaşama fazlasıyla tutku duymaktan, umuttan ve korkudan azade olmuş, Kısacık bir minnettarlık hissiyle şükran duyarız. Hangi tanrıya olursa olsun. Hiçbir hayat ebediyen sürmediği için, ölüler bir daha asla dirilmediği için. En yorgun nehir bile denizin güvenli sinesine kavuşacağı için.” Bunlar Martin’in okuduğu son dizelerdi.
Roman Hakkında Genel Eleştiri

Öncelikle şunu söylemem gerekir ki; roman klasik aşk romanlarının oldukça ötesinde bir romandı. Martin karakterinin azmi, yapabildikleri beni oldukça etkiledi. Özellikle de Jack London ve Martin Eden’ın hayatlarının benzerliği beni şaşırttı. İnsanların yaşam tarzları, toplumsal statüler, eşitsizlikler, sınıf farklılıkları, sosyalizm, bireycilik, paranın ve ekonomik gücün insan hayatındaki önemi gibi çok farklı ve evrensel konulara değinmesi de okuru düşünmeye ve hayatı pek çok yönden sorgulamaya itiyordu. Martin’in romanın sonunda intihar etmesi benim için beklenmedik bir sondu. Açıkçası beni derinden etkiledi ve Martin’in hayatına “heba olmuş bir yaşam” etiketini kondurmamı sağladı . Bir okur olarak hiç sıkılmadan okuduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle de kitap tutkunlarının bir solukta bitirebileceği bir kitap.